İran Olayları: Esfel-i Safilin

Esat ARSLAN

Geçen haftaki yazımızda dünya kamuoyunun gözünün boyanması konusunda algı operasyonlarıyla AB(D)-İran arasında kapalı kapılar arasında geçmişten günümüze gizli görüşmelerin yapıldığını ve her iki ülke arasında gizli kanalların mevcudiyetinden bahisle bu danışıklı dövüşün parametrelerini sizlerle paylaşmıştık. Bu bir ufuk açma çalışmasıydı, sevgili okurlar. Bu haftaki yazımızda da bu konu üzerinde biraz daha derinleşerek, artık iyiye açığa çıkmış olan bulguları sizinle paylaşmaya devam edeceğiz.

Bir de neden yazımızın başlığı neden böyle seçtiğimi sorarsanız, ben de derim ki, Trump liderliğindeki ABD yönetimi ve kurulu müesses nizam, dünyayı öyle bir duruma getirdiler ki, onların gözünden bütün dünya tamamen bu sözcükle görünür hale geldiğini söylemekle iktifa etmek istiyorum. Hani bir pop müzik parçasında seslendirildiği gibi, -bize de söylenilecek söz bırakmıyorlar-“Sen neymişsin be Abi!! Ne diyelim, Peki, peki anladık: Her şeyden sen anlarsın. Peki, peki anladık: Her şeyi sen bilirsin”

Biliyorsunuz, “Sam Amca” ile AB’nin açık ara lideri “Hans Efendi” sırça köşkte yürüyen iki fildir, uluslararası arenada. Böyle tanımlanır beynelmilel dünyada. Adım attıkça kırar, döker her şeyi; debelendikçe de birçok şey açığa çıkar. “Trump ve Şürekâsı” şimdi tam da böyle. Fütursuzlukları o kadar artmış ve köşeli hale gelmiştir ki, artık her yeni gün dünya kamuoyu için çekinmez, umursamaz bir durumu dikte ettirmektedir. Son zamanlarda bütün yetilerini, hünerlerini ortaya çıkarmaya dünyanın geri kalanının da enayileştirmeye çalıştıklarını da açık seçik, ulu orta söylemekte her hangi bir sakınca görmemektedirler. Bu durum öyle bir minval üzerinde akıp gitmektedir ki, insanın aklıyla dalga geçip, açıkça aklıyla oynanmaktadır. Sosyolojik bir olay gibi, “Delidir, ne yapsa yeridir.” vecizesi gibi kanıksanmıştır. Evet, sevgili okurlar açıkça insanın zekâsıyla dalga geçilmektedir. Oysa zekâ doğuştan, yaratılıştan gelen bir yetidir. Unutulan, unuttukları bir şey var, genelde kişinin avanaklığı, salaklığıyla dalga geçilir, ama zekâsıyla dalga geçilmez. Bunlar bütün dünyayı Türk karikatürünün efsane ismi Oğuz Aral’ın ünlü “Avanak Avni” ile Kemal Sunal’ın “Salako” tiplemesi gibi görmektedirler. Tabii bu arada kendilerini de “Deve Dilaver” addettiklerini bir yerlere kaydedelim.“Avanak Avni”yi anımsamayan var mı? Geçen yıl Kadıköy Belediyesi tarafından heykeli bile yapılmıştı. Tipik bir varoş çocuğu olan, sürekli ezilen ama hiç boyun eğmeyen, konuşmayı sökemediği için derdini anlatamayan, Leyla’ya sırılsıklam âşık ve sürekli Deve Dilaver’den dayak yiyen Avanak Avni. Bunların bir de medyatik olarak ürettikleri “idiokrasi” sözcüğü var. Bunun filmini bile çektiler, dünya küreselleşirken, yerelden bölgeden istenen, “Bilgisayar İngilizce”sini pardon, “İncilazca”sını bil, emojilerle anlaş konuşmana bile gerek yok. Hani yeteneksiz, bilisiz, bilgisiz, birikimsiz insanların erk sahibi olduğu yönetim tarzını bizlere dayatıyorlar. Dünya insanını 100 sözcükle derdini anlatmaya koşullandırılmış, sadece, yiyen, içen, uyuyan, sadece söylenilen komutları yerine getiren bir topluluk olmaya ikna ediyorlar, ikna turları düzenliyorlar.

15 Temmuz sonrası bizler ülkemizde hain kalkışmaya karşı saflarımızı sıklaştırmaya çalışırken, seçim kampanyasına doludizgin devam eden Trump, Obama’yı İran ile yapılan 2015 Nükleer Kısıtlamalar Anlaşmasının İran lehine delmekle suçlamıştı. Bu anlaşma, dünya gündeminde P5+1(ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) -İran Nükleer Kısıtlamalar Anlaşması- olarak yer almıştı. Anımsanılacağı üzere, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, uluslararası yaptırımların çoğunun kaldırılması karşılığında İran’ın nükleer programını frenlemek üzere 2015 yılında Nükleer Kısıtlamalar Anlaşmasını imzalamıştı.

2016 yılının Eylül ayında, çok değil 16 ay önce dünya Reuters tarafından yayınlanan ciddi bir istihbaratı raporunu tartışıyordu. Raporun Washington merkezli Bilim ve Uluslararası Güvenlik Enstitüsü tarafından yayınlanacağı, eski BM Silah Müfettişi ve raporun yazarlarından biri olan düşünce kuruluşu başkanı David Albright tarafından ifade edilmişti. Anılan rapor, müzakerelerde yer alan Albright’ın kimliklerini vermekten kaçındığı çok sayıdaki hükümet yetkilileri tarafından sağlanan bilgilere dayandığını da söylemekten kendini alamıyordu. İşte bu nedenle İsrail’in önde gelen medya kuruluşları bu konuyu özel gündeme taşımışlardı. Örneğin Haaretz Gazetesinden Jonathan Landay, 01 Eylül 2016 tarihli yazısına “ABD, İran’ın Nükleer Anlaşma Kısıtlamalarının Delinmesine Gizlice İzin Verdi” başlığını atarak önemli bulguları aşağıdaki şekilde özetlemişti:[1]

-İran’ın nükleer tesislerinde Düşük Seviyede Zenginleştirilmiş Uranyum (Low Enriched Uranium LEU) üretilmesine devam edildiğini, hem İran, hem de ABD tarafından bunun anlaşmanın istisnai hükümler arasında yer aldığını belirtilmiştir. Oysaki LEU nükleer silah için yüksek zenginleştirilmiş uranyum haline kolaylıkla getirilebilir.

– Rapordaki istisnaların, anlaşmanın uygulanmasını denetlemek amacıyla oluşturulan ortak komisyon (P5 + 1=BMGK üyeleri ve Almanya)tarafından pazarlık yaratabilmek amacıyla onaylandığını ifade etmektedir.

– Anlaşmadaki istisnaların yâda yasal boşluklardan yararlanmanın gizli olarak İran lehine devam ettiğini komisyonun İran’ı korumuş olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü gibi, zımnen, P5+1 tarafından 2015 anlaşmasıyla İran’a büyük ölçüde geniş istisnai maddeler bırakıldığı ifade edilmektedir. Seçim kampanyası sırasında Ekim 2016 ayında Cumhurbaşkanı Donald Trump’ın İran’a yönelik yeni bir politika yaklaşımını ortaya koyacağını ve İran’ın nükleer anlaşmasını tekrar onaylamayacağını açıkladığı konuşması izlemiştir. Donald Trump, Cumhurbaşkanı olduktan görevi teslim alacağı 20 Ocak 2017 tarihine kadar ABD’nin yaptırımlarından vazgeçmeye devam etmeye mi yoksa onları yeniden uygulamaya mı koymaya karar verdiği pek anlaşılmamış, 2015 nükleer anlaşması gelgit tehlikelerine maruz kalmıştır. ABD görünürde bu anlaşmayı fesh etmiş olduğunu ilan etse de kapalı kapılar arkasında danışıklı dövüşüne devam etmektedir. Ama unutmamak gerekir ki, ABD için çıkar her şeyden önemlidir.

Açık ve seçik bir şekilde ifade etmek gerekir ki, İran’ın kurulu düzenine karşı Türklerin meskûn olduğu Güney İran’daki protesto gösterileri önceden kararlaştırılmış olaylar zincirine göre zamanı gelecek şekilde uygulamaya sokulan bir planlı tatbikat olduğu savını güçlendirmektedir.  Öyle iddia ediyorum ki, bütün bu olaylar, dünyanın gözünün boyanması için kapalı kapılar arkasında İran ve AB(D) ilgilileri tarafından önceden planlanmış ve yeri ve zamanı geldiğinde uygulamaya sokulmuş olduğu savını güçlendirmektedir. İran’da ortaya konulmaya çalışılan şimdiki oyun, İran Yönetimi’nin İran’daki Türklerin karşı koyma refleksini ölçümleyerek kendi açıklarını kapatması, daha açık bir deyişle durum saptamasıdır. Olay daha önceki 2006 yılındaki karikatür krizini anımsatmaktadır. Anımsamakta yarar var. Ahundların, Mollaların güdümündeki İran’ın resmî gazetesi “İran”, 12 Mayıs 2006 tarihli çocuk sayısında “Ne yapalım da böcekler bizi böcekleştirmesin?” başlıklı makalede, Türklere yönelik ağır hakaretler içeren bir karikatür yayınlamıştı. Aslında ilk bakışta yapılabilecek bir değerlendirme ile çocuk ekinin plânlı olarak seçildiği anlaşılmaktadır. Belki de şu denilmeğe çalışılmıştır. “Canım işte alt tarafı çocuk eki, olayı bu kadar büyütmeğe değer mi?” görüntüsü verilmek istenilmiştir. Karikatürde Farsça konuşan bir çocuğun karşısında oturan hamamböceği Azerbaycan Türkçesi’nde[2] konuşturulmak suretiyle, Azerbaycan Türkleri hamamböceğine benzetilmiştir. Aslında Türkçe ifade kullanılmak suretiyle bütün Türkler hamamböceğine benzetilmiştir. Ayrıca, “ülkedeki hamamböceklerinin temizlenmesi gerektiği” ifade edilerek ırkçı, şovenist bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmıştır. Türkleri hamamböceğine benzeten karikatürün altında ayrıca şu tümceler yer almaktadır: “Hamamböcekleri tuvaletlerde yaşarlar. Öldürmekle veya sifonu çekmekle bitmezler. Hamamböcekleri insanların pisliklerini tüketerek yaşamlarını sürdürürler. Biz Farslar belli bir süre pisliğimizi tuvalete değil de dışarı yaparsak hamamböcekleri kendiliğinden (aç kalmak sûretiyle) ölürler.”[3]

Bu alçaltıcı ve Türklerin bütününü tahkir eden ifade üzerine Güney Azerbaycan Türkleri, 20 Mayıs’tan itibaren Zencan, Tebriz, Erdebil ve Urmiye gibi şehirlerde başlayan, yüz binlerce kişinin katıldığı, dört gün içinde diğer Güney Azerbaycan şehirlerine de sıçrayan ve İran güvenlik birimlerinin engellemesine rağmen 28 Mayıs’ta Tahran’daki Iran Parlamentosu önüne kadar genişleyen bir protesto gerçekleştirmişlerdir. Yazar ve karikatüristin işten çıkartılması olayları dindirmeyince, olayların bu kadar büyüyeceğini hesaplayamayan İran yönetimi, Kültür Bakanı Herrendi vasıtasıyla Azerbaycan Türklerinden özür dilemiş ve ardından gazete geçici olarak kapanarak redaktör ve karikatürist tutuklanmıştır. Olaya Azerbaycan Türkleri açısından bakıldığında ise bilanço ağır olmuştur. ASMEK Raporları’na göre, İran güvenlik güçleri tarafından 27 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, sâdece Sulduz’da 29 Mayıs 2006 tarihinde hastaneye ulaşan kayıtlara göre 43 kişi yaralanmış bu durum Uluslararası Af Örgütü’nün kamuoyu açıklaması şeklindeki resmî raporuna yansımıştır.[4] Siyasî tutuklu statüsünde gösterilen 12 yaralının durumu ise ağır olmuştur. Olayın bir başka ilginç yanı ise, tutuklananların sayısının 208’e ulaşması ve bölgedeki yerel güvenlik güçlerindeki görevlilerin görevlerinden alınarak, 170.000’e yakın güvenlik gücüyle bölgenin takviye edilmiş olmasıdır.[5]

Şimdiki olaylara da zamanlama açısından bakıldığında, olayın bir komplo olduğundan kuşku duyulmamaktadır. Bu yaklaşımın Fars bilincinin bir ürünü olduğu ise ortadadır. Komplonun bir diğer boyutu da, İran Devleti’nin Azerbaycan Türklerinin ülke içindeki gücünü ölçmek için böyle bir yönteme başvurduğudur. İran yönetimi ve Kuzey Kore’de yetiştirilen üst düzey asker ve bürokrat kesimi, bir savaş oyunu (War Game) oynamışlardır. Bu savaş oyununun varsayımı olarak, müstakbel bir ABD saldırısında ülke çapında korkulan olası bir Türk ayaklanmasını ABD harekete geçirdiğinde, olayların önü nasıl alınabilir senaryosu kanlı bir biçimde sınanmıştır. Zaten uluslararası alanda sıkıntı içinde olan ve her açığını yakalamaya çalışan bir ABD’nin karşısındaki İran, iç politikada kendisinin belirlemiş olduğu defoları kaldırmak istemiştir. Yoksa bazı değerlendirmelerde yer aldığı gibi içerideki muhalif güçlere sadece gözdağı vermek için değil, rasyonel bir biçimde durum saptaması yapıldığı düşünülmektedir. İran, böyle bir riski göze almış ve şu olguyu çok açık bir biçimde tespit etmiştir: İran’daki Türk olgususun sadece Güney Azerbaycan ile sınırlı olmadığı…

Geçmişten günümüze ABD-İran ilişkilerinde kuşatmadan çok İran lehine bir koruma ve kollama harekâtı göze çarpmaktadır. Demem odur ki, “Yeşil Kuşak Kuramı”nın mimarı ABD tarafından Ayetullah rejimi hem korunmuş ve hem de kollanmıştır. ABD, OPEC kurucusu diğer bir deyişle petrolü silah olarak kullanmayı yeğleyen 1975 yılında nükleer enerji ve silahlanmaya eğilen İran Şahın devrilmesine göz yummuştur. Unutmamak gerekir ki, Ayetullah Humeyni Batı’nın orta doğuya en fazla müdahale eden ülkelerinden biri olan Fransa’da -tıpkı ABD’nin Pensilvanya’da FETÖ Başını koruması altına aldığı gibi- başkent Paris’te elinde tutuyordu. Ayetullah Humeyni’nin İran’a dönüşü Ocak 1979’da Ortadoğu’nun “Yalta”sı sayılan Guadalupe’deki zirvede bugünün P5+1’tarafından kararlaştırılmıştı. Bu arada hemen söyleyelim, İran İslam devrimi de ABD’nin Yeşil Kuşak Kuramı kapsamında gerçekleştirilmişti.  Ayetullah Humeyni de 1964-65 yıllarında Bursa’da ikamet etmiştir. Şimdi isterseniz, ABD ve/veya İsrail arasındaki geçmişten günümüze gelen flörtün satırbaşlarını anımsayalım:

–  31 Temmuz 1979, Başkan Carter döneminde Florida’dan bir gemi ile 75 milyon dolarlık silah Humeyni rejimine gönderilmiştir.

–   Irak-İran Savaşı devam ederken İsrail İran’a 500 Milyon Dolarlık silah satmıştır. Başbakan İzak Rabin Ekim 1987’de İran’ın İsrail’in en iyi dostu olduğunu açıklamıştır.

–  Başkan Reagan döneminde 1991 yılında CIA Başkanı William Casey’in planladığı bir eylem planıyla İran’a silah satışı gerçekleştirilmiş, elde edilen para Nikaragua’da ABD desteğindeki Kontra’lara gönderilmiştir. Olayın açığa çıkması üzerine göstermelik olarak Yarbay Oliver North sorgulanmış ve görevinden alınmıştır. Bu konu New York Times’ın ünlü yazarlarından Seymour M. Hersch’in köşesine taşınarak tartışılmıştır.

–   12 Haziran 2009 tarihinde İran şahının verilmesi karşılığında ABD Büyükelçiliğini işgal eden Öğrencilerin Lideri daha sonra Cumhurbaşkanı olan Ahmedi Nejat’ın karşıtlarının simgesi olan Nida Sultan CIA tarafından öldürülmüş, bir anlamda susturulmuştur. Bu konu bugün bile gizemini korumaktadır.

–   2010 yılında Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Ali Muhammedi CIA tarafından bombalı saldırıda öldürülmüştür. O tarihteki İran Dışişleri Bakanı Ramin mihmanperest bu saldırının arkasında ABD/CIA olduğunu söylemiştir.

–    2011 yılında Başkan Obama döneminde İsrailli ünlü iş adamı Sami Ofer İran’a gemi satmış, ancak Tel-Aviv’deki evinde ölü bulunmuş, bu konu yine  New York Times’ın yazarlarından Kershner’in sütunlarında boy göstermiştir.

Zannediyorum, anlaşılıyordur, kapalı kapılar arkasındaki yapılan pazarlıkların ve eylem planlarının çarpıklıkları iyiden iyiye anlaşılmaktadır. Uzun lafın kısası nereden ve hangi gözlükle bakılırsa bakılsın, ne şekilde düşünülürse düşünülsün, İran her iki Körfez Savaşı’nın ve Suriye’de gelinen son durumun gerçek galibidir. Bu durum, sürecin değerlendirilmesi neticesinde ortaya çıkan somut bir gerçektir. Bunu bir anlamda, bölgenin en güçlü yönetimine sahip olan İran bürokrasisinin zaferi olarak da değerlendirebiliriz. ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin plânlarının bir şekilde İran’ın güçlenmesine imkân tanıdığını düşünürsek, bölgede nükleer güce kavuşmuş bir İran’ın, İsrail yönetiminin uykularını iyice kaçıracağını söyleyebiliriz.

Bilindiği üzere, Birinci Körfez Harekâtı’ndan sonra zayıflatılmış bir Irak’ın, İran karşısında tutunamayacağı idrak edilerek, “Çöl Fırtınası Harekâtı” Irak’ın güçlendirilmesine yönelmişti. Ama yukarıda da görüldüğü gibi gizliden gizliye hem ABD hem İsrail İran’la olan bağlantısını kesmemişti. Harekât’ın ikinci kısmında Bağdat bir adım mesafedeyken, kolu kanadı kırılmış Irak, güçlendirilmek amacıyla şok bir ameliyata alınmıştı. Çünkü İran’ı bölgede ancak ve ancak Saddam Hüseyin dengeleyebilir, İran’ın ileri açılımlarını yalnızca Irak engelleyebilirdi. İşte, Birinci Körfez Harekâtı’nın kesintiye uğramasının ve Irak’ın tamamen etkisiz hâle getirilmeden bırakılmasının sebebi, hem sürecin olgunlaşmasını beklemek hem de İran’ın daha çok güçlenmesine engel olmak içindi. Bu dönemde Irak’ın İran karşısında tek başına tutunup tutunamayacağı ABD’nin güçlü düşün merkezlerinin gündemini uzunca bir zaman işgal etmişti. Irak’ın İran karşısındaki durumu iyiden iyiye ABD’yi endişelendirmiş, derin kaygılara sevk etmişti. Gündemi uzun süre İran’ın bir vakum gibi bölgeyi yutacağı kaygısıydı şekillendirmişti.[6] ABD, Kuveyt’e girdiği için, son kullanma tarihi verilen Saddam Hüseyin’in bir müddet daha işbaşında kalmasını yeğlemişti.

Sonuç

Kim ne söylerse söylesin, gerek İran’ın büyük bir olasılıkla Türk kökenli dini lideri Ali Hamaney gerek İranlıların deyişiyle “Diplomatik Şeyhi” yedinci Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani İran’daki yoksulların gözünde birer kurtarıcı; İslâm dünyasının gözünde ABD’ye meydan okuyan, Dustin Hoffman’ın çizdiği unutulmaz figürle küçük dev adamlardır. İşte bu iki küçük dev adam, Humeyni’nin bırakmış olduğu yerden devam ederek, yapmış oldukları ateşli açılımlarla bir taşla çok kuş vurma yolunda keskin adımlar atmaktadırlar. İran’ın açılımlarını savaşa kadar getirmeyip, akılcı bir biçimde krizi yönetebildiği takdirde bu tırmanmadan yine kazanımlarla çıkabileceği değerlendirilmektedir.

İran’da ortaya konulmaya çalışılan şimdiki oyun, İran Yönetimi’nin Washington-İsrail merkezli kışkırtmalara karşı İran’daki Türklerin karşı koyma refleksini ölçümleyerek kendi açıklarını kapatması, daha açık deyişle bir durum saptamasıdır. Ancak bu, son derece tehlikeli bir oyunun da başlangıcıdır. İran’ın, iki tarafı keskin bir kılıç üzerinde ip cambazlığına kalkışılması demektir. Bunun ötesinde İran ile Türkiye Cumhuriyeti’ni karşı karşıya getirebilecek bir hareketinin itici gücünü oluşturması ve bu harekette bir manivela görevi görmesi açısından iki ülke arasında tırmanmaya yol açabilecek bir açılım olarak da değerlendirilebilir. Bu hareketin bir başka tehlikeli boyutu da, kültürel fay hatlarını harekete geçirebilecek, toplumlararası çatışmalara sürükleyebilecek ve önlenemeyecek olaylara gebe olmasıdır. Bu hareket, kapalı kapılar arkasında birilerinin ellerinin ovuşturmasına neden olabilecek tarzda Filistin’de tezgâhlanan HAMAS-El Fetih çatışmasından farklı bir şey de hiç değildir. Bu tehlikeli oyun her iki ülke arasında düşmanlıkları körükleyeceği gibi, soydaşlarımıza karşı İran’da yıllardır acımasız bir biçimde uygulanan Fars şovenizmine karşı bıçağın kemiğe dayanması gibi bir hareketin de başlangıcı olabilir. Unutulmamalıdır ki, hem İran hem de Türkiye Cumhuriyeti her şeye karşın derinliği olan iki devlettir. Yüzeye bakılarak ilişkilerin tümü hakkında karar verilmemesi gerekmektedir. Yine unutulmamalıdır ki, Türk insanın doğasında var olan ve hiç beklenilmediği an ortaya çıkan potansiyel dinamikler, tek bir ray üzerinde karşı karşıya getirilmeğe çalışılan Türkiye ve İran gibi iki büyük devleti, iki ayrı kulvardan aynı hedefe ulaşmayı hedefleyen ve bölgesel güç odağı olmaya doğru koşan iki devlet hâline getirebilir. Özümsenmelidir ki, dış politika sadece etkiler üzerine değil tepkileri de değerlendirip diyalektik bir yaklaşımla olayın bir bütün olarak algılanmasını da öngörmektedir.

 KAYNAKLAR

[1] Jonathan Landay, “U.S. Secretly Allowed Iran to Evade Nuclear Deal Restrictions (ABD, İran’ın Nükleer Anlaşma Kısıtlamalarını Bertaraf Etmesine Gizlice İzin Verdi), Haaretz Gazetesi, 01 Eylül 2016/ https://www.haaretz.com/middle-east-news/1.739775

[2] İran Halkı Türkiye’de konuşulan Türkçe için “İstanbuli” ifadesini kullanmaktadır. Bunun nedeni Türkiye’de konuşma dili olarak İstanbul Türkçesi’nin esas alınmasıdır. “Türkçe” terimi ise Azerbaycan Türkçesi için kullanılmaktadır.

[3] Cavid Veliev; “İran’da İç Gerginlik”, Cumhuriyet Strateji Eki, 16 Haziran 2006, Sayı: 102, s.21

[4] Uluslararası Af Örgütü Kamuoyu Açıklaması (Amnesty International Public Statement) AI Index:                    MDE 13/074/2006 (Public) News Service No: 168, 29 Haziran 2006

[5] Azad Tribune, 25 June 2006, http://www.azadtribun.net/x1066.htm

[6] Patrick Clawson; “Iran’s Challange to the West How, When, and Why”, (İran’ın Batı’ya Meydan Okuması Nasıl, Ne zaman ve Neden) The Washington Papers No:33, Washington, 1993.

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen