Terörü Kim/Niçin Azdırıyor?

“…. Eşkıya muhatap alınamaz. Önüne beyaz kâğıt koysanız ve “istediğini yaz” deseniz dahi, teröristi tatmin edemezsiniz. Çünkü, terör, küresel güçlerin Türkiye’yi zayıflatmak için kullandıkları bir vasıtadan başka bir şey değildir….”

*****

Mustafa TEZEL

Küresel dengeler yeniden kuruluyor. Dünyâ yeniden şekilleniyor. Yaklaşık yüzyıldır paylaşım savaşlarına sahne olan Ortadoğu için, küresel güçler “vekâlet yöntemi” ile savaşmaya devam ederken, Türkistan üzerindeki mücâdele de yeniden hızlanmış durumdadır.

*****

e9432fccf28a953514f077b86e5e657a XL1

1980’li yıllardan buyana, ekonomisi  ─çoğu zaman, çift hâneli rakamlarla─ büyüyen Çin, doymak bilmez bir iştahla, sürekli yeni hammadde kaynakları ve pazar arayışında… Türk Cumhuriyetleri ve Moğolistan, Çin’in ilk safhadaki gelişme alanları içindedir ve bu ülkelerle ilişkilerini ─her bakımdan─ artırmak suretiyle, onları kendisine bağımlı hâle getirmeye çalışmaktadır.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, uzunca bir süre bocalayan ve Putin’in iktidara gelmesinden sonra hızla toparlanan Rusya, yeniden küresel güç olma arzusundadır ve bu çerçevede, Türk Cumhuriyetleri üzerinde yeniden etkinlik kurmak istemektedir.. Rusya, Çin’in ─Rusya’nın eski nüfuz alanlarında─ etkinlik sağlamasını, uzun dönemde, varlığı için bir tehdit olarak algılamaktadır.

ABD’nin ─Mackinder’in ifâdesiyle─ “dünyâ hâkimiyeti için, kalpgâh” sayılan[1] Türkistan üzerinde iddiası kalmadığı söylenebilir. 11 Eylül hâdisesinden sonra, Afganistan üzerinden başlatılan harekât, küresel bir güce yakışmayacak acemilikler sonucunda, çıkmaza girmiş ve ABD, ─ağır bedeller ödedikten sonra[2]─ sembolik birlikler bırakarak, Afganistan’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Şâyet, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, Türkiye ile birlikte, sağlıklı bir strateji izlenebilmiş olsaydı, şimdi durum çok farklı olabilirdi.

Rusya ve Çin, Türkistan üzerinde tam hâkimiyet sağlamak için, büyük bir yarış içindedirler. Bu rekâbetin, gelecekte ─doğrudan olmasa bile, dolaylı olarak (vekâlet savaşları)─ sıcak çatışmaya dönmesi de muhtemel görünmektedir.

21. yüzyılın ortalarında dünyânın en büyük ekonomisi olmasına kesin gözüyle bakılan Çin’in kontrolsüz bir şekilde büyümesine mâni olabilmek için, özellikle Merkezî Asya’da, Rus ve ABD çıkarlarının yakınlaşmakta olduğu, gözleniyor. Henüz somut bir gelişme olmamakla birlikte, Rusya ve ABD arasında ─en azından, muhtemel─ bir ittifaktan sıklıkla söz edilmesindeki en büyük etkenin, sözkonusu yakınlaşma olduğu, söylenebilir.

ABD, hâlihazırda sâhip olduğu küresel gücünü/konumunu muhafaza edebilmek, pekiştirebilmek için, öncelikle Ortadoğu’daki konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Şu kadar ki, ABD’nin, bu konuda iki açmazının olduğundan bahsedilebilir. Merkezî Asya konusunda yakınlaşan Rus ve ABD çıkarları, Ortadoğu’da çatışmaktadır. Ve, ABD, Ortadoğu’daki etkinliğini pekiştirmek isterken, belki de şu an yegâne “gerçek” müttefiki olan Türkiye’yi zayıflatacak politikalar izlemektedir.

Uzun zamandan buyana trilyon dolar mertebesinde bütçe/dış ticâret açığı veren ABD, bu açığı “doların rezerv para olması” sâyesinde finanse etme imkânı bulabilmektedir. Türkistan’da etkinliği ─neredeyse─ “hiç” mesâbesine inen ABD’nin Ortadoğu’daki etkinliği de azaldığı takdirde, bütçe ve dış ticaret açıklarını finanse etmekte zorlanması, kuvvetle muhtemeldir. Zîrâ, “dolar”a duyulan güven azalacaktır ve, uzun zamandır “dolara alternatif olabilecek bir rezerv para” bulma/geliştirme konusundaki arayışlar, ABD ve dolar zayıfladıkça, daha da artacaktır.

Üstelik, hâlihazırda yaklaşık 1 trilyon dolarlık dünya savunma harcamalarının yaklaşık yarısını tek başına gerçekleştiren ABD, parası/ekonomisi zayıfladıkça, uzay araştırmalarına ilişkin harcamalarda olduğu gibi, savunma harcamalarını da kısmak zorunda kalacaktır. Bu takdirde, ABD’nin küresel etkinliğinin daha da sarsılacağını söylemek, kehânet olmasa gerek.

*****

ABD’ nin, Ortadoğu’daki etkinliğini artırmak isterken, Türkiye’nin hassas olduğu konularda özenli davranmak kaydıyla, Türkiye ile müşterek hareket etmek yerine, Türkiye’yi zayıflatacak politikalar uygulaması (PKK/PYD/IŞİD gibi örgütlere doğrudan ya da dolaylı olarak destek vermesi, Fetö’ye arka çıkması vs.) bindiği dalı kesmek, hattâ intihar etmek gibi bir şeydir. Zîrâ, böyle davranmakla, Bölge’de etkinliğini artırmaya çalışan Rusya’nın ekmeğine yağ sürmüş olmaktadır.

Türkiye’nin zayıflamasının, Bölge’de “Rus-Çin-İran” ittifakının güçlenmesine hizmet edeceğini, biraz târih/strateji bilgisi olan herkesin idrak edebilmesi mümkündür.

İsrail’in varlığı da ABD için bir güvence değildir. Zîrâ, İsrail ile ilişkileri de gün geçtikçe sorunlu hâle gelmektedir. Bunun pek çok sebebi vardır ve ayrıca analiz edilmesi gerekir. Ve, İsrail, muhtemelen, ABD ile arasında gelişmekte olan soğukluğun olumsuz sonuçlarını dengelemek amacıyla, Rusya ve Çin ile ─ABD’den bağımsız olarak─ ilişkilerini geliştirmek eğilimindedir. Üstelik, ABD’de nüfusun yalnızca % 2’sini oluşturan Yahudi kökenliler, başta eğitim, savunma, dış politika, basın ve ekonomi alanları olmak üzere, nüfustaki oranlarıyla mukayese edilemeyecek ölçüde yüksek bir etkinliğe sâhiptirler. Dolayısıyla da, ABD’ nin aleyhine ─ve, fakat İsrail’in lehine─ politikaların bizzat ABD tarafından uygulanmasını sağlama konusunda çoğu zaman başarılı olmaktadırlar. Nitekim, Irak’ın işgâli ve Saddam yönetimindeki rejimin tasfiye edilmesi sonrasında ortaya çıkan tablo İsrail’in yararına ─ve, fakat─ ABD’nin aleyhine olmuştur. Bu yüzden de, pek çok ABD’ li stratejist “peki, biz Irak’ı niçin işgâl ettik” sorusunu sormak durumunda kalmıştır.

Rusya ve Çin’in, İsrail – Batı (bahusus, ABD) arasında giderek kendisini gösterme eğiliminde olan soğukluğu “ABD aleyhine” kullanmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir.

Görünen o ki, 20. asrın başlarında, özellikle ABD ve İngiltere’nin, petrol kuyularının başında “Batı’nın sâdık bekçisi” olarak görev yapması için kurulmasına yardım ettikleri İsrâil, artık Batı’lı ülkelerin de çıkarlarını tehdit edebilecek, fırsatını buldukça ─Batı’nın aleyhine dahi olsa─ “bağımsız” bir politika uygulama cesâretini kendisinde görmesini sağlayacak bir güce erişmiştir[3].

ABD’ nin, “Suriye ve Irak’ın kuzeyinde” Kürt örgütlerle yakınlaşmasının bir sebebi de, muhtemelen  “İsrail’in artık ABD için güvenilir bir müttefik olmadığı” gerçeğini anlamış olması, olabilir. Ancak, ABD’ nin, Türkiye’yi karşısına almak pahasına, henüz millet vasfını dahi kazanamamış topluluklarla (âşiretlerle) birlikte hareket etme yolunu seçmesinin ne kadar yanlış bir tercih olduğunu izaha çalışmak dahi, abestir. Bu durum, ABD’nin “savunma” ve “dış politika” konularındaki zaafiyetini ortaya koymaktadır ki, küresel etkinliğini hızla yitirmekte olan ABD’ nin bu hatâlı tercihlerinin bedelini bir süre sonra çok ağır bir şekilde ödeyeceği muhakkaktır.

*****

İsrail, “vaadedilmiş topraklar” olarak nitelenen “Nil’den, Fırat’a kadar” olan Bölge’de “Büyük İsrail”i kurabilmek için, Bölge’de güçlü bir Türkiye’nin varlığını tehdit olarak görmektedir.. Zîrâ, Bölge’de, Türkiye ve İran dışında, hâlihazırda İsrail ile başa çıkabilecek başka bir ülke bulunmamaktadır.

İsrail, olur da, Bölge’deki petrol kaynakları üzerinde etkinlik tesis edebilirse, bu, hâlihazırdaki bütün “güçlü ekonomiler” için büyük bir felâket olacaktır. Bunu önleyebilecek olan ise, Türkiye ve İran’dan başkası değildir. Fakat, küresel güçlerin, bu makalede kısmen izaha çalışılan sebeplerden ötürü, Türkiye’yi zayıflatacak politikalar uygulamak konusunda, ─en azından─ “görüş birliği” içinde olduklarını söylemek mümkûndür. Yeri gelmişken hemen söylemek gerekir ki, Türk Dış Politikasının önümüzdeki dönemde öncelikli hedeflerinden birisi, Bölge’de güçlü bir Türkiye’nin varlığının dünyâ barışının tesisi bakımından ifâde ettiği önemin ─başta küresel güçler olmak üzere─ bütün dünyâya anlatılması, olmalıdır.

*****

İran, nüfusunun yaklaşık yarısının Türklerden oluşması sebebiyle, Türkiye’yi “birincil tehdit” olarak değerlendirmektedir. İran, yaklaşık bin yıl boyunca Türkler tarafından yönetildikten sonra. 1924 yılında, Türk Kaçar Hanedânı, ─İran Ordusunda düşük rütbeli bir subay olan─ Rıza Pehlevi tarafından ─İngilizlerin yardımıyla─ devrildi ve ─bin yıllık aradan sonra─ Farslar yeniden iktidara geldiler. Mevcut İran yönetimi, iç-dış politikasında “Şii”liği ön plâna çıkarmak suretiyle, içerde millî birliği sağlamaya çalışırken, Bölge’de de ─İran dışında yaşamakta olan Şii mezhebine mensup─ topluluklar üzerinde nüfuzunu artırmaya, böylece Bölge’de etkinlik sağlamaya çalışmaktadır. Aynı zamanda, içerde, açığa vurmamaya özen gösterilerek, katı bir Fars ırkçılığı politikası güdülmektedir ve uzun dönemde, ─başta, 30-35 milyon Türk olmak üzere─ Fars kökenli olmayan toplulukların asimile edilmesine çalışılmaktadır. Bu yüzden, İran, güçlü ve “aslına rücû etmiş” bir Türkiye’yi, sözüedilen politikalarının önünde büyük bir engel olarak görmektedir. Türkiye’de “stratejik düşünme yeteneğinden mahrum” çevrelerin yakın zamanlara kadar “İslâm Kardeşliği” vb. gerekçelerle kendilerini yakın hissettikleri, hattâ söylemekte beis yok, “dinsiz, lâik cumhuriyet” olarak niteledikleri Cumhuriyet Türkiye’sine yeğledikleri İran, târihe nam salmış sinsi Acem politikalarıyla, sertleşmemeye ve gerçek yüzünün anlaşılmamasına itinâ göstererek, her dâim Türkiye’nin aleyhine olacak politikalar uygulamak konusunda takdire şayan bir kararlılık göstermektedir…

Hâlihazırda, Rusya, Çin, Suriye ve Irak’ın Şii yönetimiyle güçlü ittifak bağları kurmuş olan İran, Türkiye’nin ─başta dış politika, savunma, ekonomi ve millî birliği zedeleyen konular olmak üzere─ zaaflarını değerlendirerek, “bin yıllık Türk hâkimiyetinin rövanşını almak” arzusuyla, ellerini ovuşturmaktadır.

Gerek Şah döneminde, gerekse Mollaların yönetiminde, İran’ın Türkiye politikasında ─mâhiyet itibâriyle─ bir değişme olmamıştır. İran, dâimî surette, Türkiye’nin karşı cephesinde yer almış, ─soğuk savaş dönemi gibi─ konjonktür gereği aynı safta yer almak durumunda kaldığı zamanlarda da, bulduğu her fırsatta Türkiye’nin aleyhine olacak girişimlerde bulunmaktan geri durmamıştır. PKK’nın, bölücü tedhişin başladığı yıllardan buyana, İran tarafından açık/gizli desteklendiği; bölücü eşkıyânın güvenlik güçlerimiz karşısında zor durumda kaldığı anlarda, derhâl sınırın İran tarafına geçerek, tâkipten kurtulduğu, bilinen bir husustur.

İçinde bulunduğumuz süreç, İran’a arayıp da bulamadığı fırsatları vermiştir ve bunu en iyi şekilde değerlendirmek kararlılığında olduğu gözlenmektedir. Nitekim, son zamanlarda, sınırımızın güneyinde ─bilhassa, Halep gibi, Türkmen yerleşim yerlerinde─ Rus-Suriye güçlerinin ortaklaşa yürüttükleri katliamda, İran’ın nüfuzu altında olan Şii Milis Güçlerinin önemli rol oynadıkları, ön cephede yer aldıkları, yine bilinen hususlardandır.

*****

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, küresel etkinliğini büyük ölçüde yitirmiş olan Rusya, “yeniden küresel güç olma” çabaları çerçevesinde, Ortadoğu Bölgesi’nde de etkinlik sağlama arayışına girmiştir. Bunu başardığı takdirde, hem ─eski düşmanı, yeni (müstakbel) müttefiki─ ABD karşısında müzâkere gücü artacak, hem de ─can düşmanı─ Çin’e karşı önemli bir üstünlük kazanmış olacaktır. Zîrâ, Çin’in hâlihazırda Ortadoğu petrolüne ihtiyâcı bulunmaktadır. Rusya (ve, ABD) buraya tamâmiyle hâkîm oldukları takdirde, Çin sanayiini ─gerektiğinde─ zor durumda bırakacak politikalar uygulayabilecekler; böylece Çin’in rekâbet gücü sınırlanmış olacaktır…

Rusya, gerek Türkistan, gerekse Ortadoğu üzerindeki politikaları bakımından, Türkiye’yi kendisine engel olarak görmektedir. Şu anda “dost” görünmesi, Türkiye’yi Batı ittifakından ayırmak için bir taktikten başka bir şey değildir. Rusya, kesinlikle, Türkiye’ye karşı hasmâne bir tavır içindedir.

Rusya, Suriye’nin Batı kısmındaki hâkimiyetini genişleterek, hem buradaki varlığını güvence altına almak, hem de ABD’nin Kuzey Irak petrolü üzerinde Barzani üzerinden sağlamaya çalıştığı etkinliği geçersiz kılmak arzusundadır.

Rusya, Suriye’nin Batı ve Kuzey Bölgelerindeki hâkimiyetini güçlendirdiğinde, Barzani “Kuzey Irak petrolü”nü uluslararası pazarlara nakletme imkânını büyük ölçüde yitirecektir. Zîrâ, Rusya ile ittifak yapmış olan PKK/PYD bu petrolün akışını sabote edecektir.

Rusya Suriye üzerindeki hâkimiyetini pekiştirdikten sonra, sıranın Kuzey Irak’a geleceği, muhakkaktır. Barzani bu tehlikeyi görmüş durumdadır. O yüzden, kıvranmaktadır..!

Bölgedeki Kürt örgütler, taraf değiştirmek konusunda haklı bir üne sâhiptir.

ABD, bugün müttefik olarak gördüğü çapulcuların, Bölge’deki güç dengeleri değişir değişmez, nasıl kolaylıkla saf değiştirdiğini gördüğünde, muhtemelen iş işten geçmiş olacaktır.

ABD’nin, uyguladığı bu akıl ve izan dışı politikadan ötürü, elbette şiddetle eleştirilmesi gerekir. Ancak, ülkeler, kendi menfaatlerine uygun politikaların ─başkaları tarafından─ kendiliğinden uygulanmasını bekleme lüksüne sâhip değildirler. Dolayısıyla, Türkiye, hâlén kâğıt üzerinde müttefiki görünen ABD tarafından ─bekasını tehdit edecek nitelikte─ politikalar uygulanmasını engellemek, bundan vazgeçilmesini ─diplomasinin bütün imkânlarını/inceliklerini kullanarak─ temin etmek zorundadır.

Belirtmek gerekir ki, Rusya’nın Irak ve Suriye üzerinde etkinlik sağlaması durumunda, petrol zengini diğer Arap ülkeleri için sıkıntılı bir dönem başlayacaktır. Bu ülkelerdeki yönetimlerin meşruiyeti tartışmalıdır. Hiç birisinin halk nezdinde desteği yoktur. ABD, Selefî akımları destekleyerek, bu yönetimlere karşı halk hareketler gelişmesini engellemeye gayret etmektedir. Uzun dönemde başarı sansının olmadığını, söylemekte beis görmüyoruz. ABD’ nin Bölge’deki etkinliğinin zayıflaması durumunda, İran’ı da yanına alan Rusya, ABD’nin nüfuz alanında bulunan ülkeler üzerinde önemli bir operasyonel güce kavuşacaktır. Soğuk savaşın bitmesinden buyana, dünyânın gidişâtıyla ilgili ─neredeyse─ bütün öngörüleri yanlış çıkan ABD’ li stratejistlerin bu durumu da ─muhtemelen─ öngöremedikleri, müşahede edilmektedir.

*****

Sözün özü, hemen her gün onlarca insanımızın canını alan menfur tedhiş olaylarını, yukarıda özetlemeye çalıştığımız çerçevede değerlendirmek yerinde olur. Terörü, yalnızca kınayarak önleyemeyiz. Tedhiş olaylarının arkasındaki küresel güçler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız tabloda, güçlü bir Türkiye’yi ─uygulamaya çalıştıkları politikalar açısından─ müşterek tehdit olarak görmekte ve, Türkiye’yi zayıflatmak için, terör örgütlerini maşa olarak kullanmaktadırlar. Bu, bugüne mahsus bir politika da değildir. Karlofça’dan, özellikle de, 1821’deki Yunan İsyânı’ndan bu tarafa, tedhiş, belirli dönemler dışında, her dâim Türk Toplumunun gündeminde olmuştur.

Yaklaşık üç asırdan buyana tedhişe mâruz kalan ve milyonlarca evlâdını ─Batı’lı ülkelerin ve Rusya’nın desteğini arkasına alan─ tedhişçilerin vahşi eylemleriyle kaybeden biz Türklerin, artık yaşanan acılardan dersler çıkarmamız gerekmektedir.

“Peki, çâre nedir?” diye sorulacak olursa, öncelikle şunların yapılması gerekmektedir;   

Dış politikamızı behemahâl gözden geçirmeliyiz. Bu bölgede güçlü bir Türkiye’nin varlığının, küresel barışın korunması için en gerekli hususlardan birisi olduğunu, diplomasinin bütün imkânlarını/inceliklerini kullanarak, bütün dünyâya kabûl ettirmeliyiz.

Türkiye, fabrika ayarlarına dönmelidir. ABD’nin, güyâ Bölge’ye demokrasi ve huzur getirmek amacıyla uygulamaya kalktığı ve eline yüzüne bulaştırdığı BOP/GOP gibi projelerin, Bölge’nin zenginliklerine el koymak ve Bölge ülkelerini bu soyguna karşı koyamaz derecede güçsüz kılmak (yâni, ufalamak; Lübnanlaştırmak) amacıyla geliştirilen bir kandırmacadan başka bir şey olmadığı, artık bütün açıklığıyla anlaşılmıştır. Buna karşılık, 1923 yılında Atatürk önderliğinde kurulan lâik-demokratik cumhuriyetin; yâni, hukûkun üstünlüğüne inanan ve bunu müesseseleştiren, bireyin hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi, düşünce ve inanç özgürlüğünü sağlamayı şiâr edinen; bunları yaparken toplum içindeki etnik ve dinsel farklılıklara ─millî birliği ve kamusal düzeni olumsuz yönde etkilemediği sürece─ müsamaha gösteren; kökenine ve inancına bakmaksızın, “birlikte yaşama irâdesine sâhip” bütün vatandaşlarını “milletin ferdi” ve “ülkenin aslî sâhibi” kabûl eden, kamusal hak ve yükümlülüklerin tevziinde köken/inanç farklılıklarını değil, “aranan şartlara uygunluk” ve “vatandaşlık” gibi “objektif” kıstasları ölçü alan “ulus-devlet” anlayışına dayalı bir yönetim tarzının (rejimin), Bölge için hâlâ “örnek” olma potansiyeli taşıdığı, gözden ırak tutulmamalıdır. Bu konu, terörle mücâdelede, belki de en fazla önem taşıyan konudur. Zîrâ, bölücü terörün kökünün kurutulabilmesi için, öncelikle ulus-devlet anlayışlının yeniden tahkîm edilmesi gerekmektedir. Kezâ, bâzı ülkelerce “İslâm Dünyâsını kültürsüleştirmek, medeniyetsizleştirmek amacıyla” bir yöntem olarak kullanılan/desteklenen Selefî akımlar, Müslümanların yeni bir medeniyet hamlesi yapabilmeleri için elzem olan zihniyet dönüşümünün önündeki en büyük engellerden birisidir. Her türlü yeniliği bidat olarak gören ve tekfir eden bu anlayış, ─İslâm târihinin ilk dönemlerinde olduğu gibi─ günümüzde de, tahakkûmleri altına aldıkları bölgeleri/toplulukları, âdetâ terör/terörist üreten bir bataklığa dönüştürmektedirler. Oysa, İslâm Dünyâsının, geçmişteki ihtişamıyla mukayese edilebilir bir medeniyet hamlesine teşebbüs edebilmesi için, öncelikle özgür düşüncenin gelişimine ihtiyâcı bulunmaktadır. Bu ise, ancak demokratik-lâik, hukûka saygılı bir ortamın tesisiyle mümkündür…

Türkiye’nin, terörü, yalnızca askerî/güvenlik tedbirleriyle ortadan kaldırması mümkün değildir. Güvenlik, istihbarat vb. konulardaki önlemler, elbette alınacaktır. Ancak, terör için uygun zemin oluşturan sosyo-kültürel ortam devam ettiği müddetçe (yâni, daha açık söylemek gerekirse, bataklık kurutulamadığı takdirde), kalıcı başarı sağlanabilmesi mümkûn değildir. Bu itibarlâ, Türkiye’nin “fabrika ayarlarına” dönmesi, ama geçmişin muhasebesini de yaparak, geçmişte yapılan (irtica, başörtüsü yasakları, lâiklik kavramının din karşıtlığı gibi yorumlanması vs.) hatâların da bundan böyle tekrarlanmaması, gerekmektedir.(Tabii, bir yanlış anlamaya mahâl vermemek için, belirtmek durumundayız, “demokrasi, lâiklik, hukûkun üstünlüğü, düşünce ve inanç hürriyeti vb.” değerler, terörü önlemek için değil, aksine bütün insanlarımıza, haysiyetli/huzurlu bir şekilde yaşama imkânı sunabilmek için, yapılması/yaşatılması lüzumlu olan kavramlardır/müesseselerdir. Demokrasi ve hukûka bağlılığın terörle mücâdeleyi zaafa uğrattığı savı ise, doğru değildir; kabûl edilemez.).

Teröre karşı etkin önlemler almalıyız. “Teröristlerin haklı oldukları hususlar da var, bunları karşılarsak, terör kendiliğinden sona erer” yanılgısından kesinlikle kurtulmalıyız. 19. yüzyılda Ermeni Tedhişinden buyana, bu husus, dillere pelesenk olmuştur ve bâzı kesimlerce sürekli tekrarlanmaktadır. Eşkıya muhatap alınamaz. Önüne beyaz kâğıt koysanız ve “istediğini yaz” deseniz dahi, teröristi tatmin edemezsiniz[4]. Çünkü, terör, küresel güçlerin Türkiye’yi zayıflatmak için kullandıkları bir vasıtadan başka bir şey değildir.

Türkiye’nin her bakımdan güçlü olması gerekir. Bu yüzden, eğitim ve ekonomi başta olmak üzere, şehircilikten tarıma, adâlet sisteminden sağlığa kadar, bütün politikaların gözden geçirilmesi lüzumludur. Tekrarlamış olmak pahasına, yeniden kaydedelim, günübirlik tedbirlerle teröre kalıcı çözümler bulunması, imkân ve ihtimál dışıdır.

Velhâsıl, vaziyet ciddidir. Zaman kaybına tahammülümüz yoktur…

————————————-
17.12.2016 


[1] Mackinder’in Heartland (Kalpgâh) Teorisi’ndeki jeopolitik tekerlemesi şöyledir; Who rules East Europe commands the Heartland, who rules the Heartland commands the world-island, who rules the world- island commands the world (Doğu Avrupa’ya hâkim olan Kalpgah’a hükmeder, Kalpgah’a hakim olan Dünya Adası’na hükmeder, Dünya Adası’na hakim olan Dünyaya hükmeder). Bkz. Halford John Mackinder, “The Geographical Pivot of History”, Geographical Journal, Volume: 23, Number: 4, April 1904.

Avrasya’nın asıl güç potansiyelinin sadece Kalpgah’ta değil, aynı zamanda bunu çevreleyen ülkeler kuşağında ─yani, kendi deyimi ile Kenar Kuşak (Rimland)’ ta─ olduğunu söyleyen Spykman’ın jeopolitik tekerlemesi ise, şöyledir; Who rules Rimland countries commands Eurasia, who rules Eurasia controls destiny of the world (Kenar Kuşak ülkelerine hâkim olan, Avrasya’ya hükmeder; Avrasya’ya hükmeden, dünyanın kaderini kontrol eder).Bkz. Nicholas J. Spykman, The Geography of the Peace, New York, Harcourt Brace and Company, 1944, p. 43.

Spykman’ın “Rimland” kuşağında yer alan ülkeler, Batı Avrupa’dan başlamakta, Türkiye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Çin ve Kore’yi içine almaktadır.  

[2] İkiz Kuleler’e 11 Eylül 2001’de düzenlenen terör saldırılarından kısa bir süre sonra Afganistan’a askeri güç gönderen ABD, tarihinin en uzun savaşında 2 bin 300’ü aşkın askerini kaybederken, savaşın ülkeye maliyeti 686 milyar doları buldu. Bkz. “Afganistan savaşı ABD’ye pahalıya mal oldu”, Anadolu Ajansı, http://aa.com.tr/tr/dunya/afganistan-savasi-abdye-pahaliya-mal-oldu/88401; Erişim:17.12.2016

[3] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Mustafa TEZEL, İsrail: ABD’nin Stratejik Ortağı Mı, Müstakbel Düşmanı Mı?; http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/895-israil-abd-nin-stratejik-ortagi-mi-mustakbel-dusmani-mi

[4] Hatırlanacaktır, 1980’li yılların başında, bölücü terör başladığında da, aynı kesimler “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizin sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyelerinin düşüklüğünden” dem vuruyorlar ve “terörün önlenmesi için öncelikle Bölge’nin geri kalmışlığının giderilmesi gerektiğini” ileri sürüyorlardı. Böylelikle, aslında, teröre meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyordu. Pek çok iyi niyetli insanımız da, sâfiyâne düşüncelerle, bu tür görüşleri destekliyor, Bölge kalkındığında, terörün kendiliğinden sona ereceğine, inanıyordu. Fakat, beklenen olmadı. Artık, bu Bölgelerimizin geri kalmışlığından pek bahsedilmiyor. Gayrıresmî verilere göre, Diyarbakır, Mardin gibi bâzı illerimiz, tüketim imkânları bakımından, ülkemizin en zengin illeriyle yarışacak duruma geldiler. Hâl böyle iken, tedhişin durması şöyle dursun, daha da azgınlaştı. Bölgelerimiz arasındaki gelişmişlik farkları elbette giderilmelidir, fakat bunun terörle ilişkilendirilmeden yapılması gerekir.


 
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen