Türklerde Hakimiyet Bilinci

Türklerde Hakimiyet Bilinci[i]

 

feyzullah eroglu4

 

Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU

*****        

 

1. Giriş

Türklerin tarihi, birçok iniş ve çıkışlarla doludur. Tarihin en kadim milletlerinden biri olması, tarihin diğer eski toplumlarıyla bir şekilde rekabet ve mücadele içerisinde olmalarına neden olmuştur. Bu rekabet ve mücadele, bir taraftan kendi iç iktidar yarışları ve mücadeleleri şeklinde ortaya çıkarken, bir taraftan da milletler arası çatışmalar şeklinde kendini göstermiştir. Kültürel kimlik olarak “Göklerden”  geldiğine inanılan yüksek bir hâkimiyet bilincinin varlığı, bu tür iç ve dış mücadelelerin ve çatışmaların, hem sayısını artırmış hem de boyutlarını büyütmüştür. Bu anlamda Türk tarihi gerçekten son derece inişli ve çıkışlıdır. Millet olarak sahip olunan “hâkimiyet bilincinin” korunduğu süre müddetince, ne kadar mağlubiyet ve kötü şartlar içerisinde olunsa bile, bir yolu bulunup bağımsız ve özgün bir devlet kurma becerisi gösterilmiştir. Ancak, 17. yüzyıldan itibaren Türklerin,  önceleri yöneticilerinin daha sonrada halkın bir kesiminin, “hâkimiyet bilincinin temel değer ölçüsü olarak “hikmeti” kaybetmeye başladıkları görülmüştür. “Hikmeti” kaybetmek, bir anlamda “hâkimiyet bilincini” kaybetmektir. Çünkü “hikmet”, hak, hukuk, hakkaniyet, adalet, ahlak, ilim, merhamet, kudret v.b. gibi çok sayıda İslâmî kaynaklı değerler sistemini temsil eden bir kavramdır. “Hikmeti” kaybetmek, bütün bu değerleri kaybetmek olduğu için kaçınılmaz olarak sonuçta “hâkimiyet” de kaybedilmiş olmaktadır.          

Türk hâkimiyet bilincinin özündeki  “hikmetin” kaybedilmeye başlanması, “hikmet” kavramının temsil ettiği değerler sistemi üzerine inşa edilmiş olan, başta yönetim ilişkileri olmak üzere, bütün sosyal ve mali düzenin dengelerinin bozulmasına neden olmuştur. Toplumların ve devletlerin varlığını devam ettirmesi, devletin asli işlevleri olarak bilinen,  ekonomik, siyasi, idari, askeri ve benzeri toplumsal hizmetlerin, büyük ölçüde birbirleriyle tutarlı ve dengeli, ayrıca belirli bir işbölümü ve işbirliği içerisinde çalışma bütünlüğünü sağlamasına bağlıdır.  Ancak,   toplumlar veya devletler, böyle bir toplumsal yapı ve devlet olma derecesini, ancak yüksek bir hâkimiyet ülküsüne veya en azından egemenlik bilincine sahip olmak suretiyle elde edebilmektedirler. Bir şekilde, “hâkimiyet ülküsünün” veya “egemenlik bilincinin” azalması ya da yıkılması, toplumun veya devletin asli işlevleri, aktörleri ve organları arasındaki ara bağlılık ve işbirliğini büyük ölçüde zaafa uğratmakta ve hatta ileri düzeyde iç çatışmalara sürüklemektedir. Bir toplumun veya devletin, kendi içindeki çözülemeyen ve birbirini tetikleyen çekişme ve çatışmaların varlığı ve sıklığı, o toplumu veya devleti en kısa zamanda o toplum ve devleti, güçlü ve egemen başka toplumların müdahalesine açık hale getirmektedir. Bu durum ise “iç hâkimiyet” veya “egemenliğin” yitirilmeye başlandığı zaman, “dış hâkimiyet” veya “egemenliğin” de kaybedildiğini açıkça göstermektedir.

 

2.  Türk Töresinde “Kut” İnancı ve “Cihangirlik” Bilinci

Türk medeniyet tarihinin en önemli belgelerinden biri olarak Göktürk Kitabelerinde kağanların, Göktanrı tarafından, insanları yönetmek için yaratıldıkları açıkça belirtilmektedir: “Tanrı gibi (ve) Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan” ifadesi, yönetici kağanı, Tanrı ile Türkler arasında, Tanrı adına insanları yönetme görevi üstlenen aracılar konumuna koymaktadır. Türklerin, İslâmiyet öncesi yaygın inanç sistemi olan “Göktengri” inancına göre, “üstte mavi gökyüzü, altta da yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında kişioğlu yaratılmış, kişioğlu üzerine de Bumin Kağan ve İstemi Kağan hükümdar olarak tahta oturmuşlardır”. İş başına gelen hükümdarların ilk işi, Türk Milletinin devletini ve yasalarını düzenlemek ve bu yasalara göre milleti yönetmek olmuştur. Böyle bir algılama ve inanma tarzı, Türklerdeki yönetim etkinlikleri ile yönetici ve yönetilen davranışlarının, tamamen evren düzeninin bir parçası olduğuna inanıldığını ve kabul edildiğini göstermektedir (Bıçak, 2009, 78-79).           

Türk yönetim felsefesinin özünde “kut” inancı vardır. Herhangi bir kişinin, Türk Milletine yönetici olmayı hak etmesi için Tanrı’nın ona “kut” vermesi gerekir (Türklerde, sınıfçı ve zümreci bir sosyal yapı yoktur). Türk yönetim felsefesinde “Göktengri” den gelen “kut”, yöneticilerin yönetmiş oldukları toplum üzerinde -Tanrı’nın kendisi Türkleri doğrudan yönetmiş olsaydı yapmış olmayı dilediği- âdil bir yönetim tarzını ortaya koymaları için vermiş olduğu “geçici” bir yönetim yetkisidir. Tanrı’dan Türk Milletini yönetmek için “kut” almış olan yönetici, milletin sorunlarını çözer ve toplumu memnun eder. Başarılı olmayan, sorunları çözemeyen ve yönetim tarzı ile toplumu memnun edemeyen kağan, milleti iyi yönetsin diye Tanrı tarafından kendine verilmiş olan “kutu” kaybetmiş sayılır. “Kutu” alınmış olan kağanının Türk Milletini yönetme hakkı yoktur (Bıçak, 2009, 79). Tanrı’dan “kut” almış kağanın “kutunun” haklılığının göstergesi, yönetici olarak milletin sorunlarını çözmek ve derdine derman olmaktır. Kağanın almış olduğu “kut”, onun görebilme, işitebilme, sezebilme, hissedebilme, anlayabilme, kavrayabilme ve milleti yönetebilme kabiliyetini canlı tutar. “Kutu” temsil etme ve hakkını vermenin temel ölçüsü ise kağanın “bilgeliğidir” (Bıçak, 2009, 81). Türk Milletini yönetme “kutunu” temsil eden “bilge” yöneticilerin, bir anlamda “Göktengrinin”  evreni yönettiği düzen ve dengeye benzer şekilde, dünyayı, insanları,  toplumu ve diğer canlıları yönetecekleri bir bilince sahip olmaları beklenir.  Aslında, bilge ve “kut”lu yöneticiler, dünyaya, insanlara ve topluma töreye uygun bir tarzda adalet sağlamak için seçilmiş veya yetkilendirilmişlerdir. Bu bağlamda, Türk yönetim geleneğinde,  töreye ve adalete dayalı bir düzen ve yönetim sergilemeyen yönetici, temsil ettiği düşünülen “kuta” ve töreye aykırı davranmış sayılır. Türklerde,  töreye ve adalete uygun olarak kullanılmayan güç, haksızlık ve zulüm demektir. Başka bir deyişle, Türk töresinin ve yönetimdeki “bilgeliğin” temeli adalettir; yani “adalet mülkün temelidir” ( Kösoğlu, 1990, 38). Ancak, Türk yönetim geleneğine göre, milleti yönetecek “kut” sahibi bilge yönetici, töreden ve adaletten şaşmamalıdır.  Buna karşılık, milleti yönetenler, bu değerlerin korunması ve yürütülmesinde, gerekirse haksızlık ve zulüm sınırlarına varmadan, maddi güç kullanmayı da bilmelidirler. Bu çerçevede, Kutadgubilig’te, “……Dünyayı elde tutmak için insan anlayışlı olmalıdır; halka hakim olmak için ise hem akıl, hem cesaret gerektir (KB 217)….. Halkı idare eden, hâkim ve âlim beyler bilgisizin işini kılıç ile halletmişlerdir” denilmektedir (KB 223) (Yusuf Has Hâcip, 1994, 27).           

Türk yönetim tarihinin “kut” almış ve aldığı “kutu” hak etmiş olan kağan ve hükümdarlarının ad ve unvanları, onların ve önderi oldukları milletin ufkunu göstermesi bakımından son derece manidardır. Bu ad ve unvanlar, İslâmiyet öncesi Türklerin, hem yöneticilerinin, hem de millet olarak kendilerinin ne derecede cihangir olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Meselâ, Türk tarihinin önemli kurucu kahramanlarından Mete’nin unvanı, “Tanrı tarafından tahta çıkarılmış, Hunların büyük hakanı”, “Tanrı-kut” ve “İdikut”; Göktürk kağanının unvanı, (Göktürklerin) Büyük Kağanı, adını Yüce Gökten almış “Kutlug  Beg-Çur (Maço)”; Göktürk’lerin Bilge Kağanı, “Tanrı’ya benzer, Gök yaratmış Türk Bilge Kağan”; Göktürkler’in Işbara Kağanı, “Gökte doğmuş Işbara Kağan”; Uygur Kağanı, “Gökte  kut bulmuş, il itmiş (il yönetmiş) Bilge Kağan” (746); Uygur Kağanı, “Gökte  kut bulmuş, il tutmuş Alp Külüg Bilge Kağan”dır (759) (Ögel, 1988, 593-598). Yine, Uygur Türklerinin yazılı “Oğuz Destanında”, “Oğuz Kağan, beylere  ve halka (ele güne) şöyle emir verdi: Ben, sizlerin üzerinize kağan oldum!…….Gök-kurt (Bozkurt) bize, iyi yollar göstersin! Yurdumuz, ırmaklar ve denizlerle dolsun! Güneş, tuğumuz, bayrağımız olsun! Gök de çadırımız olsun!  (Ögel, 1988, 600). Tarihte bilinen ilk Türk kağanlarından Oğuz Kağan’a atfedilen bu veciz sözler, sadece Oğuz Kağan’ın yöneticilik vasfıyla ilgili bir durum olmayıp, aynı zamanda Türk Milletinin kolektif cihangirlik bilincini de yansıtmaktadır.  

         

3.  İslâmiyet’te “Hikmet” İnancı ve “Hâkimiyet” Bilinci

“Hikmet” kelimesi, Arapça’da etimolojik olarak HKM (Ha-Kâf-Mim) kökünden türetilmiştir. HKM kökü, “hayvanı suya götürürken, saparsa doğru yola iletmek” anlamına gelmektedir (Hocaoğlu, 2010, 56). Arapça’da, HKM kökü ile ilişkili “Hekim” kavramı, mesleği hastalıkları teşhis ve tedavi etmek olan kişilere verilen bir ad olarak kullanılmaktadır (Ayverdi, 2006, 1236). Bu anlamda, “Hekim”, insan bedeninin, aklının ve davranışlarının doğrusunu bilmek suretiyle bu ölçü ve ayardan sapan durum ve hâlleri yani hastalıkları iyileştirme çabasında olan kimsedir. Klasik sözlüklerde, “hikmet” kelimesinin “yargıda bulunmak” anlamındaki “hükm” mastarından isim olduğu belirtilerek, “ihkam” mastarından anlam ilişkisi kurulmak suretiyle “sağlam olmak ve doğru yola iletmek, engellemek, mani olmak, alıkoymak,” şeklinde bir fiil olarak anlam kazandığı görülür. “Hikmetin”, “ihkam” mastarıyla bağlantısı bu kelimeyi, “hüküm” kelimesinin anlam dünyasıyla irtibatlı hâle getirmiştir. “Hüküm” kavramı ise insanları iyi ve doğru olan şeylere yöneltme, buna karşılık kötü ve yanlış olan şeylerden alıkoymayı ifade etmektedir. Allah’ın sıfatlarından birinin de “Hâkim” olması, “hikmetin” ve “hükmün” esas kaynağının Allah’a ait bir nitelik olmasından dolayıdır (Kutluer, 1998, 503).           

HKM kökünden türetilmiş kelimelerden “muhkem”, tahkim edilmiş, kuvvetlendirilmiş, pekiştirilmiş,  açık ve seçik olan anlamlarına gelmektedir. “Muhkem”, Kur’an’da, bazı âyetleri nitelendirmek üzere kullanılmaktadır. Bu anlamda, “muhkem” kavramının, “hikmetlendirilmiş” anlamı da vardır (Hocaoğlu,2010,57-58). HKM kökünden türetilmiş olup  “ihkam” mastarıyla anlam bağlantısı olan başka bir kavram olan “hâkim”, işleri gereği gibi sağlam ve kusursuz yapan,  “hikmet” ve “hüküm” sahibi olan anlamına gelen bir sözcüktür (Kutluer, 1998,503). “Hüküm” ve “ihkam” mastarından sıfat olan “hâkimi”, kendisini gerçek dışı bilgilerden ve nefsanî arzulardan alıkoyan, doğru ve dürüst tutumlara (yani duygu, düşünce ve davranışlara) sahip olan kimse olarak tanımlamak mümkündür. “Hâkim”, Allah’a nispet edilince, “bütün sözleri ve fiilleri adalete, ilme ve hakikate uygun olan” manası kazanmıştır. Buna göre, “hâkimin” en açık ve seçik anlamı, ” bütün nesneleri ve olayları en üstün hikmet ve ilimle bilen”  şeklinde özetlenebilir.  Ebu Mansur el- Mâturudî, tefsirinin bir yerinde, “hâkim” sıfatının yorumu için doğrudan “hikmet” kavramını esas almış ve bu çerçevede “hâkim” kavramını “bilerek hükmetmek ve her şeyi yerli yerine koymak” şeklinde tanımlamıştır. Bu manada, el Mâturudî, Allah, bilmeden, gafletle veya isabetsiz bir şekilde hükmetmez” açıklaması yapmaktadır (Topaloğlu,1997,181). Bütün bu kavram setinden anlaşılıyor ki “hâkim”, “hikmete” dayanan “hükmüyle” söylediği söz ve eylediği fiiller ile hiç yanılmadan yönetim etkinliklerinde isabet kaydeden, böyle olduğu için her şeyin üzerinde “hâkimiyet” tesis eden bir güçtür.           

Sözlükte hüküm veren, yönetici ve karar veren manalarına da gelen “hâkim” kavramı, Kur’anı Kerim’de doksan yedi yerde geçmekte; bunlardan altısı bizzat Kur’an’a nispet edilmektedir; doksan bir ayetteki “hâkim” ismi ile ayrıca on yerde geçen “hikmet” kavramı ise doğrudan Allah’a izafe edilmektedir. Ancak, Kur’an’da Allah’ın ismi olarak yer alan “hâkim” (hikmet sahibi) kavramı, çoğunlukla Allah’ın diğer isimlerinden başka biriyle birlikte kullanılmıştır (Meselâ, âlim, aziz, v.b.g.) (Topaloğlu, 1997, 181). “Hikmet”, aynı zamanda peygamberlere vahiy yoluyla verilen bir “hakikat bilgisidir”. “Hikmet”, ayrıca peygamberlerin dışında bazı kimselere de verilebilen bir “hakikat bilgisidir”. Burada “hikmet”, Allah tarafından kendi sıfatıyla ilgili bir nitelik olarak kendi tasarrufu ile uygun gördüğü kullarına ihsan olunan bir bilgi şeklinde ifade edilmekte ve aynı zamanda “hikmet” verilen kişiye çokça hayır verildiği vurgulanmaktadır (Hocaoğlu, 2010, 59). “Allah, “hikmeti”  dilediğine verir; kime “hikmet” verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak, akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar” (Bakara, 269).            

İslâm hukukçuları, hukukî hükümlerin yaratıcı kaynağı anlamında, “tek hâkimin”, “Allah” ve “O’nun iradesi” olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu bağlamda, İslâm hukukundaki “hüküm vermek ancak Allah’ın hakkıdır” ve  “hüküm ancak Allah’ındır” şeklindeki kural da, Kur’an’ın ilgili ayetlerinden çıkarılmış bir ilkedir (Akgündüz, 1997,182-183). Bu bağlamda, “Allah, hüküm verenlerin en üstünü (hâkimi) değil midir” (Tîn Suresi, 8) ayeti ile   “O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır”  şeklindeki ifadeleri,  insanların tüm tabiata ve insanlara dair her türlü ilişkilerinin şekillenmesi sırasında aldıkları kararları, Allah’ın “hikmetiyle” çerçevelendirmeleri gerektiği konusunda bir uyarı olarak görmek gerekir. Bu durumda, inanan insanlar, “hâkim” yani “hikmet sahibi” olan Allah’ın “hikmetini” temel referans almak suretiyle, Allah’ın hakkında doğrudan “hüküm vermediği” diğer konularda, bilimsel bilgi ile akıl gücü ve gönül parıltısında hüküm vermek, karar almak ve hareket etmek yükümlülüğü altındadırlar. Aslında, bazı insanlara “hikmet verilmesi”, Allah’ın son vahiy ve son peygamber aracılığıyla insanlığa yolladığı Kur’an’daki  “hikmet” öncülüğünde, dünyanın, tabiatın ve insanın mahiyetinin kavranması ve bu doğrultuda bir düzenleme yapma yetkisinin verilmiş olması demektir.           

Bir bakıma, insanların ve toplulukların bu tür özgeci ve hayırlı niteliklere sahip olabilmeleri için bütün bunların yegâne esin kaynağı olan “hikmete” kesinlikle inanmaları ve ona göre yaşamaları gerekir. El- Mâtürudî ‘ye göre,  Allah’ın sıfatı olarak  “hâkim” sıfatı, Allah’ın hikmetle iş gördüğünü (isabetli söz ve isabetli fiil) ve buna bağlı olarak çok değerli bir varlık olan insanı ve onun uğruna yarattığı evreni, bu esaslar dâhilinde idare ettiğini anlatır. Ayrıca, kendisine “hikmet” verilmiş olan birisi de, yönetmeye dair işlerini ve görevlerini, bu ilahi mesajın kılavuzluğu çerçevesinde yönetmelidir; aksi takdirde bu ilahi mesajın kılavuzluğu bulunmayan işlerin ve görevlerin icrasında herhangi bir denge ve düzenin kurulamayacağı anlatılır. Yine, Allah’ın “hâkim” sıfatı ile insan aklının ve onun eseri olan bilginin tek başına, evrenin işleyişini ve insanlığın seyrü sefer gelişmesini izah edemeyeceği gerçeği anlatılmak istenmektedir (Topaloğlu,2003,153).  Bu çerçevede, “hikmet” verilen ve bu doğrultuda  “hâkim” olma niteliğine sahip olan kişi ve topluluklara da  “hâkimiyet” bilinci verilmiş olmalıdır. Bazı kişi ve topluluklara verilen “hikmet” kaynaklı “hâkimiyet” bilinci kapsamında, hak, hakkaniyet, adalet, doğruluk, iyilik, merhamet, saygı, ağırbaşlılık, paylaşımcılık, cömertlik ve başkalarına yardımcı olmak gibi birçok özgeci ve hayırlı nitelikler de verilmiş demektir.           

İslâmî öğretiye göre, insan aklının ve tecrübelerinin, “mutlak hakikati” hiçbir şekilde bilme ve tanıma imkânı yoktur. Bu yüzden, yeryüzünde insan hayatının belirli bir düzen ve denge içerisinde yaşanabilirliği için bilinmesi zorunlu olan bilgilerin, “hikmet” şeklinde “vahye” ve “kitaba” konu olduğu kabul edilir. Çünkü El- Mâtürudî ‘ye göre,  insanlar bilinmeyen ve belirsiz bir şeyi algılamak için mevcut akıl ve algılama tarzından başka bir yeteneğe sahip değillerdir. Oysa evrenin, dünyanın, tabiatın ve insan hayatına dair bilinmeyenlerin ve belirsizliklerin bir kısmı, insanların mevcut akletme ve algılama kapasiteleriyle zaman içerisinde bilinmiş olsa da, önemli bir kısmının anlaşılması ve kavranmasında insan aklının yeterli gelmediği açıktır. İnsan aklının ve tecrübelerinin yeterli olmaması yüzünden hiçbir şekilde anlaşılma ve kavranma imkânı olmayan, ancak insan hayatının sürdürülebilirliği bakımından bilinmesi kaçınılmaz olan bilgiler, ancak Allah’ın “hikmeti”, “ilmi”, “izzeti”, “kudreti” v.b. sıfatlarının yol göstericiliğinde bilinebilir. Ayrıca, Allah’ın “hâkim”, “âlim”, “aziz”, “kadir” v.b. isimlerinin oluşu, bu bağlamda O’nun birer “hikmet”, “ilim”, “izzet”, kudret” v.b. sıfatlarının olduğunu da göstermektedir (Yavuz, 2003, 169). Bu bağlamda, “hikmet”, insan davranışlarının şekillenmesinde, insan zihninin algılayabileceği ve hayata geçirebileceği ölçekte olmak üzere, Allah’ın Kur’an’daki bütün sıfatlarını ve buyruklarını temsil edecek bir referans sistemi olarak görülmelidir. Zaten, Allah, evreni, dünyayı, tabiatı ve insanı, “hikmet”, “ilim”, “izzet”, kudret” ve diğer sıfatları aracılığıyla yaratıp organize etmiş ve yönetmektedir. Aynı şekilde, insanların yeryüzündeki her türlü etkinlikleri gerçekleştirmeleri sırasında, başta Allah’ın “hikmet” bilgisinden yararlandıktan sonra, hakkında “hikmet” bilgisi olmayan konularda ise mevcut akıl kapasiteleri ve algılama tarzları ölçeğinde, aklın, tecrübenin, düşüncenin,  duygu ve vicdanın ürettiği nitelikli bilgileri (yani, bilimsel bilgiyi, felsefe bilgisini, sanat bilgisini, ahlak bilgisi gibi nitelikli bilgileri) kullanmaları beklenir.           

İnsanların ve toplumların, bütün dünyevî ve insanî ilişkilerinde ve etkinliklerinde, “hikmet” ile “hikmetten” beslenen akıl ve tecrübe bilgilerini kullanıyor olmaları, “hâkimiyet” olgusuna ortam hazırlar. Bu bağlamda, “hâkimiyetin”  temel unsuru “hikmettir”.  “Hikmet” sahibi olan toplum, “hâkim toplum”  olarak “hâkimiyeti” hak ediyordur. “Hikmeti” kaybeden toplum, “hâkim toplum”  olma imkânını da kaybeder dolayısıyla “hâkimiyeti” de hak etmiyor demektir.

         

4.  Türk-İslâm Medeniyetindeki Hâkimiyet Bilincinin Gelişimi

Türk kültür ve yönetim tarihinin “kut” ve “bilgelik” niteliği ile İslâmî öğretideki “hikmet” ve “hâkimlik-hâkimiyet” kavramları, mahiyeti ve esin kaynağı itibarıyla “göklerden” veya “semavâttan”  gelmektedir.  “Bilgelik” ve “bilge” kavramları ile İslâmiyet’ten sonraki  “hikmet” ve “hâkimlik- hâkimiyet” kavramları benzer anlamları çağrıştırmaktadır. Elbette, İslâmiyet öncesi “kut” ve “töre” inancının istikameti doğru olmakla birlikte, dar kapsamlıdır ve önemli eksiklikleri vardır. Oysa İslâmiyet’in ve Kur’an’ın  “indirilmesiyle” gelen “hikmet”, o zamana kadar “indirilmiş” ne varsa hepsinin doğrulayıcısı ve tamamlayıcısıdır. Ayrıca, bu “hikmet”, bundan sonra indirilmeye değer başka hiçbir “hikmete” gerek kalmaksızın, gelecek bütün zamanların “hikmet” ihtiyacını karşılamaya yetecek kadar mükemmel tasarlanmıştır. Bu çerçevede, yöneticilerin ve toplum önderlerinin, “bilgelik-hikmet sahipliği” nitelikleri ile “bilge-hâkim” olma sıfatları arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. “Bilgelik” niteliği olan bir “bilge”(hâkim) yönetici, yönetim sorumluluğu altındaki olaylar, ilişkiler ve sorunlar üzerinde de kolayca “hâkimiyet” tesis etme imkânına sahiptir. Buna karşılık, “bilgelik” niteliği olmayan yetersiz bir yöneticinin, yönetim sorumluluğu altındaki olaylar, ilişkiler ve sorunlar üzerinde de “hâkimiyet” kurması imkânsızdır. Çünkü “Dünyayı elde etmek için insanın anlayışlı olması ve halkı itaat altına almak için de bilgili bulunması elzemdir” (KB224) (Yusuf Has Hâcip, 1994, 27).           

Türklerde “hâkimiyetin”,  semavî ve ilahi kaynaklı olduğu inancı, İslâmiyet öncesi ve sonrası, hemen hemen bütün ciddi kültürel metinlerde yer almaktadır. Türkler’deki “hâkimiyet” anlayışının, başka milletlerin kültürlerinde görülen ilahi kaynaklı yönetim tezlerinden önemli bir farklılığı vardır. O da, Hunlar’dan itibaren “Göklerden” geldiğine inanılan “kut” ile daha sonra İslâmiyet ile birlikte “semavâttan” gelen “hikmet”, bu değerleri taşıyan hakanların kişiliklerine dair bir kutsallık ortaya koymaz. Başka kültürlerde, kralın veya hükümdarın kişiliği de ilahî kökenli kabul edildiğinden, bu inanç ve anlayış, doğal olarak kral veya hükümdar (Türklerin dışındaki Müslüman toplumlarda ise yöneticiler veya halife), hiç hata yapmaz ve yanılmaz biri olarak kabul edilmek suretiyle onların masumluğuna inanılır. Türk kültür ve yönetim tarihinde ise ilahi ve ya kutsal olan sadece hakanın görevlendirilmiş olduğu bizzat “görevin” kendisidir. Hakanın, bu görevi ne derecede yerine getirip getiremeyeceği, büyük ölçüde onun bu görevin yerine getirilebilmesi için gerekli niteliklere ne derecede sahip olup olmadığına bağlıdır. Hakanlar, birer insan olarak iyi de olabilirler, kötü de olabilirler. Hakan olmak, o kişi için bir kader, nasip ve kısmet işidir; o zaman hakan olan kişiye, bu kader, nasip ve kısmete layık olmak düşer. Hakan, iyi ve bilge bir kişi ise Tanrı’nın yardımı onunla beraberdir. Hakan, kötü ve bilgisiz bir kişi ise Tanrı ondan “kutunu” geri alır ve ondan yardımını geri çeker; böyle bir hakanın görevde kalması bir takım felaketlere yol açacağı için tahtan indirilmesi gerekir (Kösoğlu, 1990, 37).           

“Bilgelik” ve “bilge” kavramları, Türklerin İslâm dinini topluca kabul etmelerinden sonraki süreçte, vahiy yoluyla gelen “hikmet” kavramı ile daha fazla gelişmiş ve bu İslâmî unsurun somut bir hâkimiyet bilincine dönüşmesine uygun bir zihniyet alt yapısı oluşturmuştur. Bu yüzden, “hikmet” kavramının İslâmî bir değer çerçevesi olmasına karşılık, bir değer olarak “hikmetin” kendine uygun bir zihniyet ve davranış alt yapısı bulunmayan diğer Müslüman toplumların kültürlerinde,  hatırı sayılır bir “hâkimiyet”  olgusuna pek rastlanmamaktadır. İslâm çağındaki Türk hakanlarının adlarında ve sözlerinde, İslâmiyet’in doğuşundan önceki anlamları çağrıştıran unvanlar ve nitelemeler söz konusudur. Meselâ, 1027’de Uygur Hakanının Gazneli Sultan Mahmud’a yazdığı mektupta, “Göklerin sahibi Tanrı, yeryüzü ülkeleri ile birçok kavimlerin hâkimiyetini bize verdi” diye yazıyor; İslâmiyet ile kaynaştırılmış Türk Sultanlarının unvanları içerisinde “Yeryüzünde, Allah’ın gölgesi (Zillullah fî’l- âlem), Allah’ın halifesi, Allah tarafından teyit edilmiş” şeklindeki nitelemeler son derece dikkat çekicidir. Alp Arslan’ın bazı unvanları, “Cihan Sultanı”, “Fetihlerin babası”  ve  “Sultan-ül âdil”; Selçuklu Sultanı Sencer’in unvanı, “Âlemin Sultanı”, “Dünya  Padişahı” ve “Cihanını Efendisi”; Kanunî Sultan Süleyman’ın, Avusturya ve İspanya krallarına yazdığı mektuplarda kullandığı unvan, “…….ben ki, yeryüzü hakanlarına taç giydiren sultanlar sultanı……” gibi (Ögel,1988,593-598). Türklerde,” cihan devleti” ve “cihan hâkimiyeti” ülküsü, İslâmi “hikmet” kavramıyla daha da güçlenmiş ve içi daha fazla adalet ve ahlaki ilkelerle doldurulmak suretiyle bütün Türk devletlerinde devam etmiştir. Bu yüzden, “nizamı âlem” inancı ve ülküsü, halkın zihin dünyasında o kadar yayılmış ve derinleşmiştir ki, Osmanlı Türk Devletinin son zamanlarına kadar devam etmiştir (Kösoğlu, 1990, 37).            

Aslına bakılırsa, bir şekilde “kut” almış veya kendilerine  “hikmet” verilmiş yöneticiler, Tanrı adına dünyaya düzen vermek, kendi halkına ve bütün insanlığa adalet dağıtmak üzere canla başla çalışırken, aynı zamanda Türk Milletine bir “hâkimiyet” bilinci de aşılamaktadır. Bu çerçevede, Türk kültür ve yönetim tarihinde, özellikle Tanzimat dönemine kadar, Türkler yenseler de yenilseler de, bütün Türk yöneticileri ve yönetilen millet nezdinde ve bilincinde bir “Cihan hâkimiyeti ülküsü” sürekli varlığını korumuştur. Böyle bir ortak bilinç ve anlayış, bir taraftan yönetici- yönetilen bütünleşmesini sağlarken, bir taraftan da yöneticilerin kendi halkına yabancılaşmasına engel teşkil etmiştir. Tanrı’dan “kut” almış veya kendilerine “hikmet” verilmiş Türk yöneticiler, Türk Milletini sevk ve idare etme yanında, onların sürekli bir hareketlilik ve canlılık içerisinde olmalarını temin edecek olan büyük bir “cihangirlik” ve “hâkimiyet” ülküsünü de temsil etmişlerdir.           

19.yüzyıldan itibaren Türk yönetim kültürü başta olmak üzere, hayatın her alanında milli kültürün canlılığı sönmüş ve yaratıcılığı kaybolmuştur. Çünkü Türk yönetim ve milli kültürünün temel değerlerinin, yaşanan hayatla bağları kopmuştur. Türk yönetim geleneğinin ve milli kültürün temel kurucu iradesi olarak “hikmetten” kopuş, öncelikle adalet duygusu ile hukuki ve ahlaki kurallara bağlılık ilkesini ortadan kaldırmıştır. Gerçekte, “hâkimiyet bilincini” besleyen ve destekleyen temel değerlerde yaşanan sarsıntı, hukuktan ahlaka, iş hayatından aile düzenine, bireylerin ve toplumun karşılaştığı birçok sorunun yeterince çözülememesi sonucunu yaratmıştır.  Böylece, “hikmetten” kopma ve nispeten uzaklaşma, Türk yönetim ve milli kültürünün temel değerleri bakımında belirgin bir “soğuma” dönemine girilmesine yol açmıştır. Bu kültürel “soğumanın” bir yansıması olarak, başta yönetim faaliyetlerine dair konularda olmak üzere, bütün eylem ve hareketlerde, temel değerler sisteminde ve iman ölçülerinde çok büyük sapmalar meydana gelmiştir. Kültür ve medeniyete dair inanç ve duyarlılıklar, yönetim faaliyetlerine dair töreli ve adaletli olma bilinci, sadece söylem planına indirgenirken, büyük ölçüde eylem-iman çelişkileri hızla artmaya başlamıştır.  Böylece, yöneticilerin de, yönetilenlerin de, söyledikleri ile eylem olarak yapıp eyledikleri birbirine uymaz olmuştur. Bu tür durumlarda, inanılan dünya görüşü, konuşulur, savunulur, hatta simge ve törenler abartılır, ancak bütün bunlarla ilgili eylemler arzu edildiği gibi gerçekleştirilemez bir hâl alır.  Bu bağlamda, yönetim süreci olarak toplumun karşılaştığı ve yaşadığı sorunlar çoğunlukla çözülemez. Oysa hayat akıp gitmektedir. Akıp giden hayatın ihtiyacı olan çözümler ve imkânlar, en etkili ve gösterişli yabancı, yani Batı kültüründen aranmaya başlanır. Batı kültüründen çözüm arayışları, önce imrenmeye ve hayranlığa yol açar, sonra da çözüm üretemeyen ve yönetemeyen ve bu anlamda insanların ihtiyacına cevap veremeyen yerli kültür ve medeniyet öğelerinden şüphe duyulmaya başlanır (Kösoğlu, 1990, 14-18).                    

Sonuçta, Türk yönetim mekanizmalarının başında bulunan yöneticiler, “balık baştan kokar” Türk atasözüne uygun düşecek şekilde, büyük ölçüde “kut” ve “hikmeti” temsil etmekte olan “adalet, hakkaniyet, fazilet, iyilik, akıl ve bilgi” gibi nitelikleri kaybetmiş olmalılar ki, bulundukları mevki ve makamın hakkını verememişlerdir. Türklerin yöneticilerinin büyük bir kısmının, yönetim felsefesi bakımından “hikmeti” kaybetmeleri, gerçekte bunların çoğunlukla Türk Milletini yönetmeye layık ve ehil olmadıklarını göstermektedir. 

           

5.  Batı Medeniyetinin Egemenlik Anlayışının Yükselişi ve Başlıca Egemenlik Araçları

Türk-İslâm medeniyetinin merkezi değer sistemi olan “hikmetten” kopuş ile önce yönetici kesimde başlayıp daha sonra da halkta devam eden “hâkimiyet bilinci” kaybının yaşandığı zaman diliminde, Avrupa’da son Batı medeniyetinin temel eksenini oluşturan modernitenin yükselişi baş göstermiştir. Modernitenin temel hareket noktası ise pozitivist dünya görüşüdür. Pozitivizm, insan ve toplum hayatının yaşanmasında, sadece akıl ve özellikle deney yoluyla elde edilen “bilimsel bilgiyi” esas almıştır. 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da, Batı medeniyetinin yükselişe geçişinde itici bir rol oynayan “bilimsel bilgi” alanında, büyük ilerleme ve gelişmeler meydana gelmiştir.  Aslında, Batı medeniyetinin yükselişini sağlayan bilimsel zihniyetin arka planında, büyük ölçüde bireyselliğin gücünü artırmak amacıyla insanlara, tabiata ve dünyaya daha fazla nüfuz etmeye yarayacak güçlü bir “aygıt” elde etme tutkusu vardır. Ayrıca, Batlıların, bilimsel faaliyet ve araştırmalara büyük bir iştahla sarılmalarında, orta çağ boyunca kilisenin ve yönetici sınıfın baskısından kurtulma çabaları da önemli bir etken olmuştur (Özakpınar,1997,86). Böylece, Batılıların, uzun bir süredir uykuda olan bütün insanlara, tabiata ve dünyaya sahip olma tutkuları, 17. yüzyılda sonuçlarını vermeye başlayan bilim ve teknoloji yoluyla yeniden alevlenmiştir. Batılılar,  17. yüzyılda yeşeren bilim ve teknolojiyi, güçlü bir “silah” olarak kullanmak suretiyle dünyaya egemen olma tutkularını tatmin etmeye başlamışlardır. Bu bağlamda, hem insan-dışı canlı ve cansız dünyaya, fiziki-biyolojik varlık alanına, hem de insan dünyasına daha fazla müdahale etmeye başladılar. Batı medeniyetinin son aşaması olarak modernite, kendi dünya görüşü ve ideolojisi doğrultusunda bir dünya ve düzen kurma konusunda, “bilimsel bilgiyi” etkili bir güç ve iktidar aracı olarak kullanmıştır. “Bilim yoluyla yeni bir dünya kurmak” olarak özetlenebilecek olan modernite, büyük ölçüde Batılı toplumların çıkarlarını, zenginliklerini, zevklerini,  rahatlık ve konforlarını merkeze almaktadır. Bu çerçevede, Batı toplumlarının üst ve güçlü sınıflarının çıkarlarını merkez alan Batı medeniyeti, insanlığın ve dünyanın bütün imkan ve değerlerini, salt bir sömürü ve tüketim emtiası haline getirme çabalarının sonucunda, günümüzde son derece yıkıcı ekolojik ve ahlaki sorunlar ortaya çıkarmıştır. Batı medeniyetinin “aydınlama”, “pozitivist bilim”, “ölçüsüz endüstrileşme” ve hiçbir sınır ve değer tanımayan “ekonomik ilerleme” hırsı, birbirini zincirleme bir etkiyle tetiklemek suretiyle, Batılı toplumların kolektif bilinç altılarında zaten var olan “kibir” ve “egemenlik” tutkularında büyük bir kabarmaya yol açmıştır. Batılıların böylece kabaran “kibir” ve “egemenlik” tutkuları, bir taraftan çeşitli çevre felaketlerine yol açarken, bir taraftan da “öteki toplumlar” üzerinde şiddetli bir tahakkümün ortaya çıkmasına ortam hazırlamıştır ( Hocaoğlu, 2010,76-78). Böylece, “aydınlama” ve “pozitivist bilim”, ileri düzeyde bir bilimsel ilerlemeye; bilimsel ilerleme, ileri düzeyde bir teknolojik ilerlemeye; teknolojik ilerlemeler, ekonomik zenginleşmeye; ekonomik zenginleşmeler, vurucu bir askeri gücün oluşumuna katkıda bulunurken, bütün bunların sonucunda, Batılı toplumlardaki “kibir” ve “egemenlik” tutkuları “taşkınlık” derecesinde güç kazanmıştır (Özakpınar, 1997, 110).           

Batılı toplumların uzak ve yakın tarihi tecrübelerine bakıldığı zaman, “kibir” ve “egemenlik” tutkularının, büyük bir güç birikimiyle pekişmesi sonucunda, iktidar kullanımlarındaki hukuki ve ahlaki sınırlandırmayı aşarak, sürekli olarak şiddet ve tahakküm duygularını harekete geçirdiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Türkçede şu anda kullanılan “egemenlik” kelimesi,  Türk-İslâm medeniyetine ait özgün bir kavram olan “hâkimiyet” ile irtibatlı bir kavram olmaktan çok, Batı medeniyetine ait olan ve eski Yunancadaki  “hegemon” kelimesi ile ilintili olmalıdır. Yunancadaki “hegemon”  kelimesi, kudret ve kuvvet sahibi olup hiçbir sınır ve kısıtlamaya tabi olmaksızın kendi istek ve arzularını yerine getirmeye çalışan kişi ve kurumları ifade etmek için kullanılmaktadır. Türkçede kullanılmakta olan  “egemenlik” kelimesinin, Yunancadaki “hegemon”  kelimesinden etkilenerek yapılmış bir kelime olduğu, “g” nin, iki sesli arasında yumuşak g’ye yani “ğ” ye dönmemiş olmasından rahatlıkla anlaşılmaktadır (Ayverdi, 2005, 810). Ayrıca, “egemenlik” kelimesinin yabancı yani Yunancadan esinlenerek kullanılıyor olması, bu kelimeye yüklenen anlam bakımından da oldukça açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü Türk-İslâm medeniyetine dâhil olan “hâkimiyet” kavramında, sahip olunan kudret ve kuvvetin kullanılmasında, son derece etkili bir hukuki ve ahlaki yani töreye dair sınırlamalar ve kısıtlamalar vardır.  Ayrıca, “hâkimiyet” kavramı “hikmet” merkezlidir, bu yüzden de hakkı, adaleti, merhameti, izzet ve şeref gibi çok sayıda değerleri de içine alır. Oysa etimolojik ve anlam bakımından Batı medeniyetine ait bir kavram olarak “egemenlik”, sahip olunan kudret ve kuvveti hiçbir değeri göz önüne almadan kullanabilme serbestliğini çağrıştırmaktadır. Çünkü özellikle çağdaş ve modern “Batı egemenliğinin” arkasında, yine hiçbir değer tanımaksızın ortaya konulan ve kullanılan “pozitivist bilimsel bilgi” vardır.           

Bütün kültür ve medeniyet çevrelerinde, bir şekilde var olan bilimsel faaliyetler, bu toplumlarda “amaç” olarak görülmesine karşılık, Batı medeniyetinin modernist yaklaşımı bilimsel faaliyetleri bir egemenlik silahı ve aracı olarak kullanmıştır.  Yani, modernite, bilimi saf bir bilim etkinliği olmaktan çıkararak, önce “vasıta bilime”, oradan da bir tahakküm aracına dönüştürmüştür. Batı medeniyetinin, yeni bir dünya düzeni halini alışında, bilimin ve teknolojinin üretim süreçlerine sokularak bu yoldan, dünyanın ve insanların değiştirilebilir olduğunun görülmesinin ve anlaşılmasının büyük bir payı vardır. Böylece, bilimsel bilgi sayesinde daha önceleri hiçbir yerde herhangi bir modeli bulunmayan yeni bir dünya düzeni ile bu düzen çerçevesinde çok yüksek bir üstünlük ve maddi güç birikimi ortaya çıkmıştır. Batılıların, bilimsel bilginin yarattığı karşı konulmaz gücün kullanımında hiçbir sınırlayıcı ve kısıtlayıcı değer yargısına itibar etmemeleri sonucunda, çağın tek baskın ve “hegemon” bir tahakküm gücü haline gelmelerine vesile olmuştur (Hocaoğlu, 2010, 80-81).           

Batı medeniyetinin, “hikmetten” ayrı ve soyutlanmış bir bilimsel bilgiye dayanması yani hak, adalet, merhamet v.b.g. manevi değerlerden yoksun bir güç ve kuvvet yaratması, “hikmet” anlam kümesini içine alan bir “hâkimiyet bilincinden”  tamamen uzak; ama kendi dünya görüşü ve ideolojisine uygun çok sayıda  “egemenlik araçları” üretmesine imkân hazırlamıştır.

           

6.  Batı Medeniyetinin Başlıca Egemenlik Araçları           

– Bilimsel Bilgi ve Teknoloji: Bilimsel ve akademik araştırmaların niteliği;  bilimsel araştırmaların bulgularını üretim sürecine sokma kabiliyeti; sorun çözme kapasitesinin genişliği; yeni bilimsel teori ve yaklaşımlar geliştirme imkânının varlığı; üniversitelerin ülke ekonomisinin yetişmiş insan gücü ihtiyacını karşılama ve özgün akademik araştırma yapma kapasitesi; teknik icatların ve gelişmelerin artışı; teknik gelişmelerin etkili ve verimli üretim ve katma değer artışına yol açması v.b.g.           

– Ekonomik ve Mali Araçlar: Üretim miktarı ve verimliliğinin yüksekliği; gayri safi milli hasılanın büyüklüğü; sermaye birikiminin bolluğu; şirketlerin sayısı ve büyüklüğü; üretim-istihdam-ihracat yaratma kapasitesi; dış borçlanma ihtiyacının düşüklüğü; milli paranın satın alma gücünün yüksekliği; uluslar arası ekonomik ve mali kuruluşlar üzerindeki etkinlik v.b.g.           

– Devlet ve Yönetim Gücü: Devletin güvenlik, yasama, yürütme ve yargılama işlevlerinin etkili ve uyumlu çalışması; devletin vergi toplama kabiliyeti; devletin diplomatik strateji belirleme ve izleme gücü; nispeten bağımsız ve milli politikalar izleme kabiliyeti; yönetimin toplumun ekonomik ve sosyal sorunlarını çözme kapasitesi; yönetimin toplumun değerlerine saygılı davranma esnekliği; yönetimin toplumsal bütünlüğü koruma etkinliği; devletin ve yönetimin, kendi içindeki etnik, dini ve benzeri sosyal grupları ulusal kimliklerinin çatısı altında tutma becerisi;  devletin ve yönetimin “öteki toplumlar” üzerinde her türlü denetim ve müdahale yapma gücü v.b.g.           

– Askeri Güç ve İmkânları: Askeri gücün teknolojik imkanları, askeri gücün savaşma ve savunma yapma kabiliyeti; askeri gücün ve ordunun gerektiği zaman kullanabilme imkanının yüksekliği; askeri anlaşmaların ve paktların karar veren etkili aktörü olma imkanı; askeri teknolojinin ve donanımların yerli ve milli kaynaklardan sağlanabilme imkanı; askeri anlaşmalar üzerinden veya örtülü operasyonlar yapmak suretiyle “öteki toplumların” askeri organizasyonları üzerinde etkili ve belirleyici olma gücü v.b.g.           

– Siyasi ve Sivil Örgütlenme Gücü: Etkili ve başarılı siyasi partilerin demokratik yarışı; güçlü ve etkili sendikaların ve derneklerin varlığı; alternatif düşünce ve yaklaşımların serbest ve özgür bir tartışma ortamının oluşması; nispeten bağımsız ve sivil toplum örgütleri ile etkili gönüllü kuruluşların çokluğu; örgütlerin kamuoyu oluşturma ve gündem yaratma kapasiteleri v.b.g.           

– Sosyal Bütünleşme ve Orta Sınıflaşma: Sosyal bütünleşmenin ve gelişmenin sağlanmış olması; farklı etnik ve dini gruplar ile çeşitli sosyal kategoriler arasında karşılıklı ilişkilerin sürekliliği;  ekonomik ve sosyal kaynakların dağılımında aşırı yoksullaşmayı önleyici tedbirlerin varlığı; asgari geçim şartlarının sağlanması ve yaygın sosyal güvenlik sistemi v.b.g.           

– Etkili Kültür ve Sanat Olayları: Sosyal teoriler ile çeşitli düşünce hareketlerinin çoğalması; milli dil ve kültürün yayılma hızı; milli kültür ve sanat olaylarının yaygınlığı; milli edebiyat, müzik, mimari, resim ve çeşitli sanat dallarındaki gelişme v.b.g.           

– Etkili Kitle İletişim Araçları: Enformasyon araçlarının gündem belirleme etkinliği; kitle iletişim araçlarının yerli ve milli haber ajanslarından desteklenme imkânı; kitle iletişim araçlarının içeriği ve toplumsal değerlere olan duyarlılığı; rakip toplum ve topluluklar üzerinde psikolojik savaş üstünlüğü v.b.g.           

– Nüfusun Mediko-Sosyal Yapısı ve Bileşimi: Nüfusu oluşturan bireylerin sağlık durumlarının iyiliği ve eğitim düzeylerinin yüksekliği, eğitimde fırsat eşitliğinin yaratıcı bireyleri ortaya çıkarma kapasitesi; nüfusun rekabet, mücadele ve direnme gücü; olumsuzluk ve aksiliklere dayanıklılık; sağlıklı kentleşme ve yaşanabilir bir çevreye sahip olma imkânı; isabetli ve uygun nüfus hareketliliği v.b.g.

           

7.  Batı Medeniyeti Karşısında Türklerdeki Egemenlik Araçlarının Son Durumu

Türklerdeki “hikmet” kaynaklı “hâkimiyet”  unsurları kaybolmaya başladığı zaman ile Batı medeniyetinin pozitivist (yani modern)  ve maddeci “bilimsel bilgi” kaynaklı “egemenlik” araçları ve mekanizmalarının yükselişe geçtiği zaman, çok ilgi çekici bir şekilde aynı döneme denk gelir. Türkler, “hikmeti” kaybedip “hâkimiyet bilincinden” yoksun olmaya başladıkları sırada; Batı medeniyeti “modern bilimi” merkez alan bir anlayışla hızlı ve kapsamlı bir teknolojik ve ekonomik yükselişe geçmek suretiyle bu yolla elde ettikleri üstünlük ve avantajlara dayalı yeni bir “egemenlik” alanı kurmaya başladılar. Modern bilimin üretmiş olduğu, eşyaya, canlı ve cansız varlıklara dair “bilimsel bilgilerin” kullanımı ile çok etkili teknolojik aletler ve yöntemler elde edilirken; insana ve sosyal olaylara dair (yine maneviyattan soyutlanmak suretiyle) elde edilen “bilimsel bilgilerin” kullanımı ile insan davranışlarını yönlendirebilecek çok etkili davranış yaklaşımları elde edilmiş oldu. Batılı toplumlar, bütün bu bilgi birikiminin gerçek hayatta kullanımıyla çok büyük bir maddi güç birikimine ulaşmış oldular. Bu çerçevede, hiçbir sınır tanımayan böyle bir gücün kullanımı dünya, tabiat ve insanlar arası ilişkiler bakımından son derece etkili sonuçlara yol açtı. Herhangi bir “manevî değerler sistemi” tarafından kontrol edilmeyen aşırı güç birikimine bağlı üstünlük, son derece yıkıcı, yırtıcı,  kıyıcı, tacizci ve sömürücü etkilere sahip olmaktaydı.           

Türkler, 17. yüzyıldan itibaren “hikmeti” ve buna bağlı olarak “hâkimiyeti” kaybettikten sonra, 20. yüzyıldaki Türkiye Cumhuriyeti döneminde hiç olmazsa Batı medeniyet değerleri çerçevesinde egemenlik araçlarını güçlendirme ve geliştirme çabalarına yönelmiştir. Ancak, Türkiye’nin bu çabaları, Batıcı bürokrat sınıf ile Batıcı siyaset erbabınca, büyük ölçüde manipüle edilmek suretiyle pek başarıya ulaştırılamamıştır. Bu bağlamda, 21.yüzyıla girildiği şu zaman diliminde Türkler, yerli ve milli egemenlik araçları üzerindeki sahiplik durumları ile bunların yönetimine dair serbest ve bağımsız karar alma serbestliklerini fiilen kaybediyor gibi gözükmektedir. Meselâ, Batı medeniyetinin, kendi adına yüceltip tabiat ve insanlar üzerinde kurduğu üstünlüğün ve “hegemonyanın”, Türklerin hayatında geçerli olan temel egemenlik araçları üzerindeki izdüşümüne ve gölgesine bakılacak olursa, şöyle bir manzara ile karşı karşıya kalınır:         

– Bilimsel Bilgi ve Teknoloji: Türkiye’deki bilimsel bilgi, çoğunlukla Avro-Atlantik ülkelerden tercüme edilmiş bilgilerdir; bu bilgilerden yararlanılarak elde edilen teori ve yaklaşımların çoğu, yaşanan gerçek hayattan kopuktur ve bu yüzden fazla bir yarar sağlamamaktadır; Türkiye’deki üniversitelerin yapmış oldukları bilimsel ve akademik çalışmalar, Türk Milleti’nin çeşitli sorunlarına çözüm bulucu nitelikte olmaktan çok, Batılı araştırma ve geliştirme merkezlerinin ihtiyacı olan bilimsel alt yapı çalışmalarına servis hizmeti görmektedir; yerli ve milli ekonomik sektörleri önceleyen bir bilimsel araştırma stratejisinin yokluğundan dolayı mevcut şartlarda elde edilen bilimsel bulgulardan herhangi kayda değer bir teknoloji üretilememektedir; mevcut teknoloji tamamen dışa bağımlı ve ithaldir; ithal edilen teknoloji son derece düşük katma değere sahip endüstri dallarıyla (tekstil, taş ve toprak sanayi v.b.g.) ile gösterişe ve imaja dayalı endüstri dallarıyla ilgilidir v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türklerin bilimsel faaliyetler ile teknolojiye dair egemenlik imkânları, büyük ölçüde İngiliz- Amerikan egemenlik alanına hapsedilmiştir.           

– Ekonomik ve Mali Araçlar: Üretim kapasitesi, bütün sektörler itibarıyla potansiyelin altındadır ve üretim faktörlerinin önemli bir kısmı atıldır; istihdam yetersizliği sebebiyle büyük oranda işsizlik mevcuttur; ihracat yetersiz ve ihracat mallarının çoğu katma değeri düşük sektörlerin ürünleridir; ithalat, gereğinden yüksektir ve lüks tüketim mallarına aşırı döviz harcanmaktadır; devlet yeterince vergi toplayamadığından kayıt dışı ekonominin oranı yüksektir; bütçe açıklarından ve cari açıktan dolayı ülkenin iç ve dış borçlanma ihtiyacı yüksektir; banka ve borsadaki sermayenin yaklaşık %40-45’i yabancılara aittir; Türk kamu mülkiyeti (yani Türklerin ortak malı) olan KİT’lerin yaklaşık %70-75’ i özelleştirme maskesi altında çoğunlukla yabancılara satılmıştır; büyük gıda marketlerin çoğu (Kipa, Carfursa, Migros, Metro, Tansaş v.b.) yabancı şirketler veya ortaklıklar tarafından işletilmektedir (Kök, 2010,26); toplam şirket sayısı çok düşüktür ve çoğunluğu küçük ölçeklidir; imalat sanayii büyük ölçüde Batılı büyük ölçekli şirketlerin fason üreticisi ve taşeronu durumundadır; Türk ekonomisinin geleceği tek taraflı olarak Avrupa Birliğine güdümlü ve bağımlı hale getirilmiştir; Türkiye Cumhuriyeti’nin “başkenti”  Ankara olmasına karşılık, küresel sermayenin baskı ve tahakkümleri sonucunda, Merkez Bankasının Başkanlık yönetimi İstanbul’a taşınmakla başkent Ankara’nın ekonomik anlamdaki egemenlik araçlarından biri daha Batı ekonomisinin etkisi altındaki “çevreye” taşınmış olmaktadır v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türklerin milli ekonomik ve mali imkanlarına dair egemenlik araçlarının temel ekseni, Batılı zengin ülkelerin ölçüsüz sermaye hareketleri ile onların tek yanlı ekonomik ilişkilerden dolayı giderek Avro-Atlantik eksenine doğru kaymaktadır.           

– Devlet ve Yönetim Gücü: Devletin yürütme organı, illegal terör faaliyetlerini önlemede ve toplumsal barışı sağlamada yeterli ve isabetli kararlar alamıyor veya uygulamada yetersiz kalıyor; devletin yargılama organı, adil, etkili ve hızlı yargılama yapmada toplumu yeterince tatmin edemiyor; “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, egemenliğimizi ve hukukumuzu hiçe sayıyor” (Somuncuoğlu, 2010);devletin yasama organı, toplumun ihtiyacı olan yasaları çıkarma önceliği yerine hayali bir Avrupa Birliği uyum yasalarının peşine düşüyor; devletin çeşitli anayasal kuruluşları arasında ciddi sorunlar ve iç çatışmalar mevcuttur; Türkiye, uluslar arası ilişkilerde, “karar verenler” arasında yer almaktan çok, kendisine bir takım roller yani görevler verilen ülkeler arasındadır;  hükümetler, dışarıya farklı (çoğunlukla güvercin), kendi iç kamuoyuna daha farklı( çoğunlukla şahin)  davranıyor v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türkiye, tarihi konumuna ve potansiyel gücüne rağmen, çoğunlukla güçlü Batılı ülke yönetimlerinin gölgesinde kalmaktadır.           

– Askeri Güç ve İmkânlar: Türk Silahlı Kuvvetleri, insan kaynakları ve eğitim açısından iyi yetiştirilmiş olmasına rağmen, teknolojik imkânlar açısından Nato standartları ile sınırlıdır; TSK’nın, şimdiye kadar tarihi misyonu ve tecrübesi doğrultusunda, büyük bir harp endüstrisinin kurulmasında ön ayak olması beklenirdi, şimdiye kadar böyle bir avantaj yaratılamamıştır; TSK,  askeri ve güvenlik konularının dışında, özellikle siyasi nitelikteki tartışmaların odağında bulunmaktadır; TSK, Nato ve uluslar arası antlaşmalar kapsamında kendi harekât kabiliyetini, Nato’nun diğer “stratejik müttefiklerinin” (!) silahlı kuvvetleri gibi daha rahat bir şekilde ortaya koyamıyor;  TSK’nın, Nato kapsamındaki stratejik müttefiklik ilişkisi içerisinde nasıl bir rol dağılımına sahip olduğu konusunda ciddi bir belirsizlik var v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, TSK’nın sahip olduğu askeri gücü, NATO paktı içindeki konumu itibarıyla muarızlarınca ve düşman güçlerce tam kapasiteyle hissedilememektedir.           

– Sosyal Bütünleşme ve Orta Sınıflaşma: Türk Milleti olgusu ve kimliği bizzat yönetici sınıf tarafından tartışılmaya açılmıştır; “Türk Milleti” olma şeklindeki bir toplumsal aidiyet yerine, daha küçük ve dağınık sosyal kümeler olma bakımından etnik, dini, mezhepsel ve bölgesel kimlik arayışlarını tercih eden belirli kesimlerin varlığı sosyal bütünlüğü tehdit etmektedir;  çeşitli sosyal kesimler arasında, toplumsal bütünlüğü sağlayacak sosyolojik bir işbirliğinin tesis edilmemiş olması nedeniyle bazı sosyal kesimlerin küresel güçlerin işbirlikçiliğine “soyunmaları” ülkede büyük bir gerilim yaratıyor; bütün bireyler için geçerli olan “vatandaşlık” üst kimliğinin içerisinde, bütün hak ve özgürlükleri serbestçe kullanıyor olmalarına rağmen, yine de kendileri için -diğer vatandaşlardan ayrı olarak- daha fazladan yeni “ek haklar” (yani imtiyazlar) isteyen, ayrıca bu taleplerini de büyük ölçüde küresel güçlerin benzer beklentileriyle pekiştiren “işbirlikçi kesimlerin” çığırtkanlığı toplumun çoğunluğunu huzursuz ediyor; toplumda bireyler, gruplar ve devlet-vatandaşlar arasındaki güven duygusunda azalmalar giderek yaygınlaşıyor; toplumdaki çeşitli sosyal gruplar arasında çekişme ve gerilimlerin yoğunluğu artıyor; sosyal sınıflar arasında sınıf çelişkileri giderek artıyor; sosyal güvenlik sisteminin yetersizliği ile yoksulluk ve yolsuzlukların giderek çoğalıyor v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türkiye’deki sosyal doku, zayıflamış ve gevşemiş olması nedeniyle özellikle güçlü Batılı toplumların egemenlik araçlarının manipülasyonuna ve müdahalelerine açıktır.           

– Siyasi ve Sivil Örgütlenme Gücü: Demokrasi kültürü yerleşememiştir; seçmenlerin oy davranışlarını etkilemeye yönelik çok sayıda seçim manipülasyonu yapılmaktadır; seçmen davranışlarını siyaset dışı mekanizmalarla (Meselâ, darbe, muhtıra, bildiri, brifing verme v.b.g.) yönlendirme çabaları ile bazı durumlarda çeşitli krizler maksatlı olarak yaratılıyor; hiçbir siyasi parti, parti içi demokrasinin olmaması nedeniyle kendi dünya görüşü doğrultusunda kaliteli ve vasıflı siyasetçi çıkaramıyor; bir kısım siyasi parti yöneticileri, seçim öncesi ya da seçim sonrası çok sık olarak ABD’deki çeşitli resmi ve gayri resmi kuruluşlarla kayıtlara yeterince geçmeyen görüşmeler yapıyorlar; nispeten bağımsız ve milli nitelikteki sivil toplum kuruluşları çok zayıf kalmasına karşılık, Avro-Atlantik eksende açık ya da örtülü olarak fonlanan sözde sivil toplum örgütleri çok büyük çığırtkanlık yapıyor veya küresel güçlerin nüfuz ajanı gibi çalışıyorlar; uluslar arası kuruluşlarla bağlantılı çalışan siyasi ve sivil toplum örgütlenmelerinin dinamik bir çalışma etkinliği içerisinde bulunmasına karşılık, yerli ve milli nitelikteki siyasi ve sivil toplum örgütlenmeleri, çok şaşkın ya da anlaşılmaz bir aymazlık ve kayıtsızlık içerisinde seyirci durumunda kalıyor v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türk Milletinin her türlü örgütlenme imkân ve araçları, başka bir deyişle egemenlik araçları, bazen açıktan (uluslar arası anlaşmalar ve kuruluşlarca), bazen örtülü olarak (kapalı kapılar arkasında Washington veya Brüksel yöntemiyle) küresel güçler tarafından paylaşılmaktadır.           

– Kültür-Sanat Olayları ve Enformatik Kültür: Batılı toplumlardan tercüme edilenin dışında, kendi toplumsal hayatımıza dayalı sosyal olay ve olgulara dair yerli ve milli sosyal teori ve düşünce yaklaşımları pek mevcut değildir; özgün sanat ve edebiyat eserlerinin yaratılması yerine çoğunlukla Batılı benzer çalışmaların kötü bir kopyası olan ya da hiçbir niteliği bulunmayan magazin içerikli ve popüler çalışmaların daha çok arz edilmesi; toplumun,  niteliksiz ama ayartıcı ve baştan çıkarıcı temalarla bezenmiş kitle kültürü çalışmalarına karşı yoğun bir propaganda altına alınması; Türk milli kültürünün müzik, edebiyat ve mimari gibi zevkleri ile kıyafet ve mutfak kültürleri gibi konularda yozlaştırıcı bir eğilimin artışı; toplumun, arayan, düşünen, sorgulayan ve direnen bireylerden meydana gelen bir milli kimlik yerine, çoğunlukla içgüdüsel arzular ile hayali korkularla uyuşturulmuş bir “kitle toplumu” haline dönüştürücü psikolojik savaş tekniklerinin kullanılması; kitle iletişim araçlarının çoğunlukla küresel güçlerin birer psikolojik savaş aletleri gibi kullanılmak suretiyle toplumu uyuşturucu ( meselâ, aile olgusunu tahrip edici dizi ve filmler ile iğrenç yarışma programları v.b.) ya da kamplaştırıcı (meselâ, kışkırtıcı ya da içeriksiz tartışma programları v.b.) bir iletişim dilinin giderek yaygınlaştırılması v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türk milli kültürü dolayısıyla Türk Kimliği kozmopolit bir kitle kültürü üzerinden zehirlenmektedir.           

– Nüfusun Yapısı, Bileşimi ve Hareketliliği: Türk nüfusunun gençliğine rağmen, özellikle genç işsizliğinin yüksek olması nedeniyle diplomalı işsizler ordusu ortaya çıkmaktadır; başta gençlik olmak üzere bütün aktif nüfus, iş-güç sahibi olmak suretiyle üretim faaliyetlerine katılarak yeterli miktarda gelir etme öz güvenini kazanamıyor;  öz güvenini kazanamayan birey ve topluluklar, kendilerinin de bir işe yaradığını görmek ve göstermek adına aşırı tüketim davranışlarına sığınıyor; ülke ekonomisinin, maksatlı bir şekilde, çoğunlukla vasıf düzeyi düşük elemanların istihdam edildiği sektörlere (tekstil, turizm, taş ve toprak sanayi v.b.) indirgenmesiyle iyi yetişmiş ve yetenekli Türk gençlerinin Batılı ülkelere beyin göçüne maruz kalıyor; kendi mahallinde bir şekilde üretim sürecine katılan ve belirli bir statüye de sahip olan köy ve bölge insanları büyük şehirlere yığışarak hızla kitleleşiyor; modern tarıma geçilememesi ile toprak ve tarım reformunun yapılmaması nedeniyle köy ve tarım alanları hızla boşalırken, aşırı kentleşmeden dolayı şehirlerin milli kimliği de giderek bozuluyor; bireysel ve toplumsal sorunların zamanında ve yeterince çözülememiş olmasından doğan “öğrenilmiş acizlik” psikolojisi hızla yayılarak toplumsal sağlık sorunu haline geliyor v.b.g. Bütün bunlardan dolayı, Türk Milletinin nüfus gücü ve imkânları, milli bir üretim ve direnme aracı olmaktan çok, Batlıların ürettiği markaları tüketen bir açık pazar konumuna indirgenmiş oluyor. 

           

8.  Sonuç: Dünyanın Hızla ve Acilen Adalete İhtiyacı Var

Batı medeniyet çevrelerine mensup toplumların, 17. yüzyıldan itibaren yükselen modern bilim ve teknoloji merkezli “egemenlik araçları”, öncelikle Batı-dışı toplumlar üzerinde etkili bir üstünlük sağlamıştır. Küreselleşme sürecine bağlı olarak, Batı toplumlarının “egemenlik araçlarının”, Batı-dışı toplumlar üzerindeki üstünlüğü ve gücü giderek çoğalmış ve hızlanmıştır. Batılı toplumların  “egemenlik araçlarının” giderek yükselmesine karşılık, Batı-dışı toplumların ilgili egemenlik araçları ise giderek zayıflama sürecine girmiştir. Bu çerçevede, Batı medeniyetinin sahip olduğu  “egemenlik araçlarının” gücü ve etki alanı genişledikçe, Batı-dışı toplumlar ile tabiat üstündeki baskı ve tahakkümleri de o ölçüde şiddetlenmektedir.           

Batı-dışı toplumlarda, dolayısıyla Türkiye’de, görünürde ve maddi planda, ekonomi büyüyor, teknoloji yükseliyor, demokrasi ilerliyor, hükümetler kuruluyor, adalet sarayları yapılıyor ve yargı mekanizması işliyor, siyasi parti ve dernekler çalışıyor, üniversiteler açılıyor ve birçok öğretim elemanı ve öğrenciler görkemli binaları dolduruyor, eğitim-öğrenim görmüş diplomalı sayısı artıyor, silahlı kuvvetler güçleniyor, sivil toplum örgütleri çoğalıyor v.b. gibi durumlar “varmış gibiyse” de;  gerçekte bütün bu alanlarda, büyük ölçüde Batılı toplumsal yapılara doğrudan veya Batılı toplumların kontrolü altındaki sözde uluslar arası kuruluşlar üzerinden dolaylı bir şekilde güdümlülük söz konusudur. Bu bağlamda, Türkiye Türkleri belki biraz daha iyi olsa da, bütün Türk Dünyasında geçerli olan egemenlik araçlarının çoğunun içi boşaltılarak, yerli ve milli bağlantıları giderek azaltılmaktadır. Görünürde, büyük ölçüde yerli ve milli olması gereken bu egemenlik araçları, “uluslararasılaşıyor” ya da “küreselleşiyor” gerekçesiyle gerçekte bu görünümün perde arkasında Avro-Atlantik eksenli bir zemine doğru kayıyor. Bu çerçevede, güçlü ve “hegemon” Batılı toplumların yönettiği küresel dünya düzeninde, Batı-dışı toplumların şimdikinden daha rahat ve refahlı, daha sorunsuz ve sakin hayat yaşamaları, neredeyse Batılı toplumların kendileri için öngördükleri bütün rolleri, sorgulamadan ve itiraz etmeden fiilen yerine getirmelerine bağlı bir küresel zulüm tesis edilmiş oluyor. Sonuç olarak, bütün dünyanın, tabiatın ve insanlığın hızla ve âcilen küresel bir adalete ihtiyacı var!           

Türkiye, küreselleşme süreci ortamında, Batılı kapitalist devlet ve Batılı dev şirketlerin “hegemonyasındaki” çeşitli kuruluşlar ve anlaşmalar üzerinden, başta bilgi ve eğitim süreçleri olmak üzere, ekonomik, siyasi, askeri ve diplomatik anlamda, hem dış egemenlik hem de iç egemenlik araçları ile ilgili konularda ciddi bir aşınma yaşamaktadır. Bu durum, ülke içinde Türklere ve Türklüğe dair aktif  “egemenlik araçlarının” da büyük ölçüde içini boşaltmıştır. Hâlihazırda Türkiye’de, Türklere ve Türklüğe dair en önemli egemenlik hakkı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda kayıt altına alınmış olan “Türk Milleti” ibaresi ile yine Türklüğün vazgeçilmez değerleri olarak “bayrak”, “istiklâl marşı”, “vatanın ve milletin bölünmezliği” gibi değerlerin, T.C. Anayasası’nda güvence altına alınmasıdır.

——————————————–

[i] Kaynak: http://www.eskisehirturkocagi.org/kose-yazisi/turklerde-hakimiyet-bilinci/

Yazar
Feyzullah EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen