Muğlalı Sendromu ve Asker

 Hasip SAYGILI

Osmanlı’nın uzun yüzyılından günümüze tarihimizde şöyle bir kısır döngüyü sık sık yaşamaktayız. İhmal, umursamazlık ve yetersizliklerin kangrenleştirdiği meseleler devletin itibarını ve otoritesini yok etme noktasına geldiğinde karar sahipleri elde ne çare kaldıysa canhıraş şekilde onu uygulamak zorunda kalıyorlar. Bir müddet sonra ise bu çerçevede devletin bekası için hamiyet gösterdiğini sananlar genellikle dış, bazen siyasi saiklerle şahsen ağır bedel ödüyorlar.

BAŞIBOZUKLARDAN DİVAN-I HARPLERE

19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti baş edemediği devasa problemlere karşı günü kurtaracak tedbirler bulmaya çabaladı. Konumuz açısından düzenli ordu teşkili için yeterli personel ve mali kaynaklar sağlanamayınca bütçeye yük olmayacak ara çözümler aranmaya başlandı. Orduda geniş ölçüde başıbozuk istihdamı ile daha sonraları Hamidiye Aşiret Alayları teşkili de bu zaruretlerin sonucu olmuştur. Kısa dönemde yakın tehlikeleri savuşturduğu düşünülen bu tarz ara çözümler orta ve uzun dönemde yarattığı yan tesirler ile devlete ağır bir bedele mal olmuştur. Tabiatları gereği disiplinsiz, yağma ve orantısız güç kullanmaya yatkın olan bu tarz birlikler özellikle Rumeli’nin elden çıkış sürecinde gayrimüslim unsurların ayrılıkçı hareketlerine kayda değer ölçüde gerekçe sağlamış oldular.

Genel çerçeve bu şekilde olmakla beraber başıbozuklar, devletin düzenli askeri kuvvet sağlayamadığı kriz bölgelerinde Müslüman ahalinin can ve ırzını korumak için gözleri dönmüş Bulgar/Rum/Sırp komitecilere karşı mücadele ettiğinde de özellikle dış müdahale ile ağır bir bedel ödemişlerdir. 1876 Bulgar isyanı bu bedelin nerelere kadar vardığını da göstermiştir. Rus tahrik ve yönlendirmesi ve ülke dışından da sızan komitelerin Türk ahaliyi Filibe ve Batak gibi merkezlerde boğazlamaya başlamasına rağmen siyasi irade bölgeye düzenli birlikler gönderemedi. İş canhıraş bir şekilde başıbozukların hamiyetine emanet edildi. Başıbozuklar, Müslüman ahalinin canını ve namusunu vahşi teröristlere karşı göze göz dişe diş esasına göre savundular. İsyan merkezlerinde asileri dağıttılar, devletin otoritesini tesis ettiler. Ama hemen bir ay daha geçmeden özellikle İngiltere ve Rusya’nın baskısıyla başta kendilerini eşkıyaya karşı sevk ve idare eden bir kısmı emekli subay ve hamiyet sahibi eşraf mahkemeler marifetiyle darağacına yollandı. Değerli diplomat tarihçi Dr. Bilal Şimşir, başıbozuk idamlarının 1876 Temmuzundan itibaren 6 ay süreyle devam ettiğini İngiliz belgelerini de yayınlayarak göstermiştir (Rumeli’den Türk Göçleri, 2. Cilt, 1989).

Hikâyesini kısaca aktardığımız ilk yargılama faciasından 36 yıl sonra Balkan Harbi’nde Rumeli Müslüman ahalisi ortalama olarak “his yok, hareket yok, acı yok, leş mi kesildin?” ağır eleştirisine maruz kalacak gayretsizlik sergiledi. Anlı şanlı Rumeli şehirlerinde Müslümanlar şehirlerinin harpsiz olarak Bulgar, Yunan ve Sırp’a teslim edilmesi için mazbata tanzim ettiler. Bozgunda harp muhabiri olan Fatih Kerimi’nin ifadesiyle vaziyet “mezbahada boğazlanacak koyun bile tepki verir. Türklerin vatanları elden gidiyor kıllarını kıpırdatmıyorlar” şeklindeydi.  Bu duyarsızlığın fikrimizce gerekçelerinden birisi de 1876 yargılamaları olmuş olmalıdır.

Bir başka örneğimizi de Anadolu’dan verelim. 1909 yılında 31 Mart isyanı sırasında Adana’da Ermeni komiteleri kanlı eylemlere başlar. Babıali düzenli birliklerle hadiseleri yatıştıramayınca sivil ahalinin hamiyeti devreye sokulur. Asayiş ve devlet otoritesi yeniden tesis edilir. Sonucu Cemal Paşa söylüyor: “Adana şehrinde, Harp Divanı mahkûmlarından otuz Müslümanı idam ettirdiğim gibi ondan iki ay sonra da Erzin kasabasında on yedi Müslümanı idam ettirdim. Bunlarla beraber yalnız, bir Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanlar arasında Adana’nın en eski ve en zengin ailelerine mensup gençler bulunduğu gibi Bahçe kazası müftüsü de vardı.” (Cemal Paşa, Hatıralar, 2001)

Dışarıyı teskin etme güdüsüyle yapılmış olan 1909 yargılamalarının da Çukurova’da Millî Mücadele’nin başlangıç safhasında oluşan tereddütte etkisi olduğu kabul edilebilir.

MUĞLALI NE YAPTI?

İstiklal Harbi komutanlarından Mustafa Muğlalı (1316-P.21) 1943 yılında orgeneral rütbesi ile 3. Ordu Komutanıdır. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün  “kara aslanım” diye iltifat ettiği ve “Muğlalı Doğu’nun kralıdır. Ben onun burada bulunması sayesinde rahat uyuyorum” diyebilecek kadar güven duyduğu bir generaldir. Anılan dönemde Rus işgalindeki İran tarafından hudutlarımız sürekli ihlal edilmektedir. Hatta İran’dan hududu geçip gelen aşiretler Van’ın Özalp ilçe merkezinin çok yakınındaki meralarda vatandaşlarımıza ait hayvan sürülerini gasp edip götürebilmektedir. Devletin yeterli güvenlik ve kontrol sağlayacak insan kaynağı ve bütçe imkânları yoktur. Mahalli halktan istifade ile devletin güvenlik ve dahası itibar kaybı telafi edilmeye çalışılmaktadır. Ortada yazılı bir belge olmamasına rağmen yüksek makamların Muğlalı Paşa’ya şifahen “gereken tedbirleri al” şeklinde bir talimat vermiş olduğu tahmini yapılabilir.

1943 Temmuzunda hududu geçerek vatandaşların hayvan sürülerini gasp edenlerin işbirlikçisi olduğu iddiasıyla bir grup vatandaş mahkemeye sevk edilirlerse de delil yetersizliğinden haklarında işlem yapılamaz. Ancak bu şahıslar valilik emriyle yakalanarak Özalp’te askeri birliğe teslim edilir. Orgeneral Muğlalı’nın bu kişilerin kaçak giriş yollarını göstermesi gerekçesi ile araziye götürülüp infaz edilmeleri emrini verdiği ileri sürülmektedir. Ertesi gün 32 vatandaşın çıkan çatışmada öldüğü resmi raporlara girer.

Emekli olmasından iki yıl sonra 1949’da Muğlalı’nın Genelkurmay Askeri Mahkemesinde yargılaması başlar. Muğlalı son söz olarak şunları söyler: “Devletin ve güvenlik kuvvetleri ile ordunun haysiyetini korumak, bölgeye huzur ve emniyet getirmek, ayni zamanda milli servetlerin kaçırılmasını önlemek için, her çeşit ihtarlara rağmen casusluk ve talanlarına devam edenlere karşı bu tedbirleri almak zorunda idik. Ben emir verdim, memur ve subayların bir suçu yoktur, bunlar suç ise suçlu benim, başka bir şey söylemek istemiyorum.” Muğlalı’nın bu beyanı üzerine yargılanan subay ve memurlar mahkûm olmaktan kurtulurlar. Kendisine 2 Mart 1950 tarihinde önce idam daha sonra 20 yıl hapis ve askerlikten ihraç cezası verilir. Muğlalı ruh ve beden sağlığını kaybeder. Yargıtay kararı bozarsa da 1951’de Muğlalı vefat ettiği için yeniden yargılama yapılamaz.

Muğlalı idamla yargılanırken dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve artık emekliye ayrılmış olan Genelkurmay Başkanı Mareşal Çakmak mahkemeye ve kamuoyuna bir açıklama yapma gereği duymazlar. Zamanın ruhunun sessiz kalmalarını gerektirdiğini düşünmüş olmaları muhtemeldir.

Diğer taraftan Muğlalı’nın 1943 yılında Van Özalp’te tercih ettiği günü kurtarmaya yönelik kestirme kolay çözüm tercihinin orta ve uzun dönemde aksi tesir yaratan isabetsiz kötü bir tercih olduğunu kabul etmeliyiz. Etnik ayrılıkçı hareket 33 kişinin (aslında 32) öldürülmesini 1943’ten günümüze kendi propaganda ve ajitasyonları için bir atlama taşı olarak başarı ile kullanagelmiştir. Bölücü etnikçilerin dışındaki akademik çevrede de söz konusu müessif hadise 33 Kürt köylüsünün katli olarak aktarılır olmuştur. Söylemek fazlalık, hadisenin arkasında etnik bir nefret değil güvenlik endişesi mevcuttur. Ama yoğun propaganda kendi önermelerini her sahada ısrarla tekrar edecek kaynak ve insan sermayesine sahip olduğundan hadise ile ilgili kamuoyu algısı, problemin kestirmeden basit bir çözümü olduğuna inananları hayal kırıklığına uğratacak olumsuzluktadır.

Dahası 1993 yılında Muş-Bingöl karayolunda sevkiyatı yapılan silahsız erleri taşıyan otobüsleri durduran PKK’lı teröristler 1943’teki müessif hadisenin sembol değerinden daha da faydalanmak için konvoydan 33 masum eri şehit etmişlerdi.

ASKERİ MAHKEME YARGI TUTANAKLARI AÇIKLANMALI

Günümüze kadar Muğlalı hadisesi maalesef hemen hemen sadece 1950-1960 döneminde yıkıcı iktidar-muhalefet kavgaları ortamındaki Meclis tahkikat komisyon raporları üzerinden tartışılmaktadır. Teşkil edilen komisyonun hakikati ortaya çıkarmaktan ziyade güncel şiddetli siyasi kavgalar için kullanılabilecek elverişli malzeme aradığı bellidir. Bu çerçevede artık atı olan Üsküdarı geçmiş olsa da Genelkurmay Askeri Mahkemesinin yargılama tutanaklarının kamuoyuna açıklanması gerekir. Oysa Genelkurmayımız Balkan Harbi utancının sorumlusu yüksek seviyeli komutanların bozgun sonrası sorgu ifadelerini bile “aileleri rahatsız olur” gibi bir gerekçe ile akademisyenlere vermemektedir.

Muğlalı hadisesi bize İstiklal Harbi kahramanı bir orgeneralin bütün sorumluluğu üzerine alarak astlarını ve muhtemelen talimatlarını yerine getirdiği yüksek sivil ve askeri makamları suçlama gibi yola tenezzül etmediğini de göstermiştir. Bu da kendisi için her şeye rağmen olumlu bir karakter özelliği sayılmalıdır. Bu olumlu karakter özelliğini kamuoyu maalesef son 10 yılda FETÖ eliyle Ordu’nun general ve subayları itibar suikastına uğratılırken yüksek askeri makam sahiplerinde görememiştir. Kabul etmeliyiz ki “haberim yok”, “ben emir vermedim” tarzı kendi şahıslarını kurtarmaya yönelik söylemler asker ocağında astlar ve üstler arasındaki bulunması elzem olan güven duygusunu da mahvetmiştir.

Orgeneral Muğlalı’nın uğradığı yaptırım daha sonra subay ve generaller üzerinde Kenan Evren ve Süleyman Demirel tarafından “psikoz” ve “sendrom” diye adlandırılacak, görevini yasal çerçevede bile yapmaktan kaçınma eğilimi yaratacak bir psikoloji yaratmıştır. Daha 1955’te 6-7 Eylül olaylarında İstanbul’da 1. Ordu Komutanı Orgeneral Vedat Garan “Muğlalı olmak istemem” diyerek verilen asayiş görevini yapmamış ve hükümet tarafından görevinden alınmıştı. Son yıllarda ise tipik bir Muğlalı kompleksi vakasının Diyarbakır’da Hava Üssünde bayrak gönderden indirilirken askerlerin öldürücü silah kullanmadan müdahale imkânları da varken tepkisiz kalınması olduğunu söylemeliyiz.

Siyasetin ayar ve öncelikleri günü birlik değişebilir mahiyettedir. Oysa asker günlük baskın rüzgârlara karşı daha mukavim olabilmelidir. Elbette maşa varken ateş elle tutulmaz. Ama gerektiğinde askerlik bazen maşa aramakla vakit geçirmeyi değil ateşi avuçlamayı gerektirir. Mesela ırz düşmanı tecavüzcüye güvenlik güçleri yetişinceye kadar tepki göstermemeyi sıradan bir vatandaş için eleştiremeyiz. Ancak elinde silahı varken kafasına çuval geçirmeyi kabul eden düşkünlük subayda asla bulunmamalıdır. Harp tarihimizde canını kurtarma imkânı varken askerin ve devletin itibarına halel gelmesin düşüncesi ile görev başında boğazlanarak şehit olmayı tercih edecek Mareşal Mehmed Ali Paşa gibi Harbiye (ve Harp Akademisi) mezunu askerlerimiz örnek alınmalı kanaatindeyiz.

Bu çerçevede Ordu’nun kendisi yanında, siyaset de caydırıcı profesyonel bir ordunun işaret ettiğimiz kompleks ve benzerlerinden arınma çarelerine kafa yormalıdır.  Yakın senelerde sadece görevlerini yaptıkları için terör örgütü yandaşlarının girişimiyle ağır mağduriyet yaşayan askerlerinin uğradıkları haksızlıkları telafi yönünde adımlar atma bir başlangıç olabilir…

Karar gazetesinde yayınlanmıştır.

Yazar
Hasip SAYGILI

Hasip Saygılı, 1960 yılında Gaziantep’te doğdu. Kara Harp Okulu (1982), Kara Harp Akademisi (1992) ve Quetta Command and Staff College’dan (2000) mezun oldu. Subay olarak çeşitli kıta ve karargâh hizmetleri yanında Pakistan Kara ve Hav... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen