Mustafa DELİKURT
Anayasa değişikliği önerisi mecliste kabul edildi. Ancak, yeterli oy çoğunluğu sağlanamadığından, önümüzdeki aylarda halkoyuna sunulacak (referandum yapılacak).
Sözkonusu değişiklikler yapılacak halkoylamasında seçmenler tarafından onaylandığı takdirde, yürürlüğe girecek. Bu durumda, seçilecek Cumhurbaşkanı, partili olabilecek (ve, muhtemelen, partisinin genel başkan olacak); meclisi feshetme, yüksek yargının ve HSK (Hâkimler ve Savcılar Kurulu) üyelerinin çoğunluğunu doğrudan ya da dolaylı olarak belirleme, üst düzey ve üst kademe kamu yöneticilerini atama ve görevden alma, bu konularla ilgili usûl ve esasları belirleme; olağanüstü hâl ilân etme, TBMM adına karararnâme çıkarma vb. yetkilere sâhip olacak.
Cumhurbaşkanı tarafından ─TBMM onayı olmaksızın─ re’sen belirlenecek olan Cumhurbaşkanlığı yardımcıları ve bakanlar, yalnızca Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacaklar; TBMM’ nin gensoru verme, güven/güvensizlik oylaması yapma, bakanları ve Bakanlar Kurulunu denetleme yetkileri kaldırılacak; bunlara, milletvekilleri tarafından yalnızca “toplumu ilgilendiren konularda” yazılı soru sorulabilecek[1].
Milletvekillerine, Başbakanlık makamının ilga edilmesiyle birlikte “yürütmenin başı” durumuna gelecek olan Cumhurbaşkanına “toplumu ve Devlet faâliyetlerini ilgilendiren konularda” yazılı soru sorma hakkı/yetkisi tanınmamaktadır.
Anayasanın değiştirilen maddeleri arasında, cumhurbaşkanı ve yardımcıları ile bakanlar hakkında soruşturma açılabilmesi ve yüce divana sevkedilebilmeleri için getirilen ─sırasıyla─ 3/5 ve 2/3 nispetinde meclis çoğunluğunun sağlanması şartı, sözkonusu soruşturmaların açılmasını ve suçlu görülenlerin yüce divana gönderilebilmesini son derece güçleştirmektedir. Kaldı ki, üyelerinin önemli bir kısmı cumhurbaşkanı tarafından belirlenen yüksek yargının ve meclisin denetim görevini nasıl yerine getirebileceği de ayrı bir sorundur.
En fazla iki dönem için seçilebilecek olan Cumhurbaşkanı, ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi hâlinde, bir defa daha aday olabilecektir. Böylece, fiîlen, Cumhurbaşkanına üç dönem seçilebilme imkânı sağlanmış olmaktadır[2].
Anayasada yapılacak değişikliklerle, bir anlamda, “seçilmiş cumhurbaşkanı” sınırsız yetkilerle donatılacak, buna karşılık yargı ve yasama denetiminden ─hukûken değilse de, fiilen─ muaf olacaktır[3].
Devlet gücünü arkasına almış, âdetâ devlet ile bütünleşmiş bir cumhurbaşkanının karşısında, rakiplerinin nasıl varlık gösterebilecekleri; faraza, cumhurbaşkanının, müteakip seçimi kaybettiği hâlde, makamını terketmek istememesi durumunda, iktidar değişiminin nasıl sağlanabileceği gibi konular, sistem değişikliğine gidilmeden önce, üzerinde ciddiyetle tartışılması gereken hususlardır.
18 yaşını henüz doldurmuş, ─istisnâî hâller dışında─ bir ailenin/işyerinin sorumluluğunu üstlenme konusunda kaydadeğer bir tecrübesi olmayan bireylere “seçilme” yetkisi verilmesinin (yâni, ülkenin mukadderatı üzerinde doğrudan söz sâhibi kılınmasının) gerekçeleri ve olumlu/olumsuz sonuçlarının ne olacağı hususu da önemli bir tartışma konusudur.
Hâlihazırdaki “parlamenter sistemin” ve yerine getirilmek istenilen “başkanlık (Anayasal adı, Cumhurbaşkanlığı) sisteminin faydalı ve mahzurlu taraflarının neler olduğu; Türkiye’nin hangi sebeplerle “sistem değişikliği” yapması gerektiği gibi hususların, geçmişteki tecrübelerden yararlanılarak, akıl ve mantık rehberliğinde, soğukkanlılıkla tartışılabildiği söylenemez. Bu konuda gerçekten akl-ı selim ile hareket eden ve konuyu önyargısız biçimde tartışarak, topluma rehberlik etmeye çalışan izan sâhibi hakiki aydınlar, ne yazık ki, seslerini topluma duyurmak konusunda büyük güçlük yaşıyorlar.
Anayasal sistemde etraflıca düşünülmeden yapılacak düzenlemelerin, ileride telâfisi güç sorunlara yol açması muhtemeldir. Referandum târihinin yaklaştığı şu günlerde, yâni henüz vakit varken, “söyleyecek sözü olan” herkesin, konunun “akl-ı selim çerçevesinde” tartışılmasına katkıda bulunmaya çalışmasının elzem olduğunu düşünüyoruz.
Niçin Başkanlık?
Parlamenter sistemden vazgeçilerek, yerine Başkanlık sistemi tesis edilmesi konusunda ileri sürülen gerekçelerin başında, “Türkiye, bundan böyle koalisyonlara mahkûm olmasın” iddiası gelmektedir. Türkiye, yaklaşık 14 yıldır “tek parti iktidarı” tarafından yönetilmektedir. Demek ki, “tek parti iktidarı” için sistem değiştirmeye gerek yoktur. Mevcut partilerin, toplumun sorunlarını çözmekte yetersiz kaldıkları, seçmenlere yeterli güveni veremedikleri durumlarda, koalisyon hükûmetlerinin kurulması, demokrasinin bir gereğidir. Seçmenlerin çoğunluğundan güvenoyu alamayan bir siyâsî partiyi, anayasa ve kanunlarda düzenleme yaparak ─zoraki─ iktidara taşımaya çalışmak, sorunların daha da müzminleşmesinden başka bir sonuç yaratmayacaktır.
“Partili Cumhurbaşkanı” konusunda, Türkiye, bilhassa 1950-1960 döneminde acı tecrübeler yaşamıştır. Dönemin ortalarından itibâren, uygulanan politikaların da etkisiyle, sosyo-ekonomik sorunların ağırlaşmaya başlamasıyla birlikte, DP hükûmeti muhalefete karşı tavrını sertleştirmiş, bu durumda tarafsız olması ve ortamı yatıştırıcı bir tavır takınması gereken Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, ne yazık ki, Cumhurbaşkanı olarak kendisinden beklenen “hakem” tavrını ortaya koyamamıştır. Cumhurbaşkanının mensubu olduğu partiyi (DP) kayıran tutumu, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki gerginliğin daha da artmasına yol açmış ve bu dönem ─bilindiği gibi─ 27 Mayıs darbesi ile sonuçlanmıştır.
1961 Anayasasında, 1950-1960 arasındaki döneme bir tepki olarak, yürütmenin yetkileri olabildiğince budanmış ve/veya kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Ülke yönetiminin asıl sorumluluğu üzerinde bulunan icrâ makamının bu kadar zapturapt altına alınması uygulamada önemli sorunlara yol açmış; “halkın oyları ile seçilen hükûmetlerin yargı kanalıyla elinin-kolunun bağlanmak istendiği” şeklinde ithamların yapılmasına sebebiyet vermiştir.
1982 Anayasasında da, bu defa, 1961 Anayasasına tepki olarak, özgürlükleri kısıtlayıcı nitelikte hükûmlere ağırlık verilmiş, Cumhurbaşkanının yetkileri artırılmıştır.
1876′ dan günümüze kadar yaşan tecrübeler göstermiştir ki, tepkisel nitelikteki hükûmler ihtiva eden anayasal düzenlemeler, bir müddet sonra beklentileri karşılamakta yetersiz kalmakta ve anayasa değişiklik taleplerinin yeniden gündeme gelmesine yol açmaktadır. Bu sebeple, yeni anayasa çalışmalarının, aceleye getirilmeden, suhuletle yürütülmesi ve toplumun bütün kesimlerinin beklenti ve taleplerinin ─mümkûn mertebe─ gözönünde bulundurulmasına özen gösterilmesi, elzemdir.
Öteyandan, bilhassa vurgulamak isteriz ki; 1961 Anayasası ile getirilen “tarafsız cumhurbaşkanı” ilkesi, aslında parlamenter sistemin ruhuna son derece uygun bir düzenleme idi. Cumhurbaşkanının, Meclis’te 2/3 çoğunluk ile seçilmesi şartı konulmak suretiyle, toplumun geniş bir kesimi tarafından kendisine güven duyulan “tarafsız/babacan” bir kişiliğin cumhurbaşkanlığı makamına getirilmesi, amaçlanmıştı. Bu nitelikteki cumhurbaşkanı, özellikle “güçler ayrılığı ilkesi”nin hayata geçirilmesi bakımından son derece büyük önem arzetmektedir.
Demokratik nizamın omurgasını oluşturan hususlardan birisi, “güçler ayrılığı” ilkesidir. Bu ilke gereğince, yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkilerin çok hassas bir şekilde dengelenmesi; sözkonusu erklerin birbirini tahakkûmü altına almasına izin verilmemesi gerekir. Başka bir anlatımla, yürütme üzerinde yargı ve yasama denetiminin tesis edilmesi, ancak bu yapılırken de, yürütmenin kânûna/hukûka uygun icraatlarını ─herhangi bir amaçla─ engelleyecek ve/veya geciktirecek uygulamalara müsaade edilmemesi, büyük önem taşımaktadır.
Toplumun geniş bir kesiminin desteği/mutabakatı ile “bir dönem için” seçilen “tarafsız/partisiz” cumhurbaşkanının, bilhassa yüksek yargı üyeleri ile mülkî âmirler, teftiş ve denetimle görevli olanlar, üst düzey kamu görevlileri gibi “hassas” ve “tarafsızlık gerektiren” görevlerde bulunanların atamalarının yapılması; keza, savunma, emniyet ve istihbarat hizmetlerinin yürütülmesi ve bu konulara ilişkin atamaların yapılması gibi konularda söz sahibi olması, demokrasinin işleyişi ve hukuk güvenliğinin sağlanması bakımından son derece önemlidir. Tabii, seçilmiş iktidarın, seçimlerden önce taahhüt ettiği politikaları hızlı/etkin bir şekilde uygulayabilmesi için, “uyum içinde çalışabileceği bir takım oluşturabilmesine” de fırsat verilmesi gerekir.
1961 Anayasasında, “Meclisin, 2/3 çoğunlukla, yâni uzlaşma yoluyla cumhurbaşkanını seçme olgunluğunu gösterememesi durumunda ne yapılacağı”nın belirlenmemesi, anayasal sistemin en büyük zaaflarından birisi olmuş ve 1980 yılında, cumhurbaşkanının aylar boyunca seçilememesi, darbeciler tarafından “darbenin gerekçeleri arasında” gösterilmiştir.
1982 Anayasasında, Cumhurbaşkanlığı seçiminde benzer buhranların yaşanmaması için “cumhurbaşkanının ilk iki turda ‘salt çoğunluk’ ile seçilememesi” durumunda, “3. turda en yüksek oyu alan iki adayın katılacağı 4. turda, en fazla oyu alanın seçilmesi” kuralı getirilmiş, ancak bu uygulama ─toplumun geniş kesimlerinin desteğine sâhip, iktidar ile muhalefet arasında denge unsuru olacak─ “tarafsız cumhurbaşkanı” uygulamasının ruhuyla çelişmiş ve sistemin yozlaşmasına zemin hazırlamıştır.
Yapılması gereken, cumhurbaşkanının nitelikli çoğunlukla seçilmesini sağlayacak, iktidar ve muhalefeti bu konuda “zorlayacak” önlemlerin alınması idi. Fakat, darbe ortamında yeterli tartışma zeminin olmaması, pek çok konu gibi, bu konunun da “sonuçları iyi düşünülmeden” ihdas edilen hükûmlere bağlanması sonucunu doğurmuştur. Bu öngörüsüzlük, 2010 yılında yapılan ve “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi” uygulamasını getiren değişiklik konusunda da sözkonusu olmuştur. Günümüzde yaşanan tartışmaların gündeme gelmesinin önemli sebeplerinden birisi de, sözüedilen uygulamadır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, “sistemin iki başlı hâle geldiği” iddialarına zemin hazırlamıştır.
Anayasa konusunda, yeterince tartışılmadan, toplumun geniş kesimlerinin desteği sağlanmadan, kısa vadeli siyâsî kazanımlar gözetilerek yapılacak düzenlemelerin ileride ne kadar ciddi sorunlara yol açtığının görülebilmesi bakımından, yakın târihimizde yaşanan tecrübeler yeterli fikîr verecek niteliktedir.
Başkanlık sistemini savunanlarca, “anılan sistemin Türklerin tabiatına uygun olduğu” tezi ileri sürülmektedir ki, bu iddia târihî gerçeklerle örtüşmemektedir. Türk Devletlerinde, târih boyunca, devlet başkanının (Kağan, hakan, han, yabgu, tanhu, ilteber, sultan, padişah vs.) yanında, yardımcı olarak, günümüzdeki başbakanın vazifesini ifâ eden yüksek rütbeli bir devlet görevlisinin (ayguci, üge, vezir, sadrazam vs.) ve, onun başkanlığında ─günümüzdeki bakanlar kurulunun bir benzeri olan─ yüksek rütbeli devlet görevlilerinden mürekkep bir heyetin (divan vs.) görev yaptığı, bilinmektedir.
Üstelik, Türk târihinin hiç bir döneminde, devlet başkanları sınırsız yetkilere sâhip olmamışlardır. Bilhassa, İslâmiyet öncesi dönemlerdeki bâzı uygulamalar, günümüzdeki bâzı ileri demokrasi uygulamalarını aratmayacak niteliktedir.. Yılın belirli dönemlerinde ─düzenli olarak─ toplanan kurultaylarda önemli konular (yeni vergilerin salınması, mevcut vergilerin artırılıp azaltılması, barış/savaş kararları, uluslararası antlaşmaların onaylanması, törenin tanzimi vs.), görüşülmekte ve karara bağlanmaktaydı. Kurultay üyelerinin geniş yetkileri hâiz oldukları, gerektiğinde hükûmdârın azline ve yerine kimin seçileceğine karar verilebildiği, bir vakıadır. İslâmiyetin kabûlünden sonra yerleşik düzene geçilmesi, yetkilerin merkezde toplanmasını zorunlu kılmış, siyâsî-iktisâdî-içtimâî nizamın da yeni dönemin gerekleri doğrultusunda farklılaşmış olması sebebiyle, yukarıda bahsedilen uygulamaların bir kısmından (kurultay toplanması vs.) zaman içinde vazgeçilmiş ise de, hükûmdarlar (padişahlar, sultanlar), “adâlet, meşveret, ehliyet” gibi ─demokrasi kültürünün gelişimi ve hukûk düzeninin güçlenmesi bakımından büyük önem taşıyan─ kurallara riayet etmeye özen göstermişlerdir.
Sıkça telâffuz edilen hususlardan birisi de “Dünyânın en güçlü ilkesi ABD Başkanlık sistemi ile yönetiliyor, bizde niçin olmasın?” söylemidir. Oysa ki, ABD’ de, başkanlık sisteminin ideal şekilde uygulanmasını mümkün kılan, güçler ayrılığı ilkesinin kusursuz denilebilecek şekilde uygulanmasını sağlayan denge-denetim mekanizmaları oldukça iyi tasarlanmıştır ve büyük bir hassasiyetle uygulanmaktadır. Başkanlığa yeni seçilen Trump’ın “bâzı İslâm ülkelerinden gelecek göçmenlerin ülkeye girişine izin verilmemesi” konusundaki kararının Seattle eyaletindeki bir federal yargıç (James Robart) tarafından askıya alınabilmesi, bu durumun son örneklerinden birisi olarak kabul edilebilir.
Geçmiş yıllarda, ABD başkanlarından Bill Clinton, bir bayanla ilişkisi konusunda kamuoyuna yanıltıcı açıklamalarda bulunmasından ötürü suçlanmış ve hakkında soruşturma açılmıştı. Keza, 1970’li yıllarda, bir başka başkan, Nixon, siyâsî rakipleri hakkında “etik dışı” uygulamalarda bulunduğu tespit edilince, hakkında soruşturma açılmış, bunun üzerine Başkanlıktan istifa etmek suretiyle, hapse girmekten kurtulabilmişti.
ABD Başkanının pek çok kararının (üst düzey devlet görevlilerinin atanması, uluslararası anlaşmaların yürürlüğe girmesi vs.) Kongre’nin onayına bağlı olduğu, bilinmektedir[4]. Başkanın Senato ve Temsilciler Meclisini fesh edebilmesi sözkonusu olmadığı gibi, bir takım güvenlik sorunlarını gerekçe göstererek, yargıyı ve yasamayı devre dışı bırakmak suretiyle, ülkeyi Başkanlık Kararnameleri ile yönetmesi, kendisini eleştirenleri ve muhtemel siyasi rakiplerini hukuk dışı yollarla engellemeye çalışması, düşünülemez.
Üstelik, ABD’ de, Başkanın (ve, devlet kurumlarının) hukuk düzeni ve demokratik teamüllere uygun davranması gerektiği konusunda kamuoyunun yüksek bir hassasiyete/bilince sâhip olduğu, bu konularda topluma hizmet sunan gönüllü teşekküllerin son derece etkin ve yaygın olduğu, bilinen hususlardır.
Trump’ın Başkan seçilmesi üzerine, bu gelişmeyi ülkeleri için tehlikeli bulan milyonlarca insanın, hiç bir endişeye kapılmadan, ülkenin her tarafında demokratik gösteri haklarını kullanabilmeleri, ABD’nin ─ülkemiz gündemindeki─ anayasa değişikliği için emsal gösterilemeyeceğinin belki de en açık kanıtıdır.
KAYNAKLAR
[1] Anayasa değişikliği teklifinin 6. maddesiyle (Anayasa Komisyonu’nda 5.madde olarak kabul edilmiştir), Anayasa’nın 87. maddesinin değiştirilmesi teklif edilmekte ve “…Bakanlar Kurulunu ve Bakanları denetlemek…” görev ve yetkisinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev ve yetkileri arasından çıkarılması öngörülmektedir.
[2] Anayasa değişiklik teklifinin 12. maddesi ile, Anayasa’nın 116. maddesi değiştirilmektedir. Buna göre, 116. maddenin 3. fıkrası şu şekildedir; Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.
[3] Konu hakkında geniş bilgi için bkz. TBB, Anayasa Değişikliği Teklifi’nin Karşılaştırmalı ve Açıklamalı Metni, http://anayasadegisikligi.barobirlik.org.tr/Anayasa_Degisikligi.aspx; Ayrıca bkz. Al Jazeera Turk, Anayasa teklifinin tam metni, http://www.aljazeera.com.tr/haber/anayasa-teklifinin-tam-metni (17.01.2017)
[4] Geniş bilgi için bkz; Ergun ÖZBUDUN, Hükûmet Sistemi Tartışmalar, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/309-hukumet-sistemi-tartismalari; Mehmet Kahraman, Hükümet Sistemi Tartışmaları Bağlamında Başkanlık Ya Da Yarı-Başkanlık Sistemlerinin Türkiye’de Uygulanabilirliği, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/304-hukumet-sistemi-tartismalari-baglaminda-baskanlik-ya-da-yari-baskanlik-sistemlerinin-turkiye-de-uygulanabilirligi; Hasan TUNÇ ve Bülent YAVUZ, Avantaj ve Dezavantajlarıyla Başkanlık Sistemi, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/291-avantaj-ve-dezevantajlariyla-basakanlik-sistemi; Sait YILMAZ, Başkanlık Sistemi; ABD, Türkiye’ye Örnek Olabilir mi?, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/272-baskanlik-sistemi-abd-turkiye-ye-ornek-olabilir-mi; Faruk UYSAL, ABD’de Kongrenin Yapısı ve İşleyişi, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/264-abd-de-kongrenin-yapisi-veisleyisi,