Anayasa Değişikliği: Kurucu İdeal Terk Edilecek mi?

“Ulus-devlet modeli, belirtilen özellikleri sebebiyle, toplumları “birlik, huzur ve güven içinde yaşatma” konusunda bugüne kadar geliştirilmiş en ileri ve işlevsel yönetim anlayışı olarak kabûl edilebilir. Günümüzde, “gelişmiş” ülkelerin tamâmına yakınında, devlet cihazı ‘ulus-devlet’ tarzında yapılanmıştır.”

*****

Mustafa DELİKURT

Başkanlık (Anayasal adı, Cumhurbaşkanlığı) sisteminin gerekliliği konusunda ileri sürülen gerekçelerin, asıl amacı tam olarak yansıtmadığı inancındayız. Başkanlık sistemi konusundaki ısrarın oluşturduğu derin kaygının asıl sebebi, muhtemelen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “ulus-devlet” yapısını oldukça zayıflatacak riskler oluşturulmasıdır. Zîrâ, bâzı kesimler, ülkemizde yaşanan sorunların önemli bir kısmının “ulus-devlet” sisteminden kaynaklandığı düşüncesindedirler. Bu düşünce, fikîr dünyâmızda Tanzimat’tan sonra yaşanan gelişmelerle yakından ilintilidir.

Ulus-Devlet Gerçeği…

Türk siyâsî hayatında iki ana akımdan/damardan bahsetmek mümkûndür. Birincisi, kökeni İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dayanan milliyetçi akımdır. Millî Mücâdele ve Cumhuriyet, bu akıma mensup asker-sivil bürokrat ve aydınların eseridir.

Cumhuriyeti kuran kadro, yaşanan onca tecrübeden sonra, “çok kültürlü” ve “çok milletli” yapıların ─Fransız Devrimi, sanayileşme ve modernleşme gibi olguların etkisiyle hızla güçlenen milliyetçilik akımları sonucunda─ artık sürdürülemez olduğunu kavramış ve bu yüzden de ─çok doğru bir tercihle─ Türkiye Cumhuriyeti devletini “ulus-devlet” esasına göre yapılandırmıştı.

Ulus-devlet, vatan toprakları üzerinde “tek millet” ve “milli egemenlik” esaslarına dayalı bir devlet kurulması, olarak tanımlanabilir. Asıl konumuz olmadığından, millî egemenlik ve ulus-devlet arasındaki ilişkinin ve bu gelişmeye dâir târihî sürecin açıklanmasını bir yana bırakacak olursak, ulus-devlet, en yalın şekliyle “bir arada yaşama/yaşatma projesi” olarak ifâde edilebilir.

Ulus-devlet, toplumu oluşturan bireylerin demokrasi, hukûkun üstünlüğü, kânûn önünde eşitlik, lâiklik, inanç ve düşünce hürriyeti, mülkiyet güvencesi ve teşebbüs serbestliği, nimetlerin ve kûlfetlerin vatandaşlar/bölgeler arasında hakkaniyet kâideleri çerçevesinde paylaşılması; kamu kaynaklarının vatandaşlar ve bölgeler arasında ihtiyaç, verimlilik/etkinlik vb. kıstaslara göre dağıtılması gibi müşterek değerler/amaçlar etrafında bütünleşmesini ve böylece, toplumun “hâlde ve gelecekte bir arada yaşama” irâdesine sâhip kılınmasını (millet inşâı); millet inşâının zorunlu şartı olan “müşterek dil ve kültürün” oluşturulmasını/geliştirilmesini; kamu düzeninin teşkilinde ve vatandaşların hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesinde soy-köken, inanç, bölge ve zümre mensubiyeti  gibi “subjektif (doğuştan edinilmiş olan ve bireyin sonradan değiştirebilmesi mümkün olmayan)” kıstasların değil, “vatandaşlık bağı” ve “aranan şartları taşıyor olmak (ehliyet/liyakat)” gibi “objektif (bireyin, kendi çabasıyla edinebileceği/değiştirebileceği)” kıstasların dikkate alınmasını; sosyal refahın artırılmasını, huzur ve güvenliğin sağlanmasını, esas alır.

Belirtilen ilkeler sebebiyle, ulus-devletin vatandaşları, seçme-seçilme, mülk edinme, ikâmetgâhını belirleme, işyeri açma, çalışma, kamuda istihdam edilme; eğitim, sağlık, konut vb. sosyal yardımlardan/hizmetlerden yararlanma vb. hakların kullanımında ve, vergi, askerlik, yasalara saygı vs. gibi yükümlülüklerin yerine getirilmesinde, farklı köken ve inanca sâhip oldukları gerekçesiyle, ayrımcılığa tâbi tutul(a)mazlar.

Batı’da,1648 Vestfalya Anlaşmasıyla temellerinin atıldığı kabûl edilen ulus-devlet kavramı, sınâileşme ve modernleşme ile de yakından ilintilidir. Ulus-devletlerin kurulması ve güçlenmesiyle birlikte, demokrasi ve hukûk devleti kavramları da gelişmiş ve müesseseleşmiş, bu durum milletin egemenliğine dayanan merkezî yönetimlerin de güçlenmesini sağlamış ve böylece, kamu düzenin tesisi, eğitim, sağlık ve sosyal konut yapımı gibi ─toplumsal gelişme ve sosyal refahın artışı için büyük önem taşıyan─ kamusal nitelikli hizmetlerin daha etkin/yaygın bir şekilde yerine getirilebilmesi mümkün olabilmiş; ülke içinde mal, sermaye ve insan hareketlerinin serbestçe yapılabilmesi, sanayinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

Ulus-devlet uygulaması, Batılı toplumlarca, târihî tecrübelerinin ve kültürel değerlerinin de etkisiyle “jakoben/ceberrut/baskıcı” bir tavır içinde gerçekleştirilmiş (ve, hâlen de aynı şekilde uygulanıyor) olmasına karşılık, Cumhuriyetimizin kurucuları, Türklerin târihleri boyunca farklı topluluklar/kültürler ile bir arada yaşama konusunda edindikleri muazzam tecrübelerden de istifâde ederek, kanâatimizce, ulus-devlet anlayışının en ideal uygulaması olan daha munis karakterli bir idâre tarzını hayata geçirmeyi başarmışlardır.

Ülkemizde, Cumhuriyetin kuruluşundan buyana, ulus-devlet anlayışı sâyesinde, gerekli şartları taşıyan bütün vatandaşlarımız, hiç bir ayrımcılığa tâbi tutulmaksızın, kamusal nitelikli her türlü hak ve yetkiyi özgürce kullanabilmektedirler. Devlet memuru, milletvekili ya da “seçmen” olmak isteyen hiç bir vatandaş, etnik kökeni ve/veya inancı sebebiyle, farklı bir muameleye mâruz bırakılmamaktadır.

Kezâ, millî gelire katkısı çok yüksek olan gelişmiş bölgelerimiz, ─millî gelire yaptıkları katkı ile kıyaslandığında─ devlet imkânlarından daha az yararlanırken, sosyo-ekonomik yönden azgelişmiş bölgelerimiz (ve, bu bölgelerde yaşayan yurttaşlarımız), bütçeden ─millî gelire yaptıkları katkının çok üzerindeki yüzdelerde─ pay almaktadırlar[1]. Bunu sağlayan, ulus-devlet anlayışıdır.  

Nitekim, ulus-devlet anlayışının bir gereği olarak, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk addolunur”[2] ilkesi bir anayasa hükmü hâline getirilmiş, böylece, Türk Devleti, vatandaşlarına, soy-köken, inanç, bölge, meslek, zümre mensubiyeti vb. farklılıklar sebebiyle hiç kimseye/topluluğa ─müspet ya da menfi yönde─ “farklı muamelede bulunulmayacağı” konusunda taahhütte bulunmuş; üstelik, bu taahhüt anayasanın teminâtı altına alınmıştır.

Kural olarak, ulus-devlet yönetimlerinde, bireylerin ─husûsî hayatlarında─ kendi inançlarını/değerlerini ve geleneklerini yaşamalarında/yaşatmalarında bir sakınca yoktur. Kezâ, aynı soydan gelen yahut aynı gelenek ve/veya inançları/değerleri paylaşan bireylerden oluşan toplulukların/unsurların da, kamu düzeni ile çelişmemek kaydıyla, geleneklerini ve inançlarına ait ritüelleri serbestçe icrâ etmelerinde, bunları yaşatmak için gönüllü teşekküller ihdas etmelerinde bir mahzur bulunmamaktadır. Fakat, bu durumun tamâmiyle sorunsuz olduğunu düşünmek mümkün değildir. Çok zaman, sözü edilen geleneklerin/değerlerin uygulanması ve/veya yaşatılması konusundaki çabaların kamu düzenine ilişkin kurallarla çeliştiği; kamu düzeninin esnetilmesi konusundaki taleplerin karşılan(a)maması durumunda, toplumsal gerilimlere yol açtığı bir vakıadır[3].  

Uygulamada bir takım sorunlarla karşılaşılıyor olsa da, ulus-devlet anlayışı, yukarıda özetlenen nitelikleriyle kapsayıcı, kuşatıcı, kucaklayıcı bir özelliği hâizdir ve bu durum, her bir vatandaşın, ─bölge, köken, inanç, düşünce vb. yönlerden farklılıklar taşısa dahi─ kendisini güven içinde hissetmesini sağlamaktadır. Güven duygusu, âidiyet hissini güçlendirdiği gibi, tasada ve kıvançta ortak, müşterek ülkü(ler) etrafında birleşmiş, bir arada yaşama irâdesine sâhip bireylerden oluşan güçlü bir toplum (millet) vücûda getirilebilmesini mümkûn kılmaktadır.

Ulus-devlet modeli, belirtilen özellikleri sebebiyle, toplumları “birlik, huzur ve güven içinde yaşatma” konusunda bugüne kadar geliştirilmiş en ileri ve işlevsel yönetim anlayışı olarak kabûl edilebilir. Günümüzde, “gelişmiş” ülkelerin tamâmına yakınında, devlet cihazı “ulus-devlet” tarzında yapılanmıştır.

Batılı toplumların kültüründe “ırkçılık” önemli bir yer tutmaktadır ve bu sebeple de, farklı köken ve inançlara mensup insanların Batılı toplumlarla kaynaşması sorunlu olabilmektedir. Bilhassa sömürgecilik döneminde, “Batılı toplumların medenî/üstün ırk olduğu” anlayışı ile, diğer uluslara ait zenginliklere el konulmasına meşruiyet kazandırılmak istenmiştir. Kezâ, Batılı devletlerin, ulus-devlet anlayışıyla bağdaşmamasına karşılık, toplumdaki eğilimler doğrultusunda zaman zaman “ayrımcı” uygulamalara gözyumduğu gözlenmektedir. Bu durum, bâzı çevrelerce ulus-devletin “ayrımcı, tektipleştirici” olarak algılanmasına sebebiyet verebilmektedir.

Türk Kültüründe, bilinen en eski zamanlardan buyana, inanç ve köken farklılığı sebebiyle insanlar arasında ayrımcılık yapılmasını hoş gören bir anlayış sözkonusu değildir. Türk Devlet Felsefesi de, “kamusal yükümlülüklerin yerine getirilmesi”, “kamu düzenini bozucu davranışlarda bulunulmaması” ve “devletin egemenliğine halel getirecek faaliyetlerden uzak durulması” kaydıyla, devletin hâkîmiyeti altındaki bireylerin/toplulukların özgürce, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını/yaşatılmalarını esas almaktadır. Cumhuriyetle birlikte ülkemizde uygulamaya konulan ulus-devlet sistemi, ilhâmını Türk Kültüründen ve Türk Devlet Felsefesinden aldığından, uygulamadaki bâzı hatâlardan kaynaklanan gerilimler dışında, ulus-devlet sisteminin en başarılı uygulamalarından birisi olarak kabûl edilmeyi fazlasıyla hak etmektedir. Yaklaşık 40 yıldır devam eden bölücü teröre rağmen, vatandaşlarımız arasında ─çok küçük çaplı birkaç istisnâî olay dışında─ herhangi bir gerilimin ortaya çıkmamış olması, bunun en büyük kanıtlarından birisidir.

Cumhuriyet öncesinde harabeye dönmüş olan ülkenin, Cumhuriyetin kurulmasından sonraki 10-15 yıl içinde, yaşanan pek çok iç-dış soruna ve kısıtlı imkânlara rağmen, kalkınma ve sanayileşme konusunda muazzam başarılar elde edilmesi; millî birliğin ve huzurun sağlanmış olması da, üzerinde önemle durulması gereken hususlardır.

Ulus-devletin zıddı siyaset literatüründe “Lübnanlaş(tırıl)ma” olarak adlandırılmaktadır ki, bu konuya bilâhare değinilecektir.

Bilhassa Atatürk’ün vefatından sonra, ülkemizde, ulus-devlet anlayışının uygulanmasında, zaman zaman sistemin ruhuyla bağdaşmayan uygulamalara gidildiği, bir vakıadır[4]. Sözkonusu uygulamalar, sistemin özünden değil, uygulayıcıların (siyâset adamları, bürokratlar, kamu görevlileri vs.) hatâlı davranışlarından kaynaklanmaktadır ki, bunların sebep ve sonuçları üzerinde ciddiyetle durulması gerekir. Bu konuda çoğu zaman ihmâlkâr davranılması, ne yazık ki, sistemin özüne ve meşruiyetine büyük zarar vermiştir[5].

Ülkemizde, asıl sorun, ulus-devletin esasını oluşturan kavram, ilke ve müesseselerin (demokrasi, hukûkun üstünlüğü ve lâiklik ilkesi, inanç ve düşünce hürriyeti vs.) ihdası ve geliştirilmesi konusunda arzu edilen seviyeye ulaşılamamasıdır. Bu yüzden, ulus-devletin kazanımları gözardı edilirken, yaşanan sıkıntılar ─gerçek sebebi ne olursa olsun─ ulus-devlete mâl edilmiş ve buradan hareketle “kurucu irâde”, bâzı çevreler tarafından “bilinçli/bilinçsiz şekilde mütemâdiyen yapılan ithamlara mâruz kalmıştır.

Ulus-devletin topyekûn tasfiye edilmesi konusunda, “milliyetçi kesim” dışındaki siyâsî akımların mühim bir bölümünün (liberal, sosyalist-Marksist, İslâmcı vs.), büyük ölçüde görüşbirliği içinde olduklarını söylemek mümkûndür.
 

Lübnanlaşma Yolunda (mıyız?)

1911 yılında kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF)[6], Prens Sabahattin Bey’in fikirlerinden de esinlenerek, özel teşebbüse önem verilmesini, liberal bir ekonomi politikası uygulanmasını, dış ilişkilerde dönemin güçlü devletlerini hoşnut edecek politikalar güdülmesini[7]; imparatorluk ahalisini oluşturan bütün unsurlara idârî-siyâsî ve içtimâî haklar/yetkiler tanınmasını (İttihad-ı Anasır, yâni “unsurların birliği”)”[8], yerel yönetimlere geniş yetkiler verilmesini (âdem-i merkeziyet) savunmakta[9] ve, bunlar yapıldığı takdirde, ülkenin zenginleşeceğini, ayrılıkçı hareketlerin son bulacağını, ileri sürmekte idi.

HİF mensuplarının ve ilham kaynakları durumundaki Prens Sabahattin’in, bu görüşlerin oluşmasında bilhassa Anglo-Sakson kültüründen etkilendikleri muhakkak olmakla birlikte, Tanzimat öncesinde uygulanmakta olan Osmanlı Millet Sistemine duyulan bir özlem de sözkonusudur.

Tanzimat öncesinde, Osmanlı düzeninde, her topluluk kimliğini koruma hakkına sâhipti. Devlet buna imkân ve zemin hazırlıyordu. Bütün uygulamalar kurallara bağlanmıştı, sorumluluklar ve ilkeler belirlenmişti.

Millet-i hâkime olan Müslüman ahâli (devlet yönetimi, askerlik ve ilmiye sınıfında, ağırlıklı olarak Türkler) bâzı ayrıcalıklara sâhip olmakla birlikte, bu durum bütün renk ve farklılıklarıyla Osmanlı toplumunun ahenk içinde huzurlu bir hayat sürmesine engel değildi.

Türk olmayan Müslüman ahâlinin, kendi kimlik ve kültürünü yaşatmak için yapabilecekleri hususlar hakkında, “kamu düzenini bozucu” ve “devletin egemenlik anlayışı ile bağdaşmayan” bir eylem içinde bulunmamak kaydıyla, herhangi bir sınırlayıcı düzenleme bulunmuyordu.

Gayrımüslim unsurlar ise, devlet tarafından getirilen bir takım kısıtlamalara (kıyafet, seyahat, mimârî, çalışma alanları vs.) riâyet etmek kaydıyla, cemaat hâlinde, hayatlarını özgürce ve güvenli biçimde sürdürme imkânına mâlik idiler. Cemaatlerin, yöneticileri üzerinde denetim ve söz hakkı da bulunmaktaydı.

Devlet ile gayrımüslim cemaatler arasında köprü vazifesi gören din adamları ve ilerigelenlerin, kendilerine tanınan yetki, hak ve imkânlardan kayd-ı hayat şartıyla istifâde edebilmeleri, esas itibâriyle; kamu düzenine saygılı olmaları, temsil ettikleri cemaatin kamu düzenini tehlikeye düşürecek bir eylemde bulunmasına mâni olmaları ve cemaatin huzur ve emniyet içinde yaşamasını sağlamaları gibi hususlara bağlıydı… Bu vazifelerin lâyıkıyla yerine getirilmesi, hem sözkonusu liderlerin, hem cemaatlerinin, hem de devletin yararına bir sonuç doğuruyordu. Bu yüzden de, istisnâî nitelikteki sorunlar bir yana, yaklaşık üç asır boyunca, büyük bir aksaklığa meydan verilmeden cemaat düzeni sürdürülebilmişti.

Tanzimat sonrasında, bu düzen bozuldu. Yerine “Batı’daki uygulamalar emsál alınarak” kurulmak istenen nizam ise, sözkonusu düzenin tesisine imkân sağlayan şartlar vârit olmadığından ve bunun önemi de yeterince kavranamadığından, arzu edilenin tam aksi neticeler doğurdu.

Türk Modernleşmesi olarak tanımlanabilecek bu süreçte, iyi niyetle girişilen, bâzen de düvel-i muazzamanın zorlamasıyla uygulamaya konulan, fakat iyi tasarlanmış bir stratejiden yoksun olan sözkonusu yenilikler sonucunda, gayrımüslim topluluklarda “millî kimlik” bilinci güçlenmiş, bu durum zaman içinde ayrılıkçı hareketlerin de güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Öyle ki, emsál alınan Batılı ülkelerdeki ulus-devlet nazariyesiyle tezat teşkil edecek şekilde, “farklılıkların müesseseleşmesi, kalıcı hâle gelmesi, ve hatta teşvik edilmesi” sonucunu doğuran düzenlemeler yapılmıştır. Bunun en müşahhas örneği, 1863 târihli Nizamname-i Millet-i Ermeniyan (Ermeni Millet Nizamnâmesi) dir. Devlet, anılan nizamnâme ile, 1876 târihli Kânûn-î Esâsî’den 13 yıl önce, Ermeni Cemaatine, âdetâ anayasal bir düzen kurma imkânı bahşetmiştir. Oysa ki, aynı dönemlerde Batılı devletler, “tek millet” vücuda getirebilmek için “farklılıkları ortadan kaldırmayı; bütün vatandaşları kapsayan/kucaklayan güçlü bir millî kültür inşâını” zaruri görüyor, bunun için gerekirse baskıcı usûller uygulamaktan da çekinmiyorlardı.

Gayrımüslim toplulukların, “ayrılıkçı” hareketler sonunda pekçok kazanım elde etmeleri, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman unsurları da tahrik etmiş ve, ayrılıkçı siyâsî akımlar, sözkonusu topluluklarda da ciddî bir zemin bulmuştur. Böylece, Devletin, ayrılıkçı akımları teskin etmek amacıyla verdiği tâvizler, tam tersine, Müslüman olsun ya da olmasın, Türkler dışındaki topluluklarda “ayrılma eğiliminin” daha da güçlenmesine yol açmıştır.

O günden buyana, yaşanan onca sıkıntıya rağmen, Türk aydınlarının bir kısmının, sanayi inkılabından sonra sosyo-ekonomik sistemin parametrelerinde ortaya çıkan değişimi ve, bu değişimin uluslararası siyâsetteki etkilerini anlamakta güçlük çektikleri görülmektedir.

Türkiye’nin, millî bütünlüğünü koruması ve güçlendirmesi, yeni dönemin gerektirdiği sermâye, teknoloji, eğitilmiş insan gücü gibi ihtiyaçlarını giderecek politikalar uygulaması, sermâye birikiminin sağlanması, sanayinin gelişmesi, iç pazarın güçlenmesi, üretim fazlasının ihraç edilmesi, millî gelirin ve üretimin artırılması; ülke nüfusunu oluşturan unsurların ─aralarındaki soy ve inanç farklılığı gibi hususları izâle ederek─ “yekvücut” olması, ancak Batı’daki örneklerine uygun bir şekilde, ulus-devlet yapısının benimsenmesi ve böylece, ekonomiden eğitime, sağlıktan ulaşıma kadar, her konuda ─ülke çıkarlarını önceleyen─ millî politikalar uygulanması ile mümkûn olabilirdi. İşte, Cumhuriyetin ilânından sonra yapılan budur ve tâvizsiz uygulandığı dönemlerde, millî mücâdele sırasında trenlerini işletecek kömür ve makinist bulamayan ülkemizin, 10-15 yıl gibi kısa bir zaman içinde Avrupa ülkelerine uçak ihraç edebilecek bir konuma gelmesini sağlamıştır.

Sorun şudur ki, Cumhuriyet sonrasında, “lâiklik” ve “bölücü akımlarla mücâdele” gibi konularda yaşanan sorunların asıl sebebinin “ulus-devlet” sistemi olduğuna inanan anlayış, burada ayrıntılı olarak tahlil edilmesi kabil olmayan birtakım âmillerin tesiriyle, son yıllarda yeniden güç kazanmıştır. Ve, bu akımın, ulus-devlet sisteminin tasfiye edilerek, daha önce de defaatle temas edildiği üzere, ─Osmanlı Millet Sistemine benzer nitelikte─ “unsurların farklılığı esasına dayanan” bir devlet nizâmı kurulmasının, Türkiye’nin huzur ve güvenliği bakımından daha yararlı olacağı inancına sâhip bulunduğu, müşahede edilmektedir.

Uygulanmak istenen sözkonusu nizâm, günümüzde, meşhur şarkiyatçı Bernard Lewis’e atfen, “Lübnanlaş(tırıl)ma” olarak ifâde olunmaktadır ve ulus-devlet anlayışının tam aksi yönde bir uygulamaya gidilmesini; daha açık bir anlatımla “çok kültürlü” ve “çok milletli” bir yapı inşâ edilmesini amaçlamaktadır.

Bahiskonusu “yapı” için “Lübnanlaşma” tâbirinin kullanılması, bahsedilen anlayışın özgün örneğini teşkîl eden uygulamalardan birisinin anılan ülkede kurulmuş olmasıyla alâkalıdır.

Birinci Dünyâ Savaşı’nın sonlarına kadar, yaklaşık 4 asır boyunca Devletimize bağlı sancaklardan birisi olan Lübnan’da, nüfusun tamâmına yakını Arap asıllı ve Arapça konuşan insanlardan oluşmaktadır. Buna mukabil, toplum, inanç bağlamında, farklı din ve mezheplere mensup insanların oluşturduğu altguruplara bölünmüştür. Devlet teşkilâtı ve sosyo-ekonomik düzen, “vatandaşlık bağı” ve ehliyet/liyakat” esasına göre değil, bireylerin mensup olduğu dinsel/mezhepsel yapıya göre (Katolik/Ortodoks Hristiyanlar, Sünni/Şii Müslümanlar, Maruniler, Dürziler vs.), tanzim olunmuştur.

Devletin bütün birimlerinde (siyâsî organlar, devlet memuriyeti, ordu, emniyet vs.), her inanç gurubu için kotalar ayrılmıştır. Kezâ, siyâsi yapı da (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, bakanlıklar, milletvekillikleri vs.), “sayı” ve “makam”lar itibâriyle, “gurup”lar arasında bölüştürülmüştür.

Yine, devletin gelir ve giderlerinden hangi guruba/bölgeye ne kadar tahsisat ayrılacağı, belirlenmiştir. Anayasa ve kanûnlar ile yapılan belirlemelerin yanısıra, açıkça belirlenmeyen hususlar hakkında da, uygulama yapılabilmesi için, yetkili makamların/mercilerin (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Bakanlar Kurulu, Meclis vs.) karar alması ve/veya kânûn çıkarılması yeterli olmamakta, bütün guruplar arasında “mutabakat” tesis edilmesi gerekmektedir.

Sözkonusu sistem, gurup menfaatlerini öne çıkardığından, millî birliğin sağlanmasını neredeyse imkânsız kılmakta; çok istisnâî durumlar dışında, toplum hemen her konuda ihtilâfa düşmektedir. Bu durumun tabii bir sonucu olarak, hemen her seçimden sonra, hükmet kurma çalışmaları, aylar/yıllar boyu sürmekte, çoğu zaman ülke “geçici” hükûmetler tarafından yönetilmektedir.

Millî birliğin sağlanamadığı, ordu/emniyet/istihbarat/yargı ve diğer denetim mekanizmaları gibi bağımsız/tarafsız olması gereken kurumların/mercilerin, sözüedilen “parçalı” yapı sebebiyle işlevlerini yerine getiremedikleri ülkede, kamu kaynaklarının ve beşeri sermâyenin etkili/verimli kullanılabilmesi; toplum hayâtının hemen hiç bir alanında (ekonomi, savunma, sağlık, eğitim, iç-dış güvenlik vs.) millî politikalar tespit edilebilmesi ve/veyâ uygulanabilmesi sözkonusu olamamaktadır.

Belirtilen durum sebebiyle, demokratik bir ülkede “eşyânın tabiatı gereği” olması gereken inanç, düşünce, seyâhat, teşebbüs, basın vb. özgürlükler de kısıtlanmaktadır. Bir gurubun mensubunun, bir başka gurubun “egemenliği” altında bulunan bölgede, sözkonusu özgürlükleri kullanabilmesi mevzubahis değildir.

Ulus-devletlerin en önemli özelliklerinden birisi, ülke kaynaklarının en verimli/etkin şekilde kullanılmasını sağlayacak uygulamaların/düzenlemelerin yapılabilmesidir. Meselâ, devletin bütün gelirleri bütçede toplanır, sonra “ihtiyaç” ve “verimlilik” gibi kıstaslara göre yapılan bütçe/harcama/yatırım proğramları çerçevesinde, kaynaklar “en gerekli” alanlara tahsis edilir. Oysa ki, Lübnan vb. ülkelerde, kamu gelir ve giderlerinin baştan “hangi alanlara/konulara” ve “hangi oranlarda ve/veya miktarlarda” tahsis edileceği anayasa/kanun yâhut da guruplar arasında varılan mutabakata göre belirlendiğinden, “ülke için en doğru olan nedir” ve/veyâ “milletin huzur ve refâhı için ne/nekadar/nasıl yapılmalı” gibi tartışmalar değil, gurupların müzakere/pazarlık gücü etkili olmakta ve, çoğu zaman en küçük bir anlaşmazlık, silâhlı çatışmaya dönüşebilmektedir[10]. Ki, Lübnanlaşma olgusunun belki de en fazla üzerinde durulması gereken hususlardan birisi, burada kısaca özetlenen yapının “çatışma ortamını/potansiyelini sürekli kılması” yâni “istikrarsızlığı süreğenleştirmesi” konusudur[11].

İstikrarsızlığın süreğenleşmesi, sürekli guruplar arasında çatışma/anlaşmazlık potansiyelinin mevcud olması, ─devletin resmi emniyet/güvenlik/istihbarat kurumlarının yanısıra─ hemen her gurubun kendi güvenlik/istihbarat gücünü oluşturması sonucunu doğurmakta; bu yüzden, yukarıda da belirtildiği gibi, bâzen çok küçük anlaşmazlıklar dahi, guruplar arasında ve/veya bâzı guruplar ile devlet güçleri arasında yıkıcı/silâhlı çatışmalara sebebiyet verebilmektedir.

Vatandaşların güvenliğini, adâleti ve temel kamu hizmeti olarak kabûl edilen eğitim, sağlık, barınma, temel gıda maddelerinin temini gibi hizmetlerin sağlanması, bir devletin en temel görevleri arasında yer alır. Lübnan vb. devletler, yukarıda özetlenen hususlar sebebiyle sözkonusu görevlerini umûmiyetle ifâ edemediklerinden, hemen her gurup, yalnız güvenlik konusunda  değil, diğer hususlarda da “devlete paralel” bir yapılanma içine girmektedir.

Devlet içinde “devletçiklerin” oluşumu, vatandaşlarına ve dostlarına güven veren, düşmanlarını caydırıcı özelliğe sahip bir devlet inşâsını imkânsız kılmaktadır.

Bu “güvensiz” yapı, hemen her gurubun, devletten bağımsız olarak, çoğu zaman da devlete rağmen, “dış güçler” ile ittifaklar tesis etmesine yol açmakta; bu durum, dış güçlerin ─hemen her meselede─ ülke sorunlarına müdâhil olması sonucunu doğurmaktadır.

Bahsedilen yapı, Avrupa’nın 1648 öncesindeki durumu ile büyük benzerlik arzetmektedir.

Batılı ülkeler, Vestfelya Anlaşmasından sonraki süreçte, millî birliklerini sağlamak/güçlendirmek için ulus-devlet anlayışını egemen kılacak uygulamaları gerçekleştirirken, kapitalist üretim düzeninin tabii bir sonucu olan “hammadde” ve “pazar” arayışları sebebiyle hedef seçtikleri ülkeleri zayıflatabilmek ve onları egemenlikleri altına alabilmek için “böl-yönet” yöntemini tatbik etmişlerdir. Lübnan vb. devlet yapılanmaları, “böl-yönet” yönteminin “sistemleştirilmiş” bir uygulamasıdır.

Uluslararası konjonktür gereği, soğuk savaş döneminde nispeten “tavsamış” olan “böl-yönet” politikası, demirperdenin yıkılmasından sonra hızlanan “küreselleşme” sürecinde yeniden ─ve, deyim yerinde ise, daha da makyajlanarak─ gündeme sokulmuştur. Büyük Ortadoğu (BOP) ve Genişletilmiş Ortadoğu (GOP) projeleri, bunun en somut örnekleridir.

Lübnan benzeri bir yapılanma, yaklaşık 3 yıl süren kanlı bir iç savaşın ardından, Dayton Anlaşması ile, 1995 yılında Bosna-Hersek’te, 2003 yılındaki ABD işgâlinden sonra da Irak’ta tesis edilmiştir. Son dönemlerde vukû bulan bâzı gelişmelerden, bir müddet sonra Suriye’de de benzeri bir yapının kurulması konusunda ABD ve Rusya arasında mutabakata varıldığı intibaı edinilmektedir.

Bosna-Hersek ve Irak’taki “parçalı yapı” esasına göre kurulmuş olan devletlerin durumu da Lübnan’dan farklı değildir.

Şu hususun da belirtilmesinde yarar görüyoruz: Sovyetler Birliği’de, 1924 yılından sonra, Türkistan’da ve Baltık Bölgesinde, Lübnan/Bosna/Irak benzeri bir yapılanmaya gitmiş, 1977 yılında revize edilen sisteme göre, “sözde” 15 bağımsız “devlet” kurulmuş idi. Kâğıt üzerinde Sovyetler Birliği’nden ayrılma hakkına sâhip bulunan bu Cumhuriyetlerin, merkezî idâreye cephe almasını önleyecek pek çok mekanizma tesis edilmişti. Meselâ; aralarında dil/din/ırk birliği bulunan Türk toplulukları, farklı adlarla adlandırılmışlar, her birisi için farklı bir alfabe “imâl” edilmiş, lehçe/şive/ağız farklılıkları derinleştirilerek her birisi ayrı bir dil olarak kabûl edilmiş ve böylece, Türk millî kimliği parçalanmak suretiyle, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (yâni, eşit ortaklık)” görüntüsü altında sürdürülmek istenen Rus Emperyalizmine karşı günün birinde tehdit oluşturmalarının önüne geçilmek istenmiştir. Kaldı ki, Ruslar, cumhuriyetlerin sınırlarını ─kasıtlı olarak─ “müstâkîl kimlik sâhibi” olarak tanımlanan farklı Türk topluluklarından nüfusları içerecek şekilde belirlemek ve her cumhuriyet içinde ayrı özerk bölgeler oluşturmak suretiyle, Türk topluluklarının mütemâdiyen birbirleriyle sürtüşme içinde olmasını temin etmeye çalışmışlardır. Benzer Yöntemler, Baltık Bölgesinde ve diğer bölgelerde Türk olmayan topluluklar için de uygulanmıştır. Bu politika, Sovyetler Birliği’nin çökmesini önleyemedi ise de, Türkistan’daki Türk topluluklarının bugünkü durumuna bakılarak, tamâmen başarısız olduğunu söyleyebilmek de güçtür.

Binaenaleyh, bir toplumun varlığını “güçlü”, “huzur ve emniyet içinde” ve “müreffeh” bir şekilde sürdürebilmesi, bireylerin müşterek kültür/değer ve ideallere sâhip olduğu; herkesin kendisini ait hissettiği bir “millet”in inşâ edilebilmesine ve, “milleti hür, müstakîl, mutlu, mesut, güven, huzur ve refah içinde yaşatmayı” gâye edinen bir devletin kurulabilmesine bağlıdır. Günümüzde ulus-devlet olarak tanımlanan bu modelin nirengi noktası, milletin fertleri arasında ─millet oluşumundan önceki dönemlerin izlerinden başka bir şey olmayan─ soy/köken vb. farklılıklara göre değil, “millî birlik, millî yarar” esasına göre yapılanmasıdır. Bu sonucun elde edilebilmesi için, milleti oluşturan unsurlarla ilgili “her türlü” farklılığın, millet bütünlüğü içinde “eritilerek (bu, asimilasyon değildir)”, “ayrılık/gayrılık” konusu edilemeyecek, ve hattâ üzerinde durulmasını bile gerektirmeyecek bir ayrıntı hâline getirilmesine bağlıdır.

Bu noktada, muârızlarımızdan gelebilecek muhtemel bir eleştiriyi de cevaplamak isteriz.

Burada sözüedilen Anayasa değişikliğini öneren/savunan arkadaşlarımız başta olmak üzere, kendisini “muhafazakâr” ya da benzeri lâfızlarla nitelendiren bir kesim, kuvvetle muhtemeldir ki yukarıda bahsedilen hususlara kıymet vermeyecek ve “Bizim Osmanlı Atalarımız, engin hoşgörüleri ile, farklı dinlere mensup milletleri, yüzyıllar boyunca, huzur ve barış içinde yaşattılar. Biz, onlar gibi yaparak, yine aynı sonucu elde edebiliriz. Batılılar bilerek mazlum milletleri birbirine kırdırmak istiyorlar. Bizim sistemimiz onlarınkine benzemez.” diyeceklerdir.

“Peki, sisteminiz nedir?” sorusunu sormuş olsak, ne cevap verebileceklerini doğrusu merak ediyorum. Biz, sözü daha fazla uzatmadan, konuya dönelim.

Osmanlı Millet Sistemi, Tanzimat öncesinde, gerçekten de, farklı dinlere mensup toplulukların huzur ve barış içinde yaşamasını sağlamış idi. Fakat, bu sonuç, yalnızca sistemin mükemmelliğinden mi kaynaklanıyordu? Öyle olsaydı, Tanzimat sonrasındaki isyanların hiçbirisinin yaşanmaması gerekirdi. Zira, başta Ermeniler olmak üzere, ekalliyetlere, önceki dönemden farklı olarak, yalnızca “eşit ortaklık” statüsü tanınmıyor, aynı zamanda tanınmış olan ayrıcalıklar “anayasal güvenceye” de sâhip kılınıyordu. Oysa ki, klasik Osmanlı döneminde, herhangi bir millete/topluluğa sağlanan imtiyazlar, Padişahın fermanına bağlıydı ve her an geri alınabilirdi. Üstelik, bizim “övünmek” amacıyla bahiskonusu ettiğimiz hususlara, yâni Türk Devletinin, hâkîmiyeti altına aldığı topluluklara “şunları yapabilirsiniz, bunları yapamazsınız; şunları da şu şekilde yapacaksınız” şeklinde getirmiş olduğu sınırlamalar, acaba muhataplarını gerçekten ne kadar tatmin ediyordu? Karşı çıkabilirler miydi? Yâhut da “bize daha fazlasını verin; şu konularda şöyle değil de, böyle yapmak istiyoruz” deme imkânları var mıydı? Elbette ki, hayır. Devlet, sözkonusu imkânları bahşediyordu, karşı tarafın ise “râzı olmak” dışında bir seçeneği bulunmuyordu.

Kabûl etmek gerekir ki, Devletimizin, hâkîmiyeti altına aldığı topluluklara tanımış olduğu haklar (belirli sınırlamalara riayet etmek, kamu düzenini bozucu ve/veya devletin egemenliğini tehdit eden faaliyetlerde bulunmamak kaydıyla, ─dînî inançlarının gereklerini serbestçe ifâ edebilmek de dâhil olmak üzere─ hayatlarını huzur ve güven içinde sürdürebilme imkânı), sanayileşme/modernleşme öncesi dönemlerde, başka ülkelerle karşılaştırıldığında, son derece ileri bir uygulama idi.

Ancak, gözden kaçırılmaması gereken husus şudur; sözüedilen dönemlerde, “kimlik” olgusu din üzerinden tanımlanıyordu ve dolayısıyla, o dönemin insanları için, bahsedilen haklar, itiraz edilecek hususlar değildi. Bireyin siyasal sistem tarafından muhatap olarak alınmadığı o dönemde, Devletimiz, cemaat yapılanmalarını muhatap alıyordu ve o zamanın anlayışına göre, bu uygulama, gayrımüslüm ahâli açısından güven ve gurur verici nitelikteydi.

Fransız ihtilâli, sanayileşme ve modernleşme olgularının gündeme gelmesiyle birlikte, “kimlik” algısı ve millet tanımı değişti, din faktörünün yanısıra dil, kanbağı ve vatan gibi unsurlar öne çıktı, birey önem kazandı; cemaat yöneticilerinin otoriteleri sarsıldı; kezâ, “adâlet” kavramının yanısıra “eşitlik” kavramı önem kazandı ve bütün bu değişimler/dönüşümler sonucunda ─Osmanlı özelinde söyleyecek olursak─ Türk hâkimiyeti altında yaşayan topluluklar (Sırplar, Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, ilh…), vatan bildikleri topraklarda, “millet” olarak, hür ve bağımsız yaşamak istediler. Devletin askerî ve iktisâdî yönden zayıflaması, bu taleplerin yüksek sesle dile getirilmesine zemin hazırladı. Osmanlıyı kendilerine hasım gören ülkelerin yardımları, bağımsızlık girişimlerinin ─Ermeniler dışında─ başarıya ulaşmasında kuvvetli etken oldu. Yâni, Osmanlı, Tanzimat öncesinde ya da sonrasında, daha önce sözkonusu topluluklara tanımış olduğu hakları geri almış değildi ki… Anılan topluluklar, “daha fazla hak” isteğiyle değil, doğrudan doğruya “bağımsızlıklarını elde etmek amacıyla” ayrılıkçı hareketlere giriştiler. Bu amacın ilk başlarda açıkça dile getirilmemiş olması, yalnızca taktiksel gerekçelerle ve sürecin olgunlaşmasıyla alâkalıdır. Eğer, Türk Devleti anılan toplulukların temsilcilerinin önüne beyaz kâğıt koymuş olsaydı ve ─ayrılma isteği dışında─ “istediğinizi yazın, vereceğim” demiş olsaydı bile, muhataplarını tatmin etmesi mümkûn değildi. Nitekim, daha önce de belirtildiği üzere, Devletin, ayrılıkçı hareketleri teskin etmek maksadıyla gösterdiği hoşgörü, anılan hareketlerin şiddetini daha da artırmasından başka bir sonuç yaratmamıştır.

Çok dinli/kültürlü/milletli bir yapı olan Osmanlı “peki ne yapsa idi, mâhut sonucu değiştirebilirdi” sorusunun cevabını aramak, bu makalenin konusu değildir. Fakat, Cumhuriyetin kurucuları, o süreci birebir yaşamışlar, millet-devlet (tek millete dayanan devlet) konusunun önemini kavramışlar ve rejim değişikliğinden sonra, Devletimizi, bu tespit doğrultusunda yapılandırmışlardır. Ulus-devletin yerine tesis edilen “parçalı” yapıların (Lübnan, Bosna, Irak gibi…) sebep olduğu sorunlar meydanda iken, benzeri bir sürecin kendi ellerimizle gerçekleştirilmesi, inanılması güç bir olaydır.

Sonuç Yerine

Türk Milleti, Batılı milletlerden farklı olarak, “devlet/hâkim zümreler” tarafından inşâ edilmiş “sun’i” bir topluluk değildir. Binlerce yıla uzanan târihi boyunca, nice bâdireler atlatmış; bu zorlu târih yolculuğunda adına Türk Töresi dediğimiz ve kültürümüzün özünü oluşturan ilkeler manzumesi inşâ edilmiş; anılan ilkeleri özümsemek ve kendini milletimizin bir ferdi olarak kabûl etmek kaydıyla, muhtelif sebeplerle sonradan kendisine katılan birey ve topluluklara kucak açmış, dışlayıcı bir tavır içinde olmamıştır.

Türk Milleti kıvamını bulmuştur ve bundan sonra yapılması gereken, milletimizi oluşturan unsurların ayrışmasını değil, “birlik olarak” daha güçlü bir şekilde geleceğe yol almamızı sağlayacak politikaları oluşturmak ve uygulamak olmalıdır.

Gündemdeki Anayasa değişikliği ile ilgili tartışmalarda, daha çok “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin ortadan kalkacak olması ve bunun muhtemel olumsuz sonuçları üzerinde durulduğu görülmektedir. Bu konu gerçekten önemlidir ve nitekim, konuya dikkat çekmek amacıyla tarafımızdan da bu hususla ilgili bir yazı kaleme alınmıştır (link).

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılması, kesinlikle çok olumsuz sonuçlara sebebiyet verecektir. Bahsedilen ilke, insanlık târihi boyunca yaşanan acı tecrübelerin sonucunda geliştirilmiştir. Lord Acton’un da belirttiği gibi[12], denetimden yoksun hâle gelen bir idârenin (mutlak güç), ifsâd etmesi (bozulması) kaçınılmazdır. Bu sebeple, anayasa değişikliği gerçekleştiği takdirde, bütün yetkilerin tek bir şahısta/makamda birleşecek olmasının menfi sonuçları bir müddet sonra anlaşılmaya başlanacaktır. İşte o zaman, yapılan yanlışlığın farkına varılacak ve toplum olarak, hep birlikte “eyvah, yanlış yapmışız” denilecektir. Anayasanın yeniden değiştirilmesi, bütün yetkileri elinde toplamış olan Cumhurbaşkanının, sözkonusu yetkilerinin önemli bir kısmından vazgeçmeye iknâ edilmesi ve denge-denetim mekanizmalarının yeniden tesis edilmesi hiç de kolay olmayacaktır. Ve, bu süreçte, toplum olarak, muhtemeldir ki, ciddî sıkıntılar çekilecektir. Şu kadar ki, bütün bunlara rağmen, zor da olsa, ağır bedeller ödense de, kuvvetler ayrılığı ilkesinin yeniden tesisi (yâni, yapılan değişikliklerin ─bu mânâda─ tâdil edilmesi) imkân dâhilindedir.

Gündemdeki Anayasa değişikliğinin, devletimizin ulus-devlet yapısı ile ilgili olarak da tehlikeli bir gidişata yol açabileceğine ilişkin endişeler dile getirilmekle birlikte, bu tartışmanın daha çok “Anayasa değişiklik teklifinde yer alan maddeler üzerinden” yürütüldüğü, müşahede edilmektedir. İleri sürülen endişelere büyük ölçüde katılmakla birlikte, asıl olanın, anayasa değişiklik teklifini hazırlayan zihniyet olduğu inancındayız. Bir takım emârelerden, anayasa değişiklik teklifi milletimiz tarafından onaylandığı takdirde, devletimizin ulus-devlet yapısını ortadan kaldırmak ve yerine, Osmanlı Millet Sistemine benzer şekilde (Lübnan benzeri), “milletimizi oluşturan bütün unsurların ayrıştırılması ve her birinin müstâkilen teşkilâtlanması” esasına dayanan bir yapılanmaya gidilmek istendiği, intibâını ediyoruz. Böyle bir girişim, deyim yerinde ise, uzun bir zamanda büyük emeklerle vücûda getirilebilen çok kıymetli bir vazonun, önce ─kasden─ yere atılıp parçalanması ve sonra da, iyi bir usta bulunarak, kuvvetli bir yapıştırıcı ile parçaların birleştirilmek istenmesine, benzetilebilir.

Değişiklik teklifini hazırlayanların söylemlerinden, sözü edilen “yapıştırıcı”nın İslâm dini olarak öngörüldüğü, müşahede edilmektedir..

Burada yeni bir tartışma başlatmak ve sözü daha fazla uzatmak niyetinde değiliz. Lâiklik ilkesi, ülkemizde sıkça ─ve, üzerinde yeterince düşünülmeden ifâde edildiği şekilde─ “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından” ibâret değildir. Keşke bu kadar basit olsaydı. Ülkemizin tâlihsizliği, ulus-devlet, sanayileşme, modernleşme, lâiklik, kültür, medeniyet gibi kavramların/olguların yeterince anlaşılamaması, az sayıdaki hakiki münevverimiz hâriç tutulacak olursa, bu konudaki tartışmaların sathi kalması ve daha çok sloganlar üzerinden yürütülmesidir. Teorik tartışmaları başka bir çalışmaya bırakarak, bu konuda şunu söyleyebiliriz; lâiklik, bilimsel gelişmenin ve toplumsal huzurun en önemli anahtarlarından birisidir. Târih boyunca, en çok kıyıma sebep olan çatışmaların/savaşların birçoğu, aynı dinin müntesipleri arasında vukû bulmuştur. Yanıbaşımızda, Ortadoğu’da hergün din adına işlenen cinâyetler, durumun vahametini hiçbir tereddüde mahâl bırakmayacak açıklıkta ortaya koymak için herhâlde yeterlidir.

Sözün özü, anayasa değişikliği kesinleştiği takdirde, asıl tehlike, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalkacak olması değildir. Kuvvetler ayrılığı konusunda, daha önce de belirtildiği üzere, ödenecek bedel ağır da olsa, geri dönüşü mümkündür. Fakat, devletimizin “ulus-devlet” yapısı ortadan kaldırıldığı takdirde, yâni ─Allah muhafaza─ Lübnan benzeri bir yapının ülkemizde kendi ellerimizle kurulması yönünde girişimlerin başlatılması durumunda, geri dönüşü pek zor, belki de hiç mümkûn olmayacaktır.

Dileriz, korktuğumuz başımıza gelmez ve yol yakınken, yanlıştan dönülür…

Kaynaklar


[1] 2010 yılı itibâriyle, İstanbul, toplam bütçe gelirlerinin % 38,36′ nı tek başına sağlarken, aynı yıl bütçeden aldığı pay, yalnızca % 4,4 seviyesindedir. Yâni, bütçe imkânlarından, yaptığı katkının % 11’i nispetinde yararlanabilmektedir. “Bütçe gelirlerine yaptığı katkı” ve “bütçe giderlerinden aldığı pay”, sırasıyla Ankara için, % 13,31 / 6,46; Kocaeli için % 11,06 / 0,79 olurken; sözkonusu oranlar; Batman için % 0,05 / 0,34 (Yaptığı katkının 6,8 katı), Ardahan için % 0,01 / 0,07 (Yaptığı katkının 7 katı) ve Van için % 0,15 / 0,82 (Yaptığı katkının 5,5 katı) seviyesindedir. Kaynak: BÜMKO,  2010 Yılı Aralık Ayı İller Bazında Merkezi Yönetim Bütçe Gelir ve Giderlerinin Karşılaştırması (Kümülatif), http://www.bumko.gov.tr/TR,4461/butce-gider-gelir-gerceklesmeleri-1924-2012.html (15.02.2017).

[2] 1924 Anayasası’nın 88 maddesi: “Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.”

1961 Anayasası’nın 54. maddesi ve hâlen yürürlükteki 1982 tarihli Anayasa’nın 66. maddesine göre de: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”

[3] Bu konuda literatüre geçen bir olayı burada nakletmeyi yararlı görüyoruz. Geçmiş yıllarda, İngiltere’de, Sih kökenli bir yurttaş “dînî inançları gereğince saçını kesemeyeceğini” gerekçe göstererek, motosiklet kullananlar için getirilen “kask giyme zorunluluğu”na uymak istememiştir. Ancak, İngiliz hukuk düzeni, “bu konuda kişilere farklı muamelede bulunulamayacağına; kişilerin “can güvenliğinin sağlanması için konulan” sözkonusu kurala uymakla yükümlü olduklarına” karar vermiştir. Misâlleri artırmak mümkûndür.

[4] Ülkemizde, bu konuda yaşanan en ciddî sorun, hatırlanacağı üzere, “türban” konusu olmuştur. Bu konuda, özellikle 1980 sonrasında ─ulus-devlet anlayışı bakımından hayâtî öneme sâhip demokrasi, hukûkun üstünlüğü, inanç hürriyeti gibi değerler ile bağdaşmayan─ birtakım uygulamaların gelişigüzel ifâ edilmesi sonucunda, yakın zamana kadar, devlet ile toplumun bâzı kesimleri arasında sürekli gerilim yaşanmasına yol açmıştır. Kezâ, 12 Eylül yönetimi tarafından “anlamsızca” getirilen “anadil” yasağı, bâzı bölgelerimizde yaşayan vatandaşlarımızı “bölücü” nitelikli faâliyetlere katılması konusunda özendirici bir unsur olmuş, bölücü faâliyetlere meşruiyet kazandırmıştır.

[5] Öyle ki, Atatürk’ün etkisinin azaldığı son döneminde ve sonrasında, CHP iktidarı-tek parti yönetimi, ne yazık ki tam Batıcı, gayrımillî, demokrasi karşıtı bir tavır takınmış; Türk Milliyetçiliğine cephe almış; Nihâl ATSIZ ve Alparslan Türkeş gibi milliyetçi liderler tutuklanmış; Türk Musikisinin yasaklanması, gibi millî ve manevi değerlerimizi örseleyen uygulamalara gidilmiştir.

[6] Bkz. Ali Serdar METE, Muhalefetten Teslimiyete İki Farklı Hürriyet ve İtilaf Fırkası, https://www.academia.edu/6011455/Muhalefetten_Teslimiyete_Hürriyet_ve_İtilaf_Fırkası (28.01.2017)

[7] METE, a.g.m.

[8] Bkz. Ali Birinci, Hürriyet ve İtilâf Fırkası II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki’ye Karşı Çıkanlar, 2.Baskı, İstanbul 2012, Sf. 56-57

[9] Ali BİRİNCİ, a.g.e., Sf. 56 – 58

[10] 1975 – 1990 yılları arasında devam eden Lübnan İç Savaşında, yaklaşık 400 bine yakın insanın öldüğü ya da yaralandığı, ileri sürülmektedir. Bkz. Deniz TIĞLI, Lübnan İç Savaşı ve Hizbullah, www.academia.edu/7291286/Lübnan_İç_Savaşı_ve_Hizbullah (16.02.2017)

[11] Geniş bilgi için bkz. Mesut ŞÖHRET, Ulus Devletsiz Devlet Sistemi: Lübnan Modeli, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 5, Sayı 1, Haziran 2012 (85-107)

[12] Lord Acton; “Güç, ifsâd eder. Mutlak güç, mutlak ifsâd eder !”, “Güç yıkılır. Mutlak güç, mutlak yıkılır !”

“Mandell Creighton’a mektubundan, 1887 (bkz. Durmuş HOCAOĞLU, Bir Seçkin İdeoloji Olarak Siyâsî Milliyetçilik ve İktidar Problemi, Türk Kimliği (Ayvaz Gökdemir’e Armağan – 2), Editör: M. Çağatay ÖZDEMİR, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, Sf. 667-762


 
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen