Tarîkatlerin Para İle İmtihanı

Mehmet DEMİRCİ

Tasavvuf bir olgunlaşma yolu, dîni daha içten ve derinden yaşama gayretidir. Hz. Peygamber “îmânın tadı”ndan söz eder. Tasavvuf dînin ve îmânın tadını, mânevî zevk ve lezzetini hissetme çabasıdır. Tasavvuf, dînin şekliyle birlikte özünü, rûhunu yakalamaya çalışmaktır. Bu özü içten yaşamak ve ahlâk olarak davranışlarına yansıtmaktır.

Bu yönüyle tasavvuf bireysel bir özellik taşır. İnsan aynı zamanda sosyal bir canlıdır, bireyin tek başına yaşaması çok istisnâî bir durumdur, toplum hâlinde yaşamak esastır. Tasavvufta asıl olan insanın, bireyin kemâle ermesidir. Ne ki insan, bir toplum içinde yaşamakta olduğundan; kemâlin, olgunlaşmanın göstergelerinden biri de toplumla iyi geçinmek, insan ilişkilerinde olgunluğu devam ettirmektir.

Tasavvufun kurumlaşmış şekline “tarîkat” denir. Terim olarak tarîkat, insanların mânevî kābiliyetlerini geliştirmek için kurulmuş dînî-mânevî yol demektir. Tekkesi, şeyh ve mürit ilişkileriyle ilk tarîkatler 12. ve 13. asırlarda kurulmaya başladı

Türklerin geniş kütleler halinde İslâmiyet’i benimsemesinde tasavvufun rolü büyüktür. 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun kapıları Türklere tamâmen açılmış sayılır. Bir ülke sâdece askerî güçle elde edilemez. Büyük İskender Hindistan içlerine kadar askerleriyle gitti, ama onun ölümünden sonra geride bir şey kalmadı. Şu halde asıl fetih, ülkeyi fert fert insanıyla kazanabilmektir. İşte burada gönül adamlarına büyük iş düşer.

Anadolu Türklüğü, yeni vatana büyük bir inanmışlar ordusu hâlinde yürüdü. Bu halkın yeni coğrafyada, yeni bir Türklük hâlinde yerleşip gelişmesinde mânevî ve medenî vazîfe gören en mühim kuruluşlar tarîkatlerdi. Tarîkatler Anadolu halkının, heyecanlı bir îman çevresinde toplanıp, coşkun bir mânevî hayat yaşama ihtiyâcını karşıladı.

Çeşitli derviş zümreleri ve tarîkatler, sâdece ellerinde asaları, sırtlarında abaları, diyar diyar dolaşıp halka tasavvuf heyecanı aşılayan dervişlere sâhip değildi. Bu ilk asırların Anadolu dervişleri, yeni yurdun fethinde aktif vazîfe gördüler. Dervişler fetih ve istîlâ ordularının önünde “baş açık ayak yalın” yürüyerek ve herhangi bir maddî zırha ihtiyaç duymadan, tamâmiyle iman akıncıları hâlinde, yalın kılınç yalın vücut harp ettiler.[1]

Duraklama

XIV. ve XV. yüzyıllar Osmanlı devletinin kuruluş ve yükseliş dönemi olup, bütün kurumlar gibi tarîkatler de en verimli devirlerini yaşamıştır.

Devletlerin, toplumların ve kurumların kaderi bir bakıma iç içedir. XVI. yüzyıl Osmanlı yükselişinin zirveye ulaştığı asırdır. XVII. asırda ise yükseliş durmuş duraklama başlamıştır. Evvelce son derce uyumlu çalışan tekke – medrese arasında[2] çatışmalar görülmüştür. Hattâ bu asırda iki zümre arasında ciddî tartışmalar çıktı. Kadızâde-Sivâsî tatışmaları tipik bir örnektir. Bu kavgalar, her iki kurumun da aleyhine sonuç vermiştir.

Osmanlıdaki duraklamadan her kurum gibi tekkeler de payını aldı. Tekkeler kolay geçim yeri olarak devam edenler çıktı. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” sözü bu anlayışın eseridir denebilir. Kuruluş yıllarındaki dinamik, yapıcı ve almaktan çok verici durumdaki derviş tipleriyle bunları kıyasladığımız zaman yanlışlıkları ortaya çıkar. Elbette bütün tarîkatler veya bir tarîkatin bütün mensuplarını aynı şekilde değerlendiremeyiz. Kötüler ve yanlışların yanında iyi ve doğrular her zaman vardır.

Osmanlının duraklama ve gerileme dönemlerinde tarîkatlerdeki muhtevâ kaybını; maddi ve şekli unsurlar devam ettiği halde, özden uzaklaşılmayı Yahya Kemal “İthaf” adlı şiirinde şöyle ifâde eder:

Abâ var post var meydanda er yok
Horasan erlerinden bir haber yok
Uzun yollarda durdum hiç eser yok
Diyâr-ı Rûm’a gelmiş evliyâdan
[3]

Nihayet 1925’te bütün tekkeler kapatıldı. Gelenekte bir kesinti ve kopukluk olduğundan dolayı, günümüzdeki tarîkat tezahürlerinin, olması gereken seviyenin çok uzağında bulunduğu bir gerçektir. Yarım asrı geçen bir yasaklama döneminden sonra tarîkat kurumunun sağlıklı bir yapı göstermesi beklenemez. İstisnâları bulunmakla birlikte, çoğunluğu îtibâriyle ehil kişiler tarafından temsil edildiği ve yürütüldüğü söylenemez.

Tekke Vakıfları

Tarîkatlerde seviye kaybetme sebeplerin biri, bazılarında şeyhin “yoldan gelme” esâsına göre değil de “belden gelme” usûlüne göre belirlenmesidir. Bir oğul iyi yetişmişse ve lâyıksa mesele oktur. Ama ehil olmayan kişilerin, sâdece şeyhin çocuğu olmak avantajı ile tekkelere şeyh tâyin edilmesi yanlıştır. Bu durum tasavvuf eğitiminde seviye düşmesinin sebeplerinden biridir.

Yeterli olmayan bir kişinin şeyhliğe getirilmesi, daha çok tekkenin vakıfları, maddî imkânları ve sosyal konumundan faydalanma amacı güder. Oysa tasavvuf bütün bunlara kapılmamayı isteyen, kişisel menfaatlerin üstüne çıkılmasını öğütleyen bir anlayıştır.

Tarîkatlerin parayla ve maddeyle olan imtihanı kaybetmesinin ilk örnekleri, zengin vakıflı tekkelerdeki durumdur denebilir. Tekkeler irili ufaklı belli bir müştemilâta sahip idi. misâfirhâne, aşevi, okul gibi çeşitli hizmetler verirdi. Bütün bunların finansmanı için vakıflara ve çeşitli gelir kaynaklarına ihtiyacı vardı.[4]

Tekkeler aynı zamanda şeyh âilesinin ve yakın çevresinin meskeni ve maîşet kaynağı idi. Bir şeyhin vefâtıyla, bu imkânların kaybolmaması ve âilenin kurulu düzeninin bozulmaması için şeyhliğin babadan oğula geçmesi yoluna gidildi. Bu yüzden tekkeler kapanınca bazı şeyhler ve âileleri geçim sıkıntısına düştü. Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbaki Dede (1883-1935) tipik bir örnektir. Kendisi iyi yetişmiş entelektüel bir Mevlevî idi.

Tekkeler kapatılınca bütün dergâhlar gibi Yenikapı Mevlevîhânesi’nin vakıflarına da el kondu. Dergâh mensuplarının gelirleri kesildi. Geçim sıkıntısı baş gösterdi. Abdülbâkî Dede âilesinin maîşetini temin için iş aradı. Ufak tefek bâzı görevler bulduysa da bunlar ona göre değildi ve devamlı olmadı. Topkapı civârında kiralık bir evde çok zor şartlarda yaşarken hayat yükü çok ağır gelmeye başladı ve 52 yaşında vefat etti.[5]

Mâsivâyı terk

Günümüzde tarîkatler resmen yasak olduğu halde fiilen açık görünüyor. Bu sebeple bir otorite tarafından kontrolü, çeki düzen verilmesi mümkün değildir. Çeşitli çevrelerce tasavvuf ve tarîkatlere ağır eleştiri ve ithamlar yöneltilmektedir. Bunların bir kısmı ideolojik sebeplere yani din veya tasavvuf karşıtlığına dayanır. Haklı olan tenkitler de var, şöyle ki:

Tasavvufta asıl olan kalbi mâsivâdan temizlemek ve Hak sevgisi ve îmânıyla doldurmaktır. “Mâsivâ”, Hak’tan gayrı her şeydir.

Yaşamak için paraya, maddeye ihtiyaç vardır. İnsan kolayca maddenin esîri olabilir. Tasavvuf bu esâretten kurtulmanın yollarını gösterir. İnsanı bir gemiye; maddeyi, dünyâyı, parayı da denize benzetirsek, Hz. Mevlânâ’nın ifâdesiyle; geminin yüzmesi için su lâzımdır, fakat su geminin içine (kalbe) dolarsa gemi batar.[6] Kur’an-ı Kerîm’in ifâdesiyle: “O gün ne mal ne evlât fayda vermez, kalb-i selimle gelenler müstesnâ.”[7] Bağdadlı Rûhî bu mânâyı şöyle nazma geçirmiştir.

Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler

“Yevme lâ yenfau”da kalb-i selîm isterler

Tasavvuf târiflerinden biri şöyledir: “Ne bir şeye mâlik olman, ne de bir şeyin sana mâlik olmasıdır.”[8] Yani mal mülk, para, makam, mevki gibi maddî şeyleri aşırı derecede sâhiplenmemen, onların kölesi olacak şekilde hareket etmemendir. Bu durum varlıklı olmaya engel değildir. Yeter ki ihtirasla onlara bağlanılmasın ve mal sevgisi Hak sevgisine engel teşkil etmesin.

Hikâye ve Sinemada Tarîkat

Günümüzdeki tarîkatlere yöneltilen önemli eleştirilerden biri, bâzılarının birer holding hâline geldiği ve amacından uzaklaştığıdır. Bunların içyapısını ve asıl olan tasavvuf eğitimini nasıl uyguladıklarını bilmiyoruz. Ama görüntü olarak maddîleştikleri bir gerçek. Bu konuda edebiyat ve sanata yansıyan tipik örnekler var.

Nurettin Topçu daha 1958’de Taşralı adlı kitabında “Mübârek Zat” başlıklı hikâyesinde[9], özden uzak, gösterişçi ve şekilci zenginlerin devam ettiği bir tarîkat şeyhinden bahseder. Yazar kendisi tasavvufu seven ve intisaplı biri olmasına rağmen bu ağır eleştiriyi yapmaktan geri kalmaz.

Mustafa Kutlu’nun “Sır” adlı hikâye kitabında 1980’lere âit gözlemler yer alır. Hikâyenin kahramanı köyde mütevâzı bir derviş iken, kaderin sevkiyle şeyhlik mevkiine geçer ve varlıklı müritlerin zorlamasıyla büyük şehre taşınmak mecburiyetinde kalır. Buradaki lüks ve zengin hayat tarzı karşısında bocalar.[10]Aynı kitap içindeki “Mürit” adlı hikâyede de benzer konu işlenir.

Bu iki olay sırasındaki zaman diliminde tarîkatler, hükmettikleri mâlî imkânlar bakımından henüz günümüzdeki kadar büyümemişlerdi. Adı geçen yazarlarımız sanatkâr sezgisiyle meselenin vehâmetini farketmişler denebilir. Türkiye’nin gelişmesine paralel olarak tarîkat temelli bazı kurumlar da ekonomik bakımdan büyüdüler. Daha yakın zamanlara âit çarpık durumu bir ölçüde, 2005 yapımı “Takvâ” filminde görürüz.

Takvâ filminde günümüzde kendi hâlinde dervişliğin kolay olduğu, işin içine akçe hesâbı girince vaziyetin değiştiği, kimilerini paranın bozduğu, tarîkatlerin hayli karışık gelir gider kalemleri bulunduğu anlatılır. İnançlı, dindar ve takvâ sahibi insanların, günümüz dünyâsında, modern kapitalist sistemin çarkları içinde ezilmeye mahkûm oldukları ve bundan kurtuluş çârelerinin olmadığı gibi bir mesaj verilir.

Dünyevîleşme

Dünyevîleşmenin arttığı, kapitalist çarkların bazı tarîkat çevrelerini de etkisine aldığı bir gerçektir. Bunların ileri gelenleri başlangıçta iyi niyetle yola çıkarlar. Öğrenci yurtları, dershâneler derken okullar açarlar. Buralarda îmanlı, vatanına ve dînî-millî değerlerine bağlı gençler yetiştirme gāyesindedirler. Bütün bunlar için para lâzımdır. Sonunda para, araçken amaç hâline gelebilir.

Dünyâyı hükmü altına almış olan vahşî kapitalizmin değişmez kuralları vardır. Kapital, mal ve servet devamlı büyümeyi hedefler. Ne pahasına olursa olsun rakiplerinden geri kalmamak, hattâ onları geçmek ister. Böyle bir anlayış insan kalbini katılaştırır, duyguları köreltir. Mânen olgunlaşmak için yola çıkan kimsenin mal ve parayla imtihanı çetindir. Okul açmak, gençleri yetiştirmek gibi idealler zamanla ikinci planda kalabilir.

Tarîkat ve Cemaat Okulları

Bu vesîleyle biraz konu dışına çıkarak şunu soralım: Âileleri tarîkat ve cemaat okullarına, yurtlarına yönelten sebepler nelerdir? Birincisi ekonomik, ikincisi ideolojik sebeptir. Ne yazık ki sosyal devlet ilkesini tam uygulayamadık. Öğrenciler için yeterli yurt ve binâ imkânı sunamadık. Bu boşluğu değerlendiren cemaat ve tarîkatler, maddî durumu iyi olmayan öğrencilere iâşe ve ibâte imkânı sunarak onları kolayca avlamaktadır. Devletimiz zenginleştikçe bu alandaki eksikler kapanıyor.

İdeolojik sebebe gelince: Tanzîmat’tan beri sürüp gelen pozitivist, materyalist ve seküler zihniyet, Cumhuriyetle birlikte zirveye çıktı. Katı laiklik anlayışı yer yer din karşıtlığı şeklinde uygulandı ve algılandı. Bu yüzden muhafazakâr insanlarımız devlet okullarına şüpheyle yaklaştı. Okutursa oğlunun, kızının ana babasını ve içinde yetiştiği kültür ve geleneği beğenmeyeceğinden korktu.

Rahmetli babam muhafazakâr zihniyete sâhip tipik bir Anadolu insanıydı. 1954’te ilkokulu bitirince beni Kur’an Kursu’na vermeyi düşünüyordu. O yıllarda yeni açılmış olan İmam-Hatip Okulu’na bile göndermek istemiyordu. Çünkü orası da laik devletin okuluydu. Adı İmam-Hatip de olsa oğlunun kafasını değiştirebilirdi. Sonunda kerhen de olsa aklı eren bazı tanıdıklarının telkîniyle beni bu okula kaydettirmek durumunda kaldı. O yıllarda babam gibi düşünenler hiç de az değildi.

Bu anlayış gittikçe zayıflasa da hâlâ etkilerini devam ettiriyor. Bir kısım halkımız çocuklarına hem normal lise eğitimi yaptırmak istiyor, hem de onların daha düzgün ve îmanlı yetişmesini arzu ediyor. Bu düşünceyle tarîkat ve cemaat okullarını tercih ediyor.

Sözün Özü

Esas konumuza dönecek olursak, dünyevîleşmeden ve kapitalist zihniyetten, bir kısım tarîkatlerin etkilendiği bir gerçektir. Doğrusu bu zor bir sınavdır, ama başarılması imkânsız değildir. Bunun örnekleri çoktur. Müstağnî bir zengin, ihtiraslı bir yoksuldan makbuldür. Tasavvufta övülen “fakr” maddî yoksulluk olmayıp, kişinin kendini her an Allah’a muhtaç hissetmesidir. “Allah ganî (zengin, ihtiyaçsız), sizler fakir (muhtaç)sınız.”[11]

Naslarda bu konudaki dengenin ölçüsü vardır. “Mal ve evlât dünya hayâtının süsüdür”[12] denirken, öte yandan “Mal ve evlât fitnedir”[13] buyrulur. Dengeyi kuran ise şu ve benzeri âyetlerdir: “Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.”[14] Bunu pekiştiren ise, yukarıda belirttiğimiz üzere kalb-i selîm sâhibi olmaktır. “Selîm kalp” mâsivâ ilgisinden, malı mülkü put edinmekten arınmış kalptir.

Evet, fazla mal, fazla güç insanı bozar. İşte tasavvuf tam da bunun için lâzımdır. Kalbi Hak ve halk sevgisiyle dolu, tasavvuf ahlâkını benimsemiş kimseler, bu sınavda başarılı olurlar. Onların ölçüsü Yunus’tadır:

Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum bana seni gerek seni


(Bu makale Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın Ocak 2017 tarihli 181. Sayısında yayınlanmıştır.)

DİPNOTLAR


[1] Bkz. Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I, 289; İstanbul, 1971
[2] Asırlar itibariyle meşâyıh ve ulemâ münâsebetleri için bkz. Reşat Öngören, Osmanlıda Tasavvuf (XVI. Yüzyıl), İz yayıcılık, 2000; Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (XVII. Yüzyıl), OSAV, 2001; Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İnsan yayınları, 2003; Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), İnsan yayınları, 2003
[3] Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul, 1962, s. 125
[4] Bir tekkenin vakıfları, gelir kaynakları yerleriyle ilgili bir çalışma için bkz. Saim Savaş, Bir Tekkenin Dînî ve Sosyal Târihi, Dergah yayını, İstanbul, 1992
[5] Abdülbaki Dede için bkz. Mustafa Erdoğan, Abdülbaki Baykara Dede Hayatı Şahsiyeti ve Şiirleri, Dergâh yayınları, İstanbul, 2003; Mehmet Demirci, “Son Mevlevî Şeyhlerinden Bazılarının Hazin Hikâyeleri”, www. mehmetdemirci, org, “Bildiriler”
[6] Mevlânâ, Mesnevi, çev. Velet İzbudak, beyit: 985
[7] Şuarâ sûresi, 26/88-89
[8] Kuşeyrî Risâlesi, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh yayını, İstanbul, 2003, s. 368
[9] Nurettin Topçu, Taşralı, İstanbul, 1959, s. 29-48; aynı eser, 6. Baskı, Dergâh yayını, 2013. Topçu’nun tasavvufî görüşleri için bkz. Nurettin Topçu’ya Armağan içinde Mustafa Kara ve Emin Işık’ın yazıları, Dergâh yayını, 1992
[10] Mustafa Kutlu, Sır, Dergâh yayını, İstanbul, 2012
[11] Muhammed sûresi, 47/38
[12] Kehf sûresi, 18/46
[13] Teğâbün sûresi, 64/15
[14] Münâfikun sûresi, 63/9
Yazar
Mehmet DEMİRCİ

1942’de Konya’nın Bozkır ilçesine bağlı Kovanlık köyünde doğdu. Konya Akçeşme İlkokulu ve Konya İmam-Hatip Okulu’nda okudu. 1965’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldu. Orta dereceli okullarda iki yıl öğret... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen