Töre

Sait BAŞER

Göktürkler devrinden kalma Irk Bitig adlı kaynakta şöyle bir cümleye rastlıyoruz: (Tanrı diyor ki) ”Ben KARA yol Tanrısıyım. Kırılanları birleştiririm; yırtılanları onarırım.”

Bu cümlede Tanrı konuşmakta, yâni “kelâm” sıfatını kullanmaktadır. Ama söyledikleri daha önemlidir. O,kendisinin “Kara Yol Tanrı’sı” olduğunu ve “kırılanları birleştirdiğini, yırtılanları onardığını” belirtiyor. Konumuzun sırrı bu cümlede gizlidir. Sondan başa doğru alıp tahlil edelim.

“Kırılanların birleştirilip yırtılanların onarılması” ifadesi, İslâmî anlayış içinde Cenâb-ı Hakk’ın “Cebbar” isminin târifinde aynen karşımıza çıkmaktadır. Fakat Tanrı inanışı ile Allah inanışı arasındaki benzerlik bundan ibâret değildir.

Diyânet işleri neşriyâtından Ali Osman Tatlısu imzâsıyla yayınlanan Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi’ni esas alıp Eski Türk kaynaklarına akseden Gök Tanrı inanışını araştırdığımız bir çalışmada Sıfatlar ve Esmâ’yı birlikte değerlendirdiğimiz için Tanrı ile Allah inanışları arasında yüzden fazla benzerlik tespit etmiş bulunuyoruz.1

Birkaç misâl verelim.

Allah Kadîm, Tanrı Bayat; Allah Bakî, Tanrı Mengü; Allah irâde sâhibi, Tanrı Erkli; Allah Kâdir-i Mutlak, Tanrı Ogan; Allah Semi, Basar; Tanrı duyan, işiten; Allah muhâlefetü’n-lil havâdis ve müstağni, Tanrı Mungsuz; Allah Halîm, Tanrı Tüzün; Allah Hâlık, Tanrı Törütgen vs… dir. Bu misâlleri çoğaltmak mümkün; bahsettiğimiz araştırma sonucunda gördük ki aslında İslâmi telâkkiler içindeki Allah inancıyla Eski Türk’ün “Gök Tanrı” dediği kudret değişik ad taşımakla berâber aynı büyük kudret ve yaratıcı ilâhtır.

Baştaki cümlede bir de “Kara yol Tanrısı” ifâdesi vardı. Acabâ bu ne demektir?

Doğrudan bir târif veyâ bir hüküm vermektense, bu hükmün sizleri zihninde oluşmasını tercih ediyorum. Bunun için önce İslâmiyet’te “siyah” renge verilen değeri birkaç ana unsur arz ederek nakletmeye çalışayım.

1280’lerde Mâverâünnehir’de Nesef (veyâ Nahşeb) kasabasında yetişen bir Türk-İslâm filozofu vardır. Adı Azizeddin Nesefî’dir.

Nesefî, devrin geleneği îcâbı her dalda kendisini yetiştirmiş olmakla birlikte asıl mesleği hekimlik olan bir âlimdir. Prof. Nihat Keklik’in tesbitlerine göre Nesefî tefekkür yoluyla hücreyi keşfetmiş ve hücrenin unsurlarına kendisine göre adlar vermiştir. Hattâ Nihat Keklik, Nesefî tamâmen tefekkür yoluyla redüksiyon bölünmeyi dahi keşfettiğini söylemektedir. Burada bizi ilgilendiren husus Nesefî’nin hücre çekirdeğine verdiği isimdir. O, çekirdeğe “Sevdâ” demiştir. Sevdâ, yâni kara nokta veyâ aşk. Kısa bir araştırma neticesinde gördük ki “svd” sülâsisinden türemiş ve mefhum değeri kazanmış, bir çok tâbir vardır.

Meselâ: Sevdâ: kara nokta, Sevâdü’l-ayn: Göz bebeği, (bu tâbir önemli) Sevâd-ı Azam: Ulu şehir yâni Mekke demekmiş. Sevâdü’l-kalb: Kalpteki kara nokta, can noktası, insanın zamiri demekmiş. Sevâd-ı müslimin: İslâm cemaati mânâsına geliyormuş.

Kâbe örtüsünün siyah olduğunu, Mirâc’da Hz. Peygamber ile Cenâb-ı Hakk’ın bir siyah nûr âleminde buluştuklarını, burada bir yayın iki ucu gibi birbirlerine değecek kadar yaklaştıklarını biliyoruz.

“Sevâdü’l vech fî’d dâreyn” tâbirinin: Fenâ fillah makâmının diğer bir adı olduğunu, tasavvufta mutmainne makâmının, seyr-i sülûkta bu makâma gelen dervişin nûrunun siyah olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de Nûr Sûresi’nin 35. âyeti’nde “Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun temsîli, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O lâmba bir billûr da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübârek bir ağaçtan yâni zeytin ağacından çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah insanlara (işte böyle) temsil verir. Allah her şeyi bilir.” Dendiğini, Mesnevî’de Hz. Mevlânâ’nın “Allah siyah bir nurdur” dediğini, yâni siyah renk ile, sevdâ kelimesi ile bir hakikât anlayışının ifâde edildiğini öğrendik.”

Bu misâller çoğaltılabilir. Ama gördük ki siyah renk bu sebeplerle kudsiyet kesbetmiş ve aynı zamanda aşk, muhabbet demek olan “Sevdâ” kelimesi bu çekirdek mânâsı dolayısı ile de Azizeddin Nesefî tarafından kullanılmıştır. Bu konuda Türkler’de de durum pek farklı değildir. Çünkü, “kara” kelimesi bir renk anlattığı gibi Eski Türkçe’de, haslık, hâlislik, hakîkat, gerçek, çekirdek mânâlarını da taşıyan bir kelimedir. Arapça’daki Sevâdü’l-ayn gibi Türkler de göz bebeğine “Karak” demişlerdi. Bilinen en eski Türk bayrağı, yâni Alp Er Tunga’nın bayrağı siyah renkli idi. Hâkan siyah bir posta oturarak vazîfeye başlamaktaydı. Töre ve devletin asıl sâhibi olan kavim Sevâdü’l-müslimin gibi “Kara bodun” adını taşıyordu. Türkler en eski atalarına “Karahan” diyorlardı, hattâ kışın maksimum noktası, her tarafın bembeyaz karlarla kaplandığı an “katıksız kış” mânâsına “kara kış” diye isimlendirilmiş ve bizzat Tanrı “Ben Kara yol Tanrısıyım” demekle bu meseleye açıklık getirmişti. Burada Türkçe’nin güzel bir azizliğiyle de karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi Türkçe’de birleşik kelime gruplarından biride mânâyı pekiştirmek için aynı mânâya gelen iki kelimenin yan yana kullanılmasıyla oluşur. Dede Korkud’un Allah-Tanrı deyişi gibi, türlü ve kara kelimeleri arasındaki münâsebet burada bütün açıklığıyla belirtmektedir. Asıl mevzûa girebilmek için misâlleri kesiyor ve yine baştaki cümlede geçen “Yol” kelimesine dönmek istiyorum.

Evet böyle bir Tanrı ve hakîkat anlayışının beşeri tatbîkâtı nasıl bir sistemle gerçeklik kazanmaktaydı? Bu hakîkatlere insanlar hangi yoldan ulaşmaktaydılar? Tanrı’nın koyduğu “yol”un mâhiyeti ne idi? Bu konu üzerinde duralım.

İşte bu noktada karşımıza Töre çıkmaktadır ve Töre kelimesinin diğer bir mânâsı da yol demektir.

Bilindiği gibi Yusuf Has Hacib’in Balasagun’da ve 1070’lerde yazdığı, Kut kazanma bilgisi veren ve orijinal Türk düşüncesini, devlet anlayışını en derli toplu şekilde ortaya koyan Kutadgu Bilig adlı bir temel eserimiz vardır. Bu eserde, her biri kültürümüzün bir temel değerini temsil eden dört adet sembol kahraman, karşılıklı soru –cevaplarla geçmişten o güne kadar ulaşan içtimâî yapı ve millî felsefemizi işlerler.

Bu eserin baş kahramanı Töre’dir. Eserde şahıs kimliği verilmiş ve Küntogdı adı ile Hâkan rolü yüklenmiştir. Burada Töre – Güneş Hâkan sembol silsilesine dikkat çekmek isterim.

İkinci kahraman Kut’tur. Eserde vezir rolündedir. Ona verilen isim ise Aytoldı’dır. Burada da Kut- Ay- Vezir sembollerine dikkat edilmelidir. Diğer iki kahraman akıl ve irfan mefhumlarıdır ve eserde Kut’un, yâni Aytoldı’nın oğulları olarak takdim olunmuşladır. Birincisi Ögdülmüş adıyla vezir, ikincisi ise Odgurmış adıyla mânevi uyanıklığın sembolü, devlet müşâviri sıfatıyle eserde yer almışlardır. Biz şimdilik ilk iki kahraman üzerinde duracağız. Hükümdar ve vezir, yâni Kut ve Töre üzerinde.

Peki, KUT nedir? Bu konuda birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmaların bir dökümü Doç. Dr. Abdülkadir Donuk Bey’in bir çalışmasında topluca verilmiştir. Burada zamandan kazanmak için oralara girmeden neticeyi, Kut hakkında verdiğimiz son hükmü sizlere arzedeceğim.

KUT; Gök Tanrı’nın her an, her yerde mevcut olan tecellisine, insanın Töre’ye uymak sûretiyle, kendi içinde yaptığı nefis tasfiyesi sonucunda, kendi varlığında mahzar olması demektir. İnsanın kendi öz cevherinde Tanrı ile temâsa geçmesi mânâsı taşır.

Burada mühim nokta insanın Töre’ye uymaksızın Kut kazanamayacağı noktasıdır. Şimdiye kadar sâdece hâkanlara mahsus siyâsi iktidar mânâsına geldiği zannedilen Kut’un, bu mânâları yine mahfuz tutulmakla birlikte, bütün beşeriyet için geçerli bir ideal olarak anlaşıldığı tespit etmiş bulunmaktayız. Kutadgu Bilig’e göre en üst seviyede Töre emri olan Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi’nde maksat bütün dünyânın “Kut Kuşağı” bağlanmasını temin etmek, kurt ile kuzuyu bir arada yaşar hâle getirmekti. Yâni zıd unsurları âhenkleştirmek bahis konusuydu. En alt seviyede ise atasözü dinlemek, misâfir ağırlamak, hikmet ehline yâni bilgelere yakın olmak gibi hususlar, yalansız, dürüst ve doğru bir hayat yaşamak kutlanma sebebidir ve herkese şâmildir.

Öyle anlaşılmaktadır ki, İslamiyet’teki Allah’ın Rahîm isminin tecellisinde olduğu gibi, Tanrı güzel ve istediği istikâmetteki davranışları sebebiyle kullarına husûsi teveccüh gösterdiği takdirde bu hal ”kutlanma” diye tavsif olunmaktadır.

Kutadgu Bilig’in kozmik âlemi tasvir eden girişinde, 137. beyitte Yusuf Has Hâcib: “Bütün bu gezegenlerin en altında ay dolaşır ve güneşle karşı karşıya gelince dolunlaşır” diyor. Yâni ayın, ışığını güneşten aldığından haberdar olduğunu bildiriyor. Kezâ kahramanlarını tanıttığı bölümde de Töre’yi güneşe, Kut’u aya benzettiğini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikle açıklıyor.

Orhun Kitâbeleri dahîl kaynaklarımızda son derece açık bir husus vardır. Kut’un kaynağı Tanrı’dır. Ama Kut’un görünür hâle gelmesini Töre’ye borçlu olmasını nasıl anlamalıyız? Bu manzara, Tanrı ile Töre arasında zarûrî bir münâsebeti gerektirmez mi? tanrı’nın Kut’unu Töre’ye uyan, o istikâmette hizmet eden kişilere vermesi de bunu gösteriyor olmalıdır. Nitekim Kutadgu Bilig’in 3192. beytinde

Ugan ol könü çın törü birgüçi
Törümiş kamug halkka yetrü küçi

yâni: “Tanrı kâdirdir, âdildir, gerçek töreyi koyan O’dur, yarattığı bütün mahlûklara gücü yeter” ifâdeleri Tanrı ile Töre arasındaki münâsebeti bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Yâni Töre, Tanrı’nın türetilmişler için koyduğu nizâmdır ve buradaki türetilmişlerin hudûdu da bir başak beyitte (3463 b.) “Bu kök tirgüki ol könilik Törü” yâni: “Adâlete dayanan Töre bu gökyüzünün direğidir…” ifâdesinde belirtmektedir. Buradaki Töre anlayışı, aynı zamanda kâinatın da nizâmı sayılmaktadır. Görüldüğü gibi Kutadgu Bilig’e göre Töre ilâhı nizâmdır ve Tanrı ancak kendi koyduğu nizâma uyulduğu takdirde kut vermektedir.

Bir de Töre’nin insan anlayışı nedir, buna bakmak lâzımdır. Çünkü Töre’yi koyan insandır. Hz. Âdem’e nispet edilen insan.

Töre’nin insan anlayışı nedir?

Yusuf Has Hâcib bu konuda, insanlığı iki kategoride ele almaktadır:

1. Yalnguk,
2. Kişi,

Yalnguk yanılan, hatâ ve gaflet içindeki bir insanlık seviyesini temsil emektedir. Yalnguk adı ona yanıldığı için verilmiştir. Kişi adıyla belirtilen insan ise iki türlüdür: I- Bey, II- Bilge. Ve bu iki tip kişi yalngukların başı sayılmıştır. Burada bir açıklama yapmak isterim. Bu tasnif meselâ Hind’de yâhut eski Avrupa’da olduğu gibi katı bir sınıf sistemi değildir. Yalnguk, gayretleriyle hem Kut kazanabilmekte, hem de ehliyeti nispetinde yükselebilmektedir. Bu sınıflama insanların akıllarına göre yapılmıştır. Yalnguk hizmet ve ilim öğrenmek yoluyla hem bey hem de bilge olabilmektedir.

İnsana verilen değerin onun aklıyla mütenâsip olduğunu söyledik, Kutadgu Bilig’de akıl hakkında da ikili bir tasnif söz konusudur. Aklın yalnguka mahsus olanının adı “US” tur. Us günlük hayâtı devam ettiren, basit meselelerde iyi- kötü ayrımını yapabilen basit akıldır. Gaflet bu akıl sâhipleri için geçerlidir. Eski Türkçe’de gaflet bildiren: Usal, usallık, usayuk, usanma gibi kelimelerin Us kökünden gelmeleri mânidârdır. Yusuf Has Hâcib’e göre bu sıfatlar yalnguk seviyesine mahsus sıfatlardır. Gaflet ise bir türlü uyku hâlidir. Gerçeklere uyanamamak demektir.

Aklın ikinci derecesinin adı ise “ÖK” kelimesiyle verilmektedir. Ök, yâhut Ög: Hayrı şerden ayırt etmek, aslını araştırmakla mükellef, hikmetle meşgul olan, gönül sâhibi kişilerde bulunan ve hikmete teslim olan bir akıl seviyesidir. Aynı kelimenin diğer mânâsı ise “ana” mefhûmudur. Şimdi anasız yerine kullandığımız öksüz kelimesi buradan gelmektedir. Dolayısıyla burada ök seviyesindeki aklın, asla mensûbiyet, akl-ı küll ile münâsebet bildirdiğini de düşünmek gerekecektir.

Böylece İslâmiyet’te görülen beşer-insan (beşer yâni insan olmakla müjdelenmiş, insan yâni Allah ünsiyet kurmuş kişi) anlayışı ile, akl-ı maaş ve akl-ı maad tasfini andıran bir sistemle karşı karşıya gelmekteyiz.

Kut kazanma bilgisi demek olan Kutadgu Bilig adı ve Kut’un da Töre’ye riâyetle kazanılabileceği prensibi birlikte değerlendirilince görülecektir ki; Kutadgu Bilig, aslında bizzat Türk Töresi’nin anlatıldığı bir eser olarak yeni bir kıymet kazanmaktadır. Bu esere göre de Ög sâhibi ve eserin 3. kahrâmanı olan Ögdülmiş yâni Kut’un oğlu vezir; “akıl baştadır” derken, başını, eserde mânevi uyanıklığın timsâli olan irfan ehli Odgurmış’a, eserdeki muhtevâsıyla gönül sâhibi, gönlü pişmiş bilge kişiye “benimki oyundur, hakikat sendedir” diyerek teslim etmektedir. Yâni Kut = Akıl + İrfan’dır. Töre bu iki unsur tarafından konmakta ama Odgurmış’ın mânevî vesâyeti süreklilik taşımaktadır. Dolayısıyla Ögdülmiş’in temsil ettiği akıl, irfana boyun kesen bir akıldır.

Âileden devlete kadar Türkler’in bütün sosyal ve siyâsî hayâtını tanzim eden Töre’nin mücerred plândaki doğuşu böyledir. Müşahhas plânda buradaki sembolleri temsil eden Bilgeler elindeki teşriî hükümlere kavuşmaktadır. Bilge hâkanlar ve devlet meclisi mâhiyetindeki Toylar Töre üzerindeki tasarruf yetkisine sâhiptirler.

Burada Töre’nin teşriî hükümlerine girmeyeceğim. Ama görüldüğü gibi Tanrı dostu ve hakîkat ehli kişilerce ihdas edildiği için –Çünkü Töre koymanın birinci şartı, Töre koyanın Bilge ve Kutlu kişi olmasıdır- ilâhi nizâm mâhiyeti kazanan bir sistemdir Töre.

Bu sistemdeki insan ve akıl anlayışı yanında gönül anlayışı da hayli ilgi çekicidir.

Yaratılışta insana verilen ilk nîmetin gönül olduğu beyan edilmekle ve gönül, insan varlığının merkezi sayılmaktadır. Hal hatır sorulurken “gönül nasıl?” diye sorulmaktadır. K. B.’de göre bilginin kaynağı gönüldür. Ancak akılla birleşmedikçe bir değer ifâde etmez. Zîra, nefsi, hevesleri zapteden, bağlayan akıldır ve hevesler dirilince gönül ölür. Gönlün ölmesi ise hakîkatle irtibâtın kesilmesine yol açar. Gönül bilgeliğin baş şartıdır. Pişmiş gönül bilgelik alâmetidir. Gönülsüz kişi bilge adını kaybeder. Gönül o hâle gelmelidir ki, insan onu avucuna koyup diğer insanlar arasında dolaşabilmektedir. Kut ancak pişmiş, süzülmüş gönüle uyuşabilir ve bunun sonucunda da iktidar, kudret, zenginlik ve akla gelen her türlü nimet o insana bağlanır. O kişi bilge sıfatıyla sulak arâziler gibi olur. Bastığı yerden su fışkırır. Gönül yay, vücut ok gibidir.

Bu noktada K. B.’de sâdece ÖG ve İrfan arasında geçen ve bu iki değerin yakınlıklarını ifâde eden gönüldeş kelimesi de dikkatimizi çekmiştir. Bu iki haslet birlikte olunca o kişi bilge olmakta ve irşâd ile vazîfelenerek Töre koymakta, Kut kaynağı olup karşısına gelen insanlara ayna gibi kendi hakîkatlerini göstermektedir. Bilge yankı gibi görülmektedir. “Âlem içre âyineyim” diyen Fuzûlî’yi hatırlamamak mümkün mü?

Divânu Lügâti’t-Türk’e göre bilgeler hırpalanırsa yeryüzünün faziletleri bozulmaktadır. En doğru yol onların yoludur. Kezâ: “Eğer bilgeler olmasaydı, ekilmiş bile olsa yerden yiyecek çıkmazdı.” ifadelerindeki düşünüş, bilgeleri yeryüzünde (aslında Tanrı’ya râci olan) birçok işin mutasarrıfı gibi göstermektedir. Ki bu inanış bir manada Tanrı adına tasarruf gibi anlaşılmakta, İslâm tasavvufundaki halîfe, kâmil insan inanışını akla getirmektedir.

Zirâ “kutlu bilgenin sözü câhile göz” sayılmakta, cehâletin ilâcı bilinmektedir. Kaşgarlı’nın: “Eski bilgelerin sözleriyle gönül sağlık bulurdu.” deyişi, bilge- gönül münâsebetini aydınlatmakta ve bilgelik müessesesinin eskiliğini dile getirmektedir. Gönül sağlığı bilgeye bağlanmaktır. Kezâ bilge kişiler kut ve sevinç kaynağı bilinmişleridir. Kut hem Tanrı’dan, hem Töre’den, hem de bilgeden zuhur ettiğine göre, bilgenin kilit mevkîinde bulunduğu apaçıktır.

Görüldüğü gibi yalnguk’u bilge yapmak Töre’nin baş hedefidir. Bu maksadla ahlâkî, içtimâî, siyâsî birçok prensip koymuş, müesseseler kurmuş, insanlığa kendi hakîkatlerini bildirmek ve onarlı sükûnetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren yüksek bir merkez müessese vücûda getirmiştir. Yâni Töre’nin devleti de insanı kendi hakîkatine götürmek maksadının bir vâsıtasıdır.

Bu ulvî ideale bağlandığı için Türk devleti gerçek devlettir. Türk halkı bu yüzden devlet yolunu, Allah yolu saymıştır. İslâmiyetten sonraki devirlerde de bu yönelişini, devlet terbiyesini yaşatmıştır.

Burada son olarak şu kadarını söyleyelim ki, Töre büyük bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır. Tam mânâsıyla vahdâniyetçi bir inanç sistemidir. İslâmla şereflenen boylar hâricindeki Türk unsurların, başka inançlara kapılananların (Bulgarlar, Macarlar gibi) kimliklerini yitirmeleri karşısında, kabul edenlerin yükselmeleri ve varlıklarını korumaları bu yapının bir eseri olmalıdır.

Sorular

1. SORU: Eski Türk inanışındaki Gök Tanrı bundan önce yapılan açık oturumda Prof. Dr. Rûhi Fığlalı tarafından millî Tanrı olarak vasıflandırıldı. Ve Mûsevilerin Yehova’sına benzetildi. Bu mevzûda ne dersiniz?

2. SORU: Kutadgu Bilig bütün düşünce târihinin temel problemi olan ve bütün dinlerin yaklaşık aynı cevapları verdiği yaratılış ve kıyâmet, yâhud mebde ve mead mevzûunda herhangi bir fikir beyân ediyor mu?

CEVAP: Her iki soru da çetin ceviz. İkinci sorudan başlayarak cevaplayalım Kutadgu Bilig’in verdiği bilgilerden önce, ben size bu hususta kitâbelerin verdiği bilgileri nakledeyim.

Mâdem ki bahsimiz Mebde, Mead’dir; Türkler’in bu konudaki inanışlarını merak ediyoruz. Bu noktada Kutadgu Bilig’in İslâmi telâkkilere ters bilgi vermesi mümkün değildir. Çünkü Yusuf Has Hâcip iyi bir müslümandır. Ancak Töre, kut gibi orijinal meselelerde Türk görüşünü, aksettirmiştir.

Hepiniz bilirsiniz ki Bilge Kağan’ın diktirdiği kitâbede ilk cümle “Tengri tek Tengride bolmuş Türk Bilge Kağan” diye başlar. Yâni geçen Türkoloji kongresinde Ahmet Bican Ercilasun Bey’in de açıkladığı gibi “Tanrı gibi…” veyâ “Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan”. Tanrı’dan geliş inancı burada çok açıktır. Yolug Tigin, Köl Tigin ve Bilge Kağan’nın vefâtından sonra yazdığı bir ilâvede: Hepiniz uça vardınız, öteki âleme uçtunuz, Tanrı’daki diriliğinize döndünüz” diyor. “Tengride tirigdekce” bu ifâdenin orijinal şeklidir. Yâni Tanrı’dan gelen, Tanrı’dan olan ve Tanrı’daki hayâtına dönen bir insan ve mebde mead inanışı… Mebde olarak Tanrı’dan gelen, Tanrı’da olan; mead olarak da Tanrı’daki dirliğe dönen yâhut dönüldüğüne inanan bir topluluk görüyoruz. Kıyâmet ve yaradılış bahsini de kitâbelerden arzedeyim. Kitâbelerde yaratılış târif ederken “Üstte gök ve aşağıda yer kılınmış, ikisinin arasına kişioğlu kılınmış” der. Yâni önce gökler sonra yerler yaratılmış, bu ikisinin arasında da kişioğlu yaratılmıştır. Bu sıralama İslâmi têlakkiye de uyuyor. İslâmî telâkkiye göre de önce gök, sonra yer, sonra da Hz. Âdem yaratılmıştır. Kitâbelerde yaratılış fikri böyledir. Kıyâmet fikri ise “Üsten Tanrı basmasa, altlan yer delinmese, senin ilini töreni kim bozabilir…” diye bir cümlede geçiyor. Yâni üstten Tanrı basmasa ve altta yer bu sebeple delinmezse, parçalanmazsa senin ilin Tören bozulabilir mi? Bir bakıma (târifini yaparak) kıyâmete kadar senin ilin ve Tören bâkidir, denmek isteniyor. Töre’nin ilâhi nizâm olduğunu düşünecek olursak bu inanışın son derece mâkul olduğunu görürüz.

Burada girmek istemediğim bir bahis vardı. Bu cevab soruyu soran arkadaşımı tatmin etti mi bilmiyorum. İlk soruya dönüyorum.

Girmek istemediğim mevzu şu idi: “TÜRK” adına çeşitli mânâlar verilir. Kimisi “güzel” der; kimisi kuvvetli, güçlü, muktedir, olgunluk çağı” der. Pek çok Türkolog tarafından söylenen bir izahı da –Bu Türkologlar arasında Rasonyi, Eberhard, Kafesoğlu, Gökalp, Banarlı da vardır.– “TÜRK” adının “Törük” den geldiği ve “Töre’ye uyan” demek olduğudur. Eğer bu izâhı kabul edecek olursak şöyle bir neticeye geliriz: Türk adı Töreye uyan demek ise; o zaman Türk kelimesi bir ırk adı olmaktan çıkar. Bir inanışın mensubları mânâsını kazanır. Ve kitâbelerde geçen, Gök Tanrı’nın millî Tanrı şeklinde anlaşılmasına sebep olan, “Türk Tanrısı” ibâresi bu mânâsını yitirir; Töre’yi kabul edenlerin inandığı Tanrı mânâsıyla karşımıza çıkar ve “millî Tanrı” olma vasfını ve ona millî Tanrı denmesine sebeb olan düşünceyi ortadan kaldırır. Ve bu izâhın neticesi olan tabiî mantığa göre, Türk adı daha ziyâde bir inanışın temsilcilerine verilmiş ad olur. Dolayısıyla Gök Tanrı ve Yehova arasında bir münâsebet yoktur.

SORU: Bildiğiniz gibi Allah mekândan münezzeh. Gök Tanrı olarak Allah’ın gökte olan vâcibü’l-vücud olmasını nasıl izah ediyorsunuz?

CEVAP: Gökte veyâ yerde diye tavsif etmek yanlıştır. Burada kâinatı bütün olarak değerlendiren bir telâkki bahis konusudur. Tanrı’nın vâcibü’l-vücut oluşuna inanıldığı muhakkak. Çünkü yaratı olan Tanrı’dır. Tanrı’nın isimlerinden biri Törütgen’dir. Hâlık Mevlâ mânâsına Törütgen İdim denmektir. Bundan dolayı Tanrı elbette yarattıklarından önce vardı, dolayısıyla vâcibü’l-vücut’dur.

SORU: Töre eşittir İslâmiyet denildi. Halbuki Kur’ânı Kerim’de: Biz bugün dinimizi tamamladık” buyuruluyor. Eksik olmayan bir din varken, Allah İslâmiyeti ne sebeble indirsin? Bu mantıkla Töre’de eksikler olması gerekiyor. Bunlar nelerdir?

CEVAP: Vefâtından bir hafta önce Kafesoğlu Hoca’yla çalışmalarımızın son safhalarımıza gelmiştik. Bana: “Artık bunları yaz. Fakat bir noktaya çok dikkat et –Bu soruya cevab olması için söylüyorum- Yazarken bâzı hususları usturupluca ifâde et ki seni tekfir etmesinler.” dedi. Efendim, elbette İslâmiyet en mükemmel dindir. Ben Töre ile İslâmiyet’i karşılaştırmıyorum. İslâmiyet mihenginde Töre’nin makbüllüğünü ortaya koymaya çalışıyorum. Çünkü ilim bilinene kıyasla bilinmeyeni aramaktadır. Eskilerin tabiriyle ilim mâlûma tabidir.

SORU: Töre’nin içtimâî plândaki teşkîlâtlanması nasıldır?

CEVAP: Töre, gâyet iyi işlenmiş bir sistemdir. Hocamın tâbiriyle bir külliyedir. Birbirini tamamlayan unsurlardan mürekkeptir. Yâni Töre’nin içtimâî plânda da bir takım akisler yapmaması mümkün değildir.

Kısaca birkaç misâl arzedeyim: Fertten devlete, devletin cihân hâkimiyeti ideâline kadar kısa kısa, birkaç basamak atlayarak gideyim. Gönül anlayışlarından bahsettik. Bir beyit: “Gönül yay, vücut oktur” diyor. Ok ve yay eski Türklerde bir semboldür. Yay, Tanrı irâdesini temsîlen hâkânı; ok ise bağlılık ve kulluğu temsil eder. “Gönül yay, vücut oktur” derken, gönül padişah; vücut tâbi, vücûda bağlı diğer azâlar buna bağlı, tâbîdir denmek isteniyor. Bu ferdi plânda böyledir. Âilenin kurulmasına bakalım. Bir genç kız nişanlanıyor, nişanlı kızın adı artık nişanlı değil, oklu’dur. Yâni bağlandı diyor. Aîle kuruldu: Baba yay; çocuklar ve âilenin diğer fertleri ok oluyor. Baba vefât etti, miras paylaşılacak. Mirastan âilenin her bir ferdine düşen hissenin adı ok’tur. Rahmetli Osman Turan Belleten’de çıkan bir makâlesinde bu meseleyi geniş geniş izâh etmiştir. Artık babaya bağlı olan o mülkün dönüp yeni sâhibine bağlandığını ve onun tasarrufuna geçtiğini ifâde ediyor.

Boyda ise; Boy beyi yay’dır. Boyun diğer fertleri ok’tur. Yine yay ve ok’un remiz mânâları devam ediyor.Devlet bir mânâda boylar birliğidir. Devlette ise Hâkan yaydır, hâkâna bağlı olan boylar oktur. Burada enteresan bir husus var. Bizim bugün “Oğuz” dediğimiz kelime (oğuzlar kelimesi etimolojik bakımdan yanlış bir söyleyiş, çünkü Oğuz kelimesi zâten çokluk ifâde ediyor) Oklar demektir. Ben’den biz demek gibi. Bugüne kadar gelmiş bir kelime daha Sen’den siz demek gibi, Ok’tan Oğuz olmuş. “Oklar, hâkâna bağlı olan boylar” demek. Türkler’in devlet teşkîlâtında bu boy teşkîlâtı fevkâlade mühimdir. Oğuz Destânı’nda; gök yerden kıdemlidir. Gök yaydır; yer oktur. Böyle inanılıyor. Ve Oğuz Han Destânı’nda Oğuz Han’ın büyük oğullarının isimleri gök cisimlerinin adını taşıyor: Gök Han, Ay Han, Yıldız Han şeklinde. Bu üç oğulun çocukları olan oniki boy Bozoklar’ı teşkil eder, devletin gerçek sâhipleridir. Destan’da altın yay bulmuşlardır. Devlet teşkîlatında doğuyu ve güneyi bunlar almışlardır. Batıyı ve kuzeyi ise küçük oğullar gümüş okları bulan Üçoklar, yâni yer isimleri taşıyan oğullar Dağhan, Denizhan, Gökhan zannediliyordu, Osman Sertkaya’nın tesbitine göre Gölhan- Gölhan almışlardır. Yer isimleri tasıyan küçük oğullar okta temsil edilmiş ve Bozoklar’a bağlanmıştır ve bu hâl devam edip gelmiştir.

Bugün hâlâ Çankırı yârân sohbetlerinde Bozoklar’ı ve Üçoklar’ı temsilen 12 şer kişilik Büyük ve Küçük Başağa kolları teşkil edilir. Töre’ye göre, Büyük Başağa kolunun 12. ferdi Küçük Başağa başkolunun 1. ferdinden daha kıdemlidir. Bu husus böyle gelmiş ve hâlâ Çankırı’da yaşıyor. Bir husûsu daha arzederek misâl verip bağlayayım. Birinci şu: Hun devleti en geniş sınırlarını buluyor. Büyük Hun İmparatorluğu fiilen çok büyük bir arâziye yayılıyor. Fakat tesir sâhası bakımından bütün dünyâyı hâkimiyet altına almış. Artık cihân hâkimiyeti tahakkuk etmiştir. Çin kaynaklarına şöyle bir cümle aksediyor: “Ok yay bir araya geldi.” Yâni Töre tam mânâsıyla hükümran oldu demektir. 2. misâlimiz; Sultan Melikşah devrine âit. Son derece geniş hudutlar ve cihân hâkimiyetinin fiilen tesis edildiği bir devir. Bizans’ta (Karaköy’de) Emeviler’in kuşatması sırasında yapılmış olan bir Arap Câmii var. -hâlâ içinde ibâdet yapılıyor- O câmi harâb olmuş; Melikşah tâmir ettirmek istiyor ve tâmirâtını yaptırıyor. Tabiî Selçuklular tesirli devlettir, Bizans bu işe boyun eğiyor. Tamir ettirdikten sonra çok enteresandır, geleneğe göre mihrâbın sağına ve soluna Allah ve Muhammed yazıları yazılması gerekirken, böyle yapılmamış ve bu isimlerin yerine mihrâbın üzerine ok ve yay nakşettirmiştir. Söylemek istediğim şu: Ok ve yay birlikte Eski Türkler’de tevhid sembolü olarak kullanılmıştır. Bilindiği gibi yayın bu mânâsı İslâm’da da Mîrac hâdisesinde vuslat ânının tasvirinde görülür.

Mâruzatım bu kadardır.

Dipnot:

1 Sait Başer, Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmâü’l Hüsnâ Açısından Bakış, İstanbul, 1991.
Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen