Bilgi, İktidar ve Gerçek

 

Bilgi, İktidar ve Gerçek[i]

Information, Power and Reality

 

“Görünen, gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı.”

Karl Marx[1]

 

 

Dr. M. Kemal SEVGİSUNAR[ii]

Öz

Türkiye’de gündelik hayatın içerisinde bireyin ve toplumun; “bilgi” ve “gerçek” gibi kavramlarla ilişkisi, toplumsal yaşamın egemenleri tarafından belirlenir. Söz konusu bilgi; iktidarlar eliyle işbirliği yapılan kimi medya ve devlet kuramlarının müdahalesiyle neye dönüştürülmek, hangi algı yaratılmak, aktarılmak, isteniyorsa o yönde, bir değiştirme ve saptırma gerçekleştirilir. Ortaya çıkan “ yeni ürün”, kullanılan bütün iletişim kanalları üzerinden hızla kitlelere ve dolayısıyla vatandaşa ulaştırılır.

Bilgi Merkezleri işlevleri itibariyle toplumun bilgilenme biçimi ve biçimi şekillendiren bilgilenme kültürünün olumlu anlamda değiştirilebileceği en önemli merkezlerdendir. Bilgi Merkezlerinin işlevlerini yapabilmeleri ve kurumsallaşabilmeleri ülkenin demokratikleşmesi açısından da oldukça belirleyicidir.

Türkiye’nin başta siyasal partileri olmak üzere, diğer bütün siyasi yapılar ve ilgili kurumları arşiv ve kütüphaneler başta olmak üzere, söz konusu kurumları ve bu kurumların işlevlerini algılamada sıkıntılıdır. Anılan birimler kendi yapısal durumları ve tarihlerini içeren kurum arşivlerini ve bu arşivlerin durumunu gerçek haliyle bilmez ve gereğince ilgilenmezler.

Anahtar Sözcükler: Bilgi merkezleri, Türkiye’de siyaset ve kurumlar, iktidar ve medya, bilgilenme kültürü.

 

Abstract

The relationship of society and individual with “information” and “reality” as notions are determined by those who are hegemon in daily life of Turkey. This particular information are changed by some media groups and governmental instruments, who are collaborating with hegemonic authorities, by the way of whatever they would like to manage their perceptions, to be converted of perspective of what they would have to do an idea, to the way what they want to create a future. However, the “new created product” transmits to the society using the way all of the communication channels, so there is no one who has got the created one.

Information centres is one of the most significant organisations of society, enlightenment and form of that are able to change to the correct meaning. Ability of information centres to do functions is one of the most considerable issues for countries, which are to be democratic.

There are so many difficulties to understand the significance of information centres’ function (libraries, archives and so on) are really important for political parties as first and other organisations, secondly. Mentioned institutions do not know and be interested in the real statement of their own archives which collects their historical documents and over areas.

Ultimately, this particular information would have been changed by some media groups and 200 governmental instruments, who are strongly collaborating with hegemonic authorities, through whatever they would like to reproduce their perceptions, to be converted of perspective of what they would have to do an idea, to the way what they want to create a future.

Keywords: Information centres, information, governmental instruments and media, the culture of enlightenment, politics, and political institutions in Turkey, hegemonic authorities.

Giriş

Türkiye’de gündelik hayatın içerisinde kendinizi bir “birey” ve “yurttaş” olarak fark ettiğiniz andan itibaren, “yalın” bir gerçekle de karşılaşmış olursunuz. Toplumsal sürecin akışı içerisinde nerede, kim ya da kimler tarafından yaşanmış veya yaşanıyorsa ve gerçekleşen her ne ise; söz konusu olgu, size ulaşana kadar, olmuş olandan ağırlıklı bir biçimde farklılaşır. Size, asla olduğu gibi, net ve tamamen doğru bilgiler üzerinden aktarılmaz.

Herhangi bir olayın/olgunun size aktarıldığı biçim ve içerik üzerinden algıladığınız “gerçek”le, yaşanan olayın içerdiği asıl gerçek, çoğunlukla birbiriyle çelişir. Çünkü söz konusu olan olay ya da olgu; toplumsal düzeyde çıktığı sosyolojik ve antropolojik yolculukta, konu üzerinde çıkarı olan, olası bütün güçlerin farklı boyutlardaki etki gücüyle ve de konunun toplumsal gündem içerisindeki yerine, önemine bağlı olarak, az veya çok olmuş olandan uzaklaştırılır.

Erk sahibi, veriyi olmuş olandan uzaklaştıracak, kendi çıkarlarına uygun bir yörüngeye oturtacak, olguyu yolundan saptırıp, başkalaştıracak yeni bazı bilgiler ile gerçeği sarıp, sarmalar. Olup biteni gözlerden ve algılardan saklar. Böylece normalde görülmesi gerekeni, kendi bakış açısından geçirerek göstermek istediğiyle yer değiştirtir. Algı açısından olgu ya da olay, yeni bilgilendirilenler açısından, artık olduğundan çok daha başka bir şeye dönüştürülmüştür.

Gerçeğin Kitlelerle Buluşması Süreci: Bilginin Kaynaklarının Kirletilmesi

Örneğin ülkemizde son birkaç yıldır televizyonlardan sıkça duyduğunuz haberlerden biri; dünyada yaşanan ekonomik krizlere karşın Türkiye ekonomisinin yine de dünyanın çok güçlü ekonomilerinden biri olduğu bilgisidir. Ülkenin önemli bilim insanlarından olan Doğan Kuban konuya ilişkin bir haberi aşağıdaki gibi değerlendirmiştir:

“…Ama geliri borcunun faizini bile karşılayamayacak durumda olan Türkiye’nin dünyanın en güçlü ekonomisi olduğunu da dinliyorsunuz.

Bu karanlıkta ıslık çalmaya benziyor. Bu bir başka vurdumduymazlık mıdır, yoksa biz gelişmeleri sağlıklıca izleyemiyor muyuz? Bu ülkede cehalet Fikret’in dediği gibi “Bir dud’u muannit ki peyapey mütezayid”, yani boyuna artan inatçı bir sis gibi. Cehalet vurdumduymazlık maskesi takmış ve ülkenin afakını sarmış, siste kimse bir şey görmüyor. ” (Kuban, 2013: 96)

Diğer bir deyişle; ülkemizde, yaşamınızın toplumsal nitelikteki hemen her aşamasında, gerçek ya da doğru bilgiden sizi farklı düzeylerde uzaklaştıran, türlü yalanlarla kandırılırsınız. Belki, dünya genelinde de durum bundan pek farklı değil. Fakat, Türkiye bu konuda hakiki bir zirve.

Önemli sosyal bilimler teorisyenlerinden Habermas, bu durumu düşünsel bir zemine oturturken Karl R. Popper’in görüşlerinden de hareketle “bilginin kaynaklarının her zaman kirlendiği ” gerçeğine dikkatimizi çekmiştir:

“Geleneksel bilgi eleştirisinin genelde yaptığı gibi, empirizm1, kesin bilginin geçerliliğini, bilginin kaynaklarına itiraz ederek doğrulamayı deniyor. Bu arada, bilginin kaynağında da, arı düşüncede de, aktarımda da ve duyusal deneyimde de otorite eksik. Bunlardan hiçbirisi dolaysız açıklığa ve başlangıçsal geçerliliğe ve böylelikle meşruluğun gücüne sahip olduğunu iddia edemez. Bilginin kaynakları her zaman kirlenmiştir, kökenlere giden yol saptırılmıştır. Bu yüzden bilginin kökeni sorusunun yerine bilginin geçerliliği sorusu konulmalıdır.” (Habermas, 2011: 56)

Ülkemiz bilim insanlarından, anayasa hukukçusu İbrahim Ö. Kaboğlu’da “bilgi kirliliği” konusunu insan hakları ve demokrasi kavramları açısından ele almış ve değerlendirmiştir. Kaboğlu iktidar yapılarının bilginin kirlenmesi ya da saptırılması için medya yapılarıyla nasıl işbirliği yaptığını ise şöyle açıklamıştır:

“…Öte yandan insan hakları ve demokrasi ile ilgili kavramsal yanlışlıklar, hayli yaygın. Sadece, insan haklarının sekter ve indirgeyici kullanımı değil, bu husustaki yanlışlıklar zinciri hayli uzun. Ölçülülük, egemenlik, çoğunluk, çoğulculuk gibi kavramlar, ilgililerin bakış açılarına göre şekillenebilmekte, daha doğrusu çarpıtılmaktadır. Özellikle çoğunluk ve egemenlik ilişkisinde çağdışı deyim ve kavramların kullanımı bir yana, çoğu zaman bunların bağlam dışı kullanımlarına tanık olunmaktadır.

Bu nedenle yol açılan bilgi kirliliği yeni anayasa sürecinde sağlıklı tartışmayı engellemektedir. Basın yayın kuruluşları bilgi kirliliğinde araç olarak kullanılmaktadırlar. (Kaboğlu, 2014: 205-206)

Habermas, iktidarın iletişim alanlarıyla ilişkisini aynı zamanda mevcut iktidar/ iktidarların bekası için kullandığı bir reklam malzemesi olarak da görmüştür. Bilindiği gibi “Büyük Yalan” olarak geçen kitleleri kandırma tekniğinin bilinen en iyi ustalarından biri Hitler’in Propaganda sorumlusu Joseph Goebbels’ ti. Onun büyük acılar yaratan yalan merkezli iletişim deneylerini dünya 1930’lu yılların sonlarında tanıdı. Habermas’ın bu konudaki değerlendirmesine göre; “gerçek”, iktidar ile bilgi arasında sıkışmıştır. Kuban’ın aşağıdaki değerlendirmesi de konuyla ilgili olarak Habermas’ı destekler niteliktedir:

…zenginin fakiri sömürüsü dini, felsefi, edebi, ahlaki, ulusal, kültürel her konuya entegre edilmiştir. Saptırıcı söylem yaratma, reklam sektörünün ilerlemesine paralel olarak gelişmiştir. Bunun her ülkede uzmanları vardır. Bu yüzyılda yalanın sınırı yoktur. Ahlaksızlığın da sınırı yoktur. İnsanları kandırmak bir bilimdir. Kapitalizm bilim ve teknolojiyi yalanla birlikte etkili kullanan bir sömürü örgütlenmesidir.

Bilim ve teknolojide önde olanlar sömürüde de öndedir.” (Kuban, 2013: 12)

Her türden iktidarlar bütün bilgi disiplinleri ve onların ürettikleri tüm teoriler üzerinde çalışarak üretileni kendilerinin işine yarayacak savlara dönüştürmeye çalışırlar. Hall, bu durum için gündelik gündem içinde tartışılan bütün paradigmalar, buradan beslenen bir sistemin ağına düşürülmüştür/düşürülür der:

“…Benim görüşüme göre, kendi kendini kuran bir iletişim disiplini yaratma çabası, onun kuram ve pratiğini toplum bilimlerindeki genel gelişmeden öldürücü bir biçimde ayırmış oldu. Profesyonellerini kuramsal ve görgül özerklik yanılsamasına sürükledi. Bu görünüm, başat paradigma içinde üretilen bilginin idari kuramsallaşması dışında anlaşılamaz. Yani, başat paradigma, iktidar ile bilgi arasındaki gerçek ama pek dile getirilmeyen ilişkiler içinde kuşatılmıştır. Diğer paradigmaların da benzer biçimde ağa düşürüldüklerini inkâr etmek gibi bir niyetim yok, sadece başat konumdaki kurumsallaşma sonucu ortaya çıkan özgül ilişkilere dikkat çekmek istiyorum “. (Hail, 1997: 82)

Aslında “ağa düşürülen” olan bitenin yani, ‘gerçeğin’ çözümünü sunan bilgidir. Bir ülkede işi bilgi olan kuramların kafası ne kadar karışırsa sömürü mekanizmaları o kadar kolay işler. Çünkü kurumlaşamayan yapılar, içinde bulundukları ülkelerin demokrasilerinin de yeterince geliştirilememesinde etkili olurlar.

Gerçek bilginin hayat karşısında iki yakası çoğunlukla bir araya gelmez. Çünkü toplumsal yaşamın egemenleri bütün o yalanları; güçsüzleri, örseleyecek, onlara zarar verecek silahlar haline dönüştürürler.

Gördüğünüz gerçekleri, kamuoyuna açıklayıp, sizi konuyu açıkça tartışamayacak durumlara düşürmek için, yine sizden aldığı; vergi, oy, bilgi ve size benzeyenlerin ürettikleri üzerinden hep birlikte sunduğunuz ona sunulan erk ile öldüresiye saldırır. Söz konusu saldırı aynı zamanda, ülkenin geneline dönük emperyal nitelikli sömürgeleştirici bir boyutu da içerir.

“…Bunalımın “içsel” ve “dışsal” boyutlarıyla iletişim araştırmalarının iktidar ve bilgi arasındaki ilişkiler içine gömülü olması konusundaki daha önceki yorumlarını gözönüne alarak, iletişim kuramı ve araştırmasının kendi “garantisi” olarak, başlangıcından bu yana taşıdığı bütün bu kurumsal bagajın, yalnız kapitalist demokrasiler içinde ve bunlar hakkında yapılan çalışmalar açısından işlev görmediğini bu bagajın aynı zamanda- Amerika dışındaki dünyada yapılan araştırmalarla araştırmacılar üzerindeki türdeşleştirici ve tahakküm altına alıcı etkilerini bilenlerin de onaylayacağı gibi- küresel misyonun, ihraç etme işlevinin ve sömürgeleştirici boyutunun doğal bir parçası olduğunu da ekleyeceğim.” (Hall, 1997: 88)

Sadece az gelişmiş olarak nitelendirilenler için değil, gelişmiş ülkelerin yurttaşlarını da aynı tehlike beklemektedir. Onların da gerçeğe ulaşma kanalları çoğunlukla andığımız sistemler eliyle tıkalıdır. Gündelik hayatta karşılarına çıkan yeni olumlu ya da olumsuz bütün gelişmelerden sistemin izin verdiği ölçüde haberleri olur. Gerçeğin gölgelenerek kitlelerden saklanması, gerçeğin öğrenildiğinde kitlelerin tepkisi sonucu gelişebilecek olgu ve olayların mevcut sistemin gidişatının yönetenlerin kurguladığı yörüngesinden çıkmaması içindir. Teknolojinin bu kadar geliştiği ve haberleşme sistemlerinin saniyeler içinde dünyanın hemen her noktasına erişebilecek güce eriştiği günümüzde bu ilkel engellemelerin üstelik artarak sürmesi çok ilginç ve üzüntü verici bir gerçekliktir.

“…Avrupa Birliği üyesi ülkelerin halklarının gösterileri, bütün iletişim olanaklarına karşın, kötü politikaların doğurduğu sonuçlardan, başlarını duvara vuruncaya kadar, bu halkların haberdar olmadıklarını göstermektedir. Bu ilginç bir çağdaş olgudur. Son ekonomik kriz de böyle başladı. Çünkü bilginin yayılmasını sağlayan araçlar, bilginin saptırılması ve halkın aldatılması için de aynı etkinlikle kullanılmaktadır. Aslında bu, vaktiyle Whitehead2 ’in söylediği gibi, uygarlığın kendini yok eden tohumları da içerdiğini gösteren korkutucu bir gözlemdir.” (Kuban,2013: 11)

Andığımız bütün bu olayların etkisiyle ortaya çıkan sıkıntılarla karşılaşmaktan yorulduysanız, konunun çarpıtılmasına, başkalaştırılmasına itiraz etmek yerine, üzerinizde uygulanan kimi “ikna” yöntem ve süreçlerinden etkilenmiş görünür, giderek de duyarlılığınız azalacağından bu duruma uyum sağlarsınız. Yani zaman içerisinde siz de “yalan” la şerbetlenir, sanal gerçeklerle yakınlaşırsınız. Ülkemizde uzun zamandır gündelik hayata egemen olan bilgi ve haber akışı işte tam da bu durumdadır.

 

Gerçeğin İktidar ve Medya Sürecinde İsteğe Göre Yeniden Üretilmesi Süreci

Medyanın gündelik bilgi karşısında takındığı tavır, bir yönüyle iktidarın kendi sürekliliğini sağlama çalışmalarında bir bilgi sağlama ve rahatlatma işlevi görür. O nedenle en emperyal nitelikli sözde demokrasiler kadar; muhafazakâr ya da dinci, veya faşist denebilecek nitelikteki yönetimlerin medya kontrolü ve kitleleri ajite eden yöntemleri de, ikinci dünya savaşından günümüze artarak çeşitlenmiştir. Toplumsal demokrasi ve özgürlük arayışları demokratik mücadelelerin artarak sürdürülmesi kadar söz konusu sistem ve mekanizmaların iktidarların kontrolünden çıkartılması gerçeğinin hayata geçirilebilmesine bağlıdır.

“.Anlamın üretimi ve dönüştürümü modern toplumlardaki kültürel ilişkilerin bir parçası ve bölümüdür: sağduyunun ve toplumsal dünyaya ilişkin gündelik “bilgi” nin nasıl yapılanacağını ve alan boyunca süreklilik gösteren iktidar oyununu -tahakküm kurma ve tabi olma oyununu- düzenler. Yapı, anlam ve iktidar oyunu dışında işleyen güçsüz ve sınırsız “ iletişim şebekesi” modeli artık terkedilmelidir. Gerçekten de, iletişim modellerinin doğrusallığı artık ilerlemenin önünde özgül bir engel oluşturmaktadır. Güçlüyü güçsüze, yönetilenleri, yönetenlere, kodlayıcıları kodaçıcılara bağlayan yansız şebekeler çevresinde kesintisiz bir “akış” türünden bir şey söz konusu değildir. Toplumumuzdaki tahakküm içinde sürekli olarak inşa edilen temsil pratikleri; medya kurumları tarafından desteklenen temsil ilişkileri- ki bunlar da iktidar ilişkileri tarafından kontrol edilen bir alandadır- söz konusudur.” (Hail, 1997: 93)

Türkiye’de Bilgi Kurumları Bilgi Kavramı ve Bilgilenme Kültürü

Gerçeği aramak o kadar kolay mıdır? Kütüphaneler, bilgi merkezleri, arşivler insanlık tarihinin ürettiği bütün bilgileri ve belgeleri yani gerçekleri arayanlarla buluşturmak amacında değiller midir? Fakat ülkemizde “okuma alışkanlığı” gelişmiş ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar azdır. Örneğin Kütüphane Haftası’nda hazırlanan bir rapora göre: Bir Japon yılda ortalama 25 kitap okurken, bir İsviçre’li yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, Türkiye’de ise ortalama olarak bir kişi 10 yılda bir kitap okumaktadır.

Bu sonuçlara göre; kitap okumadığı için, kendisine anlatılanları ve gösterilenleri gerçek olarak sorgulamadan kabullendiği için, doğrudan halk mı suçludur? Yetkililer konu ile ilgili konuşmalarında gerçeği çoğunlukla olduğu gibi değil, göstermek istedikleri gibi resmederler.

Matbaa tarihimize ilişkin kısa bir bilgi bizim bilginin üzerine kaydedildiği araçlardan en gözde olanı kitap ile toplumsal ilişkimizin geçmişine ilişkin önemli bir veri sunar:

“Müteferrika Matbaası 1727-1794 arasında ancak 18 yıl açık kalmış ve sadece 18 kitap basabilmişti. Avrupa’da 1450-1500 arasında yirmi milyon cilt kitap (yapıt sayısını bilmiyorum) basılmıştır. Bu sayıda bugün Türkiye ile Avrupa arasındaki kültür yoğunluğunun değişmediğini gösterir.” (Kuban,2013: 113)

Neredeyse her siyasi partinin, her hükümetin programlarında ilgili konuda inanılmaz ifadeler vardır: “Bilgi okuryazarlığı” başta olmak üzere Türkiye’nin “Bilgi Toplumu” olma yolunda çok yol kat ettiği, iktidara geldilerse ya da geleceklerse söz konusu verilerin ne kadar hızla değişeceği gibi… Üniversite mezunlarının sayısının çok ciddi arttığı, ar-ge çalışmalarına ayrılan kaynakların arttırıldığı gibi… Geniş kitlelere kamunun iletişim araçları kullanılarak içi boş nicel verilere dayalı ve daha birçok gerçeğe dayanmayan bilgiler (!) verilir. Oysa genel durumu tespit edebilmek için doğrulama ve kontrol çalışmaları yaptığınızda, neredeyse yapılan açıklamaların tamamına yakınında topluma sunulan veri ve açıklamaların sizin saptadığınız değer ve gerçeklerle hiç de uyuşmadığını görürsünüz. Kuban bir düşünür olarak, ülkede okuma yaklaşımına ilişkin genel panoramayı şöyle çizer:

“… Bir kuşak önce okuma yazma bilmeyen ve evlerine gazete kitap girmeyen ailelerin çocuklarının evine yine kitap ve gazete girmiyor. Televizyon her işi görüyor. İnternet de ansiklopedi oldu. Üniversite kitaplıkları acınacak durumdadır. Çünkü kitaplık da bir kurumlaşma gerektirir. Okumayan yazmayan toplumun politik temsilcileri kitaba dergiye para ayırmazlar. Paraya tapan, bilimi dışlayanın okumaya öncelik vereceğini düşünmek aptallıktır. Öğrencisi ve hocasının evinde kitap olmayan bir ülkenin üniversite kitaplıklarının da boş olmasından daha doğal bir şey olamaz.” (Kuban,2013: 130)

Kuban’ın genel çerçevede çizdiklerini bir bilgi ve belge akademisyeni olan 206 Özer Soysal akademik/düşünsel bir temele oturtur. Soysal, toplumun bilgiye bakış açısını formüle ederek açıklamaya çalışır. Bilgi’yi yaşamı sürdürmek için mi yaşamı değiştirmek için mi kullandığımıza dikkat çeker. Bu diğer bir anlatımla bu tespit Bilgi’yle toplum olarak kurduğumuz çıkar ilişkisinin tescili anlamını taşır.

“… Ancak, aslolan bunlar değil, bilgiye nasıl yaklaştığımız. Bilgi’ye yaklaşım, yaşama bakış’ın dışa vurumudur. Bilgi ile dar anlamda birey, geniş anlamda toplum ilişkisi ’ ni yaşam biçimi değil, yaşam biçimini bilgi ’ye bakış açısı belirler. Çünkü, bilgi ’yi yaşamı sürdürmek için de yaşamı değiştirmek için de kullanabiliriz.” (Soysal, 2004: 5)

Örneğin herhangi bir kamu kurumunda yapılan ihale ve alımların şeffaf bilgileri yerine, satın alınan nesne, teknoloji veya her ne ise, topluma o anlatılır. Öne çıkartılmak istenilen kurgu, söz konusu alımdan kesin olarak elde edilebilecekmiş algısı yaratılır.

Sonuçta; yapılanların gündelik yaşama ne ölçüde ve nasıl yansıdığı, toplumsal temelli nitel gelişim ölçütlerinin neler olduğu, ölçme ve uygulama açısından kamuya ve toplumsal yaşama yansıma dereceleri çoğunlukla tartışılmaz. Bu konularda gerçek veriler nelerdir? Bunlar çoğunlukla yanlış bir kurgu içerisinde gerçeklerden saptırılarak, topluma, işlem görmüş, gösterilmek istenen veriler sunulur.

Örneğin ülkeyi saran şehir içi ve şehirlerarası yollarda bitmeksizin sürdürülen alt geçit ve tünel yapım, yol onarım çalışmaları devasa köprü ve hava limanları çalışmalarının Türkiye’nin gerçek gereksinimleri olup, olmadığı yapılanların neyi ne kadar karşılayabileceği, asıl yapılması gerekenlerin nasıl bir türlü saptanamadığı istatistiki bilgiler üzerinden tartışılmaz. Yine son zamanlarda internet ulaşımında dünyada hangi seviyede erişim gerçekleştiği hız seviyesinin ne olduğu açıkça konuşulmadan 4,5G adı verilen ancak, kesinlikle 5 olmayan -muhtemelen 4- seviyede bir internet akış hızı dünyada hiç olmayan bir adlandırmayla dünyada varılan son teknolojik aşama olarak topluma sunuluyor. Fiberoptik kablo altyapısı gerçekte nedir, uygulanan internet hızının gerçek teknolojik duruşunu umuyoruz zaman içinde öğreneceğiz.

Toplum eğitim sisteminden bu kadar dertliyken, yapılması gereken onlarca çalışma ortada iken Türkiye’nin en önemli ticari alanlarından biri olarak eğitim alanının da ortaya çıkması oldukça ibretlik bir durumdur.

“Türkiye’nin en büyük ticaret alanlarından biri eğitim oldu. Yılda ortalama bir kitap okumayan bu ulus çocuklarını eğitmek için olağanüstü bir para harcıyor.” (Kuban,2013: 90)

Her yerde ve her konuda bütün anlatılanlar üzerinden; Onların gösterdiği objektiften baktığınız zaman; Türkiye’de, sistemin çabalarına karşın, toplumun bilgiye, gerçeğe ulaşmakta gayretsiz kaldığı ve “tembel” (!) ve “üretimsiz” günlük yaşam alışkanlıkları üzerinden yeterince okumadığı algılanabilir. Oysa gerçekler anlatılanlardan başkadır. Neredeyse her yıl yeni bir değişikliğe uğrayan eğitim sistemi bile, bu büyük tahribatın tek başına sorumlusu değildir.

“… Toplumun hallerini bilen her akıllı adam eğitim ve öğretim kargaşasının tek bir nedeni olmadığını bilir. Fakat çaresini söyleyemez.

Çünkü eğitim toplumun yapısı, kültürü, ekonomisi, dünya görüşü, örgütlenmesi ilgili karmaşık bir sorundur.” (Kuban,2013: 89)

İstatistikler, günümüzde her ilde açılmış üniversitelerin yarattığı mezun yığınların artmasına karşın, söz konusu mezunların ağırlıkla meslekî alanlarında yetersiz, okuma alışkanlığını ise giderek ciddi oranlarda kaybeden kitlelerden oluştuğunu göstermektedir.

“…bu Türkiye’de cehaletin neden hâlâ ağır bir hastalık olduğunu anlatan bir geçmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye’de okuma yazma oranı %10’du. Köyde okuma yazma yoktu. Onlar da nüfusun %90’ı idiler. Türkiye’nin en büyük kara deliği okumamış olmaktır.” (Kuban, 2013: 112)

Birçok değer açısından yeterince nitelik kazanmamış ve eksik eğitilmiş kadrolar, mesleki icraatlarındaki yetersizlikleri dışında iktidarların gölgesinde, toplumsal yarar içermeyen siyasal projelerle erk sahiplerinin istediği yapıda bir yaşamı o atmosfer ve yörüngede örmeye çalışıyorlar. Ancak kifayetsiz muhteris yapılar sorun çözen bir yaklaşım tutturamadıkları gibi anılan icraatları sırasında, olmayacak bir yaklaşımı benimsetmek adına, toplumsal barışı bozabilecek kimi gelişmelere de zemin hazırlayabiliyorlar.

“…Türkiye’nin çağdaşlaşma sorununun temelinde bilgi kıtlığı ve örgütleşememe yatıyor: Dünyanın bütün otomobil markaları var.

Ulaşım düzeni yok. Megalopolis’ler var. Planlama yok. Tarihimizle övünüyoruz. Fakat onu bilmiyoruz. Demokrasi var. Fakat, özgürlük sorunlu. Bütün gelişmediği söylenen ülkeler sözde kurulmuş ama gelişmemiş kurumlarla yaşıyorlar.” (Kuban, 2013: 107)

Örneğin toplumun gündelik hayatında doğal bir gelişme ivmesi ve bu gelişmeye uygun kentlilik bilinci yaratacak adımlar zamanında atılamadığı için ortaya çıkan salt kentin görünümüne yansıyan kimliksiz görünümler, görsel kirlilik değildir. Mesleki uzmanlaşma adı altında daraltılmış “uzman” yaşamların yarattığı uygarlığı mekanikleştirerek insansı bakıştan uzaklaştıran yaklaşımlardır. Görünüşte her şey var ancak “burjuva” kültürünün temelinde yer alan kentsel kültürel doygunluk yoktur. Karmaşık bir süreçte yitirilmeye yüz tutmuş, ana ekseninden uzaklaşmış, başkalaşmış bakış açıları vardır.

“Endüstriyel bir toplumun yeniden üretimi koşullarında, yalnızca teknik olarak değerlendirilebilir bilgiyi kullanabilen ve kendileri hakkında ve eylemlerinin hedefleri hakkında rasyonel bir açıklama bekleyemeyen bireyler, kimliklerini yitireceklerdir.” (Habermas, 2011: 81)

Görsel bir kültürün egemen olduğu gündelik hayatta derinlikli bir araştırma ve okuma sürecinin geliştiği de gözlenmiyor. Sanat ve kültür alanlarında yapılan çalışmalar ideolojik ve dinsel temelli bir elemeden geçirilerek, topluma siyasal erk sahiplerinin uygun gördüğü alanlar dışında kalan bütün çalışma ve etkinlikler yok sayılarak, kamusal güç kullanılarak toplumsal yaşamdan dışlanıyor.

Bu gelişmeye bağlı olarak şöyle bir tespitte de bulunabiliriz. Gerçeklerin gölgelenmesi üzerinden sürekli saptırılmış bilgi üzerinden beslenen yaşamlar, kendi yoz ve mekanik kültürünü yaratırken diğer taraftan ülkenin bütün diğer yerleşimlerinde sürdürülen geleneksel kültürü de dinamitliyor. Bütün bu kavram kargaşaları yarım yamalak ideolojik derinlikli bilgilerle karşılaştığında ise yola çıkış amacı bu olmasa bile ortaya durdurulamaz bir kör şiddet kültürü yayılıyor.

“…Kültür gibi, bilgi de toplumsal gereksinimlerin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır; bununla birlikte bilgi’nin ‘değer ’ olarak kabul edilmesi, toplumsal algı düzeyine taşınması ve gelecek kuşaklara aktarımı, bir başka deyişle toplumun kültürel genlerine işlenmesi ile bağlantılıdır.

Birey ve toplum düzeyinde bilgi algısı ve bilgiye yönelik gösterilen çabanın, yeterliliği konusunda kendini yeterli bulmama ve hep daha ileri düzeye taşınması gerektiğine olan inanış ‘açık toplum ’ özelliğidir.

Bu nedenle, açık toplumda, bilgi ve bilgilenim kültürü, zaten, doğal olarak toplumun genlerine işlenir.” (Gürdal, 2004: 56)

Günümüzde üniversitelerde ağırlıkla gündelik yaşamda bir karşılığı olmayan, bilimsel temelde hangi sorunlara çözüm üretileceğine pek anlam verilemeyen konularda dini, ırki temelde, bilimselliği tartışılamayacak kadar zayıf, çeşitli sempozyumlar, paneller, toplantı ve yayınlar yapılıyor.

“Bilim” din temelli bir terminolojik adlandırmayla “ilim” başlığı altında baskılanmaya uğratılıyor, başkalaştırılıyor. Bu çalışmaların bizi yakın gelecekte hangi çevrelerle ve nasıl bir yaşamla buluşturmayı hedeflediği çok önemlidir. Söz konusu çalışmaların ülke genelinde karşı bir duruşla irdelenip, incelenmeleri gerekmektedir. Soysal bilgiyle toplum ilişkisini yaşamı sürdürebilirlik gibi bir zorunluluk temelinde tartışırken, üniversite başta olmak üzere yaşamın üretildiği diğer alanlara ilişkin bir kültürden de söz ediyor: “Bilgilenme Kültürü”.

Sadece yaşamı sürdürebilme düşüncesinin temelinde “öğrenme ve bilgilenme gereksinimi” yer aldığından, bu yaklaşım gelişen bir kültürel düzeyden söz etmemizi engelliyor. İşte, “bilgiyi gündelik yaşamın dayattığı bir zorunluluk ilişkisi dışında ele alabilme yaklaşımı” gereksinim duyduğumuz yeni bilgilenme kültürü olabilir. Uzun vadede toplumsal erginlik ve olgunluk sürecini besleyecek temel yaklaşımlardan biri, bu yeni yaklaşım biçimi olabilir. Yani bilgilenme temelinde biçimlenen yeni bir yaşam.

“…Öğrenme ya da bilgilenme gereksinimi, çokluk, yaşamı sürdürebilme düşüncesi’nden kaynaklanan bir toplumuz. Bu anlayış aileden başlayarak, yaratıcı olması beklenen üniversiteyi de kapsamak üzere, eğitim, iş dünyası, siyaset, kısaca yaşamın her alan ve aşamasında baskın durumda. Algılama böyle olunca bilgi ve bilgilenme kültürümüzün düzeyi yükselmiyor. ” (Soysal, 2004: 6)

Araştırmacı Gürdal, Soysal’ın gündeme taşıdığı bilgilenme kültürü ve bu kültürün gündelik yaşam zorunluluklarının dışına taşınabilmesi yaklaşımı, bilgilenme kavramına önemli bir açılım daha getiriyor. Gürdal “bilgilenme kültürüne getirdiği toplumsal düzeyde bir bakış açısı ile öğrenmeyi, öğrenme yaklaşımı ile bilgilenme kültürünü aynı başlıklar altında tartışarak geleceğini bilgilenme temelinde arayan bir toplumun gerçeği arayışını bilgi ve bilgilenim kültürüne evrilttiğinde yaşanılacak nitelikli toplumsal değişim ve gelişime dikkat çekiyor. Bilgi toplumuna geçiş için en önemli aşamayı bu değişimin sağlayabileceği gerçeğine işaret ediyor.

“…Bireysel düzeyde, ‘bilmediğini bilme’, ‘bilme için bilgiyi talep etme’, ‘bilme için öğrenme’, ‘öğrenmeyi öğrenme için bilgilenim’,

‘bilgiye değer verme ’ ve ‘bilgi ile değer yaratma ’ anlayışına erişim, yani bireysel düzeyde ‘bilgilenim kültürü ’ edinilebilirse, kültür unsuru haline gelen bilgi, yukarıda öne sürülen ‘katalizör ’ olma etkinliği ile, toplumsal anlayışa dönüşebilir. Çünkü bireysel düzeydeki anlayış, inanış ve davranış biçimleri, paylaşım yoluyla kamu geneline yayılabilir ve böylece toplumsal düzeyde ‘bilgi ve bilgilenim kültürü’nden söz edilebilir. Bu oluşum ise, bilgi toplumu geçitinde büyük bir aşamadır ve gelecek kuşaklar için hazırlanan bir köprüdür.” (Gürdal, 2004: 58)

Yakın geçmişte, 12 Eylül 1980’de; dönemin askerî darbe yöneticileri, gözaltına aldıkları insanlar ile bu insanlardan ele geçirdiklerini iddia ettikleri silahların, mermilerin yanı sıra dizdikleri onlarca siyasi ve düşünsel içerikli kitapları insanlara televizyonlar kanalıyla halka gösterdikleri haber görüntüleri üzerinden, “okumak ve düşünmek” gibi etkinlikler içerisindeki insanların her koşulda başlarına bir şekilde bela alacakları (!) mesajını yıllarca kitlelerin bilinçaltına sessizce yüklediler.

Günümüzde ise egemen siyasal erk, toptancı bir algıyla bizleri ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktı. “Yerlilik”, “Millilik”, “İnançlı bir nesil” gibi yeni olduğu iddia edilen ancak yaklaşık son yüzyıldır tanımlı bir ideolojik yaklaşımı ifade eden bu tanımlamalar, arkasında, neredeyse deneysel bilgi ve düşünsel soyutlamalar dışlanarak çağdaş dünyayı reel bilimsel temelde tartıştırmaya kapalı, ancak anılan dünyanın bütün maddi kazammlanna göz diken bir yaklaşımla, yaşama ilişkin her aşamayı teslim almaya çalışıyor.

“. Bugün gelişmiş dünya tatile çıksa, Türkiye’nin gerekli bilim adamını yetiştirmek, araştırmaları çağdaş seviyeye getirmek ve toplumu bilim toplumuna dönüştürmek için yarım yüzyıl yetişmez. Biz bilgi ve teknolojiyi yaratmıyoruz. İthal ediyoruz. Biz bilimin pazarıyız.” (Kuban, 2013: 158)

Söz konusu yaklaşımla gerçekte “cahilliği legalleştiren” “pozitif bilimler üzerinden tesis edilen çağdaş bir yaşam ütopya ve uygulamasının ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, sorunlu bir süreç inşa edilmektedir. Dinî temelde yükselen bir eğitim biçiminin temel alındığı, pozitif bilimsel yaklaşımların hiç ilgisiz alanlarda dinsel inanışlarla savaştırıldığı sorunlu bir yaklaşım topluma dayatılıyor.

Sadece biyoloji biliminin eğitim öğretiminin sürdürüldüğü bölümlere getirilen olumsuz uygulamalarla, öğretmenlik haklarının ellerinden alınmasıyla en geniş çalışma alanları kapatılan bölümlerin aday öğrencilerce tercih edilemez hale getirilmesi, yine “evrim teorisi” ni tartışanların- Adnan Hoca çevresi dışında (!)- başına getirilenler bu duruma verilebilecek en somut örneklerdendir. Ayrıca, diğer bir uygulamayla devletin ve özel sektörün gücü, her noktada bireyi ekonomik açıdan teslim almak için ciddi bir araç olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’de radikal sağın ve İslamcıların -düşünsel ve pratik temelde- tarih boyunca siyasal süreçlerinin hangi aşamasında gerçekten antiemperyalist oldukları, emperyalizme karşı nasıl bir mücadele verdikleri, hangi emperyalist güçlerle nasıl karşı karşıya geldikleri, hangi eylem ve etkinliklerle bu güçlere karşı durdukları referans vererek açıkça hiç tartışılmaz. Ama bu sanal mücadele üzerinden yaşadıklarını söyledikleri mağduriyetleri (!) geniş kitleler nezdinde hemen her siyasal süreçte, ilgili ilgisiz ortaya sürülen bir kanıt (!) olarak zihinlere taşınmaktadır. Açık toplum yaklaşımı bir takım geleneksel simgesel yapıların tartışılmasını gündeme taşıyor anlayışı nedeniyle, sebepsiz bir telaşla ajandasında yazanları saklama, toplumu adım adım kandırma yaklaşımı benimsenmektedir.

“…Bilimsel olmak için yapabileceğimiz yegâne şey, kendi konumlarımızı, varsayımlarımızı ve değerlerimizi diğer insanların kullanımına açık hale getirmektir, böylece bizim bilgikuramsal ve siyasal temellerimizi bilebilirler ve savlarımızın temelinde yatan şeyin ne olduğunu anlayabilirler.” (Hail, 1997: 87)

Ayrıca anılan çevrelerden dini temel alan referansları benimseyenlerinin savaş açtıkları bir diğer alanda Cumhuriyeti simgeleyen olay ve kişiliklerdir. Cumhuriyetin kurulduğu süreçte verilen mücadele ve savaşları, öne çıkan ilgili kişileri gündemden düşürmek, itibarlarını zedelemek için yapılanları tartışmak belki ayrıca bir yazının konusu olabilir.

Ancak, buna karşın cumhuriyete giden yolda yaşanılan olay ve savaşlar ilgili kişiler hiç anılmadan özellikle Çanakkale Savaşı dillerden hiç düşürülmez. Döneminde oldukça önemli sonuçlara yol açan Cumhuriyete giden kültürel, düşünsel yolun temelleri bu savaş üzerinden gelişir. Oysa bu çevrelere göreyse Çanakkale’de kazanılan zafer ya da başarı Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklanan bütün lojistik eksikliklerden yola çıkarak sadece “İslami temelde iman” ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca bu ve benzeri süreçler, adına “anma” denilen toplantılarda sağcı ve dinci hoca ve akademisyenlerin kontrolünde basit teatral gösteriler, her yıl tekrarlanan benzer nutuklar ve bazen de program sonunda yapılan müzik yayınlarıyla söz konusu anmaların içi boşaltılmaktadır.

Gerçekte, gençlerde toplumsal tarihsel bir bilinç oluşması açısından oldukça önemli olabilecek bu türden anmalar ile bilimsel nitelik taşıması gereken bazı toplantılar, demokrat çevrelerin genelde toplumsal/ulusal tarih algısından kaynaklanan ilgisizlikleri ve kimi diğer düşünsel temelli bazı nedenlerle, sadece anılan çevrelerce sahiplenilerek siyasi sağ ve İslamcı siyasi güçlerin üniversitelerde taban yaratmak adına taraftar devşirmeye çalıştığı süreçlere dönüşmüştür.

Masrafları tamamen üniversite bütçeleri tarafından ve öğrenci kulüplerine üniversite bütçelerinden para aktarılarak karşılanan bazı geziler, söz konusu özel günlerde yapılan anma gezileri, giderek amacından uzaklaşarak, “Şehidime Mektup” yarışmaları, Şiir geceleri, Kariyer sohbetleri, İlim çeşmesi sohbetleri, Sarıkamış yürüyüşleri vb. gibi egemen ideolojik zemine destek üretecek etkinlikler haline dönüştürülmüş haldedirler. Bu etkinliklerin hiç biri öğrenme temelli objektif bir kültürel zeminde gerçekleşmemektedir.

Bütün bu olup bitenler; bir birey olarak kendisini yaşam boyu akademik eğitim ve öğretim temelinde okuyarak geliştiren, görsel dünyanın sınırları dışına taşarak düşünsel bir boyut üzerinden kendini ifade eden, bilgi kuramlarından beslenen, bilgilenen insan örneklerinin artarak çoğalması yerine, neredeyse giderek ortadan kalktığı bir süreci üretmektedir.

Çünkü kamu başta olmak üzere bütün ciddi iş pozisyonları, tamamen farklı ölçütler üzerinden aday arıyor ve aradıklarını (!) yine kendi çevrelerinden buluyorlar. Yukarıda belirtilen bir yaklaşımla meslekî, kültürel ve sosyal kimlik geliştiren gençlerin ise tercih edilme şansları nerdeyse hiç kalmıyor.

“Türkiye’nin bilim, sanat ve spordaki durumu teknolojide de aynıdır.

Türk inşaat firmalarının uluslararası alandaki başarıları bizim için ne denli olumlu olursa olsun, bu İkinci Dünya savaşı sonrasında Türk işçilerinin ucuz işgücü olarak Avrupa ’ya gitmelerinden farklı değildir.

Bizim İstanbul metrosunu ya da Boğaz köprülerini yabancı firmalara, atom santralını Ruslara yaptırmamız, sağlık araçlarını, önemli ilaçları ithal etmemiz, bilgisayar ve iletişim araçlarında ve hatta otomotiv sanayisinde dışarıya bağımlı olmamız, devlet üniversitelerini İngilizce dilli yapmamız, gökdelen projelerini ithal etmemiz ulusal teknolojinin düzeyinin nerede kaldığını açıkça anlatmaktadır. Bilime dayalı teknolojinin katıksız egemenliği karşısında Hıristiyan-İslam karşıtlığı gibi ortaçağ kavramları önemsiz kavramlar, İslam dünyasını uyutma taktikleridir.” (Kuban, 2013: 10)

Bilgiyi çıkar sağladığı ölçüde kullanmak yaklaşımı yazık ki sadece muhafazakâr çevreler için geçerli değil. Günümüzün yüzeysel ve görsel temelli eğitim yaklaşımı diğer düşünsel zeminleri de hızla çürütüyor. Oysa bilgilenmek ve gerçeği aramak bir bedel ödemeyi gerektirir. Cündioğlu bu bedeli şöyle anlatıyor:

“…Yaşamdan payını eksiltmeyi göze almadıkça, insan, hakikatin merdivenlerini tırmanamaz.” (Cündioğlu, 2016: 2).

Merkez sağ ve ileri sol çevreler de dâhil olmak üzere, objektif ve dünya merkezli bir bilgilenme ve eğitim-öğretim ortamı yeterince önemsenmeden ve bilimle gerçek bir bağ kurulmadan bu sığlıktan kurtulmak pek olası değil.

Eğer öyle olmasaydı politika adına kendi örgütlülükleriyle buluştukları insanlarla sınırlı bir dünyayı özne alan, değişim heyecanını yitirmiş, tutuculaşmış, kendi çevresinin dışındaki mücadeleleri önemsemeyen, bilgilenmeye siyasal örgütlülüğü üzerinden ve onların gözüyle bakmayı adet edinmiş, karşı düşünceye düşmanlaşabilen, bilgilenmeyi kulaktan dolma, hatta dedikodu içeren bir tarzda yaklaşım giderek etkinleşmezdi.

“…Ülkede cehaletin egemenliği en yaygın virüstür. Bu bütün ülkelerin ulaşmak zorunda oldukları bilgi toplumunu şimdiden dışlamış ya da zaten bunun farkına varamayacak kadar cahilce tasarlanmış, daha doğrusu tasarlanmamış politikaların sonucudur. Bilgisizliği neredeyse taçlandıracak bir cehalet egemenliğinde yaşıyoruz.” (Kuban,2013: 92)

Bilim ile uğraşanlar açısından da durum pek parlak değildir. Örneğin Türkiye’de uzun yıllardır Milli Kütüphane tarafından yayınlanan, günümüzde ise yine aynı kurum tarafından elektronik ortamda hazırlanan “Türkiye Bibliyografyası” ve “Türkiye Makaleler Bibliyografyası” çoğunlukla kullanılmamaktadır. Bu şu demektir. Bilim insanı kendi ülkesinde yapılan çalışmaları bir biçimde yok saymaktadır. Çünkü ulusal nitelikli bu bibliyografyalar- ulusaldan kasıt ülke geneli- araştırmacının konusunda, ülkesinde ne çalışıldığına ışık tutacak bir işleve sahiptir.

YÖK Tez Merkezi ile bilinen bazı İnternet arama motorları aracılığıyla yapılan bir araştırma, açıktır ki, en hafif deyimiyle eksikli olacaktır. Üniversitelerin bağlantı sağladığı ve ciddi paralar ödenen elektronik süreli yayınlar ve diğer yayınların lisans ve lisansüstü öğrenciler ile akademisyenler tarafından ne ölçüde kullanıldığı da ortadadır. Lisansüstü çalışmalar genelde böyle bir atmosferde yapılmaktadır.

Doğaldır ki bilgiden söz edilen her ortamda “gerçek” mutlaka sorgulanmalıdır. Ayrıca Türkiye’de böyle bir bilim dalı vardır. Altmış yıldan daha uzun bir zamandır bu bilgi disiplini Türkiye’de üniversiter bir ortamda öğrenci yetiştirmektedir. Bilim dünyasının genelince uzun süre görmezden gelinmesinde belki bu alana öncülük eden bazı kişilerin geçmişte Türkiye’nin gerçeğinin üzerinin örtülmesinde, halkın bilgi alma hakkının engellenmesinde sisteme katkıda bulunmuş olmalarının da büyük payı vardır. Ya da bu alan tamamen teknik bir alanmış toplumsal bir işlevi yokmuş gibi davrananlar da bu konuda en az diğerleri kadar suçludur.

Ancak bu durum sadece sistem açısından mı böyledir? Örneğin Eğitim Sen tarafından hazırlanan “Uluslar arası Katılımlı Okuma Kültürü-Sorunlar ve Çözüm Yolları Sempozyumu”nda alanda çalışan sadece bir bilim insanı yer alırken- bu konuda yirmiden fazla üniversite bölüm var- “Eğitim Sen Okul Öncesi Çocuk Edebiyatı Kitap Katalogu” hazırlanırken de, alan uzmanlarının etkinliğin gerçekleşme sürecinde mutlaka yer alması gereken çalışmada bu bilgi disiplininden hiç kimse yer almamıştır. Alan ile ilgili hiç kimseye etkinliğe dönük çağrı yapılmamıştır. Bu sıkıntılı bir durumdur. Daha kötüsü ne etkinlikleri düzenleyenler, söz konusu eksikliğin öneminin farkındadırlar. Ne de alanın ilgilileri.

Çünkü “gerçeğin” ülkedeki günlük yaşam üzerindeki mücadeleci etkisi yeterince algılanmamaktadır. Eğer durum farklı olsaydı Eğitimciler, akademisyenler; kütüphaneleri, bilgi merkezleri olmayan eğitim öğretim kuramlarında, üniversitelerde verdikleri akademik nitelikli eğitimi, olmazsa olmaz bir tavırla reddederlerdi. Ağırlıkla internet bilgisine teslim olmuş bir bilgi akışını içlerine sindiremezlerdi. Belki de Kuban’ın dediği gibi bilgi kirliliğinin yarattığı bu ortam tanımlayamadığımız görme ve bilme körlüğüne sebep olmaktadır.

“…1. Türkiye bilgi kirliliğinin zirvesinde dolaşan bir ülkedir. Bu kadar çok yalanı ancak çok cahil bir toplum kader diye hazmedebilir.

Bilgi ortamı saptırılmış bilgiden arındırılmak zorundadır.” (Kuban,2013: 104)

Türkiye’de Arşivler

Arşivlere ve arşivciliğe gelince; Türkiye’de arşiv gerçeği tamamen “devlet unutmaz!” mantığı ile daha çok güvenlik anlayışı ile anılmaktadır. Sanki arşivler vatandaşın değildir. Asıl işaret edilen kurum olan Devlet Arşivleri’nin önemi ise toplumsal süreçte yeterince bilinmemektedir. Özellikle kurumun birimleri olan Cumhuriyet Arşivi Dairesi ile Osmanlı Arşivleri Dairesi ve o birimlerde üretilen hizmetlerin içeriği, belge seçimlerinin objektifliği, teknik uygulamalar, gerçekten kamuya açık bir yaklaşımı benimseyip benimsememelerinin önemi çok büyüktür.

Kurum gerçekten teknik nitelikli ve ciddi çalışmalar, yayınlar yapıyor. Hizmet kalitesi yakın geçmişe göre giderek artıyor. Ancak devletin arşiv belgeleri günümüzde daha çok iktidarın yaptığı uygulamalara zemin oluşturacak bir biçimde kamuoyu ile buluşmaktadır. Örneğin seçim döneminde ortaya çıkan CHP Arşivi belgeleriyle Dersim/Tunceli harekâtı gündeme taşındı. Ana muhalefet partisi olan ve devletin kurucu partisi olduğunu her fırsatta ifade eden CHP’de de kendi tarihine bile samimiyetsiz bir bakış vardır. Kendi partisinin arşivinin bile kendi ellerinde olan dışında nelerin olduğu bilinmemektedir.

1980’de el konulan CHP arşivi önce Milli Kütüphane’ de yıllarca bekletildi. Sonra Devlet Arşivlerine verildi. CHP arşivi aynı zamanda “Halkevleri ve Halkodaları konu başlıklarını da içermektedir. Devlet Arşivleri’nde hizmete sunulanların nasıl incelendiği ve hizmete sunulduğu tam olup, olmadığı gibi  konular açıklanmaya muhtaçtır. CHP resmen başvurarak kendi arşivinin tamamını Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nden istemediğinden, 1980 öncesi CHP arşivinin tamamından geriye ne kaldığı ise açıkça bilinmemektedir.

Arşivler günümüzde her ne kadar araştırmacıların kullanımına açıksa da çalışanları açısından ağırlıkla muhafazakâr sağ ve İslami referanslı çevrelerin etki alanı içerisindeki devlet kurumlarındandırlar. Arşiv çalışmalarında önemli araştırmalarda bulunan Fahrettin Özdemirci bilgi edinme kanunu temelinde vatandaşın yasa çerçevesinde haklarını arayabileceğinden bahsediyor.

“… Kurum ve kuruluşlarda üretilen belgeler, yalnızca herhangi bir aktivitenin çevresinde tarihsel araştırmalar bağlamında değerlendirilemez. Böyle bir değerlendirme, yıllarca çözümlenememiş kamu belgeleri sorununa çözüm olamamış geleneksel arşivcilik yaklaşımından başka bir şey değildir. Geleneksel arşivcilik yaklaşımı, bilgi edinme özgürlüğünün temel kaynağını oluşturan kamu belgelerinin, yasanın belirlediği çerçevede erişime açılmasını sağlamaktan uzaktır.

Çoğu kurum bunun henüz farkında bile değildir. ” (Özdemirci, 2004: 67)

Ancak, günümüzde “kişisel verilerin korunması kanunu” başta olmak üzere devletin birçok biriminde sürdürülen gizli, açık fişlemelerin içeriği hangi yasa ile vatandaşlar tarafından öğrenilebilecektir? Sizi fişleyenin kim olduğunu ve neyi fişlediğini, sizi hangi gerçek dışı bilgiye mahkûm ettiğini bile takip edemeyecek kadar sisli, karanlık bir süreçten geçiyoruz. Peki, bu süreçte hizmet ürettikleri devlet kurumlarında mesleki etik adına gereken uyarıları yazılı ve sözlü olarak yapmayan konuyla ilgili akademisyenlerimize ne demeli? Hangi gerekçeler üzerinden uluslara arası meslek ahlakı kurallarına karşın, iktidar değirmenlerine kovalarla su taşınmaktadır.

Bütün bu nedenlerle söz konusu kurumlarda sürdürülen çalışmalar her noktada, her düşünceden bilim insanları ve araştırmacılarla incelenmelidir. İncelenmelidir ki örneğin toplumsal tarihi, egemen anlayışın kendi görüş açısına uygun belgeler temelinde oluşturma düşüncesinde olanlar buna cesaret edemesinler. Ergüden, entelektüelin görevini aşağıda çok açık anlatıyor.

“…Bilginin iktidar olması ile iktidarı ele geçirme yok etme parçalama, dağıtma süreçlerinde bilginin kullanımı arasındaki paradoksta durur entelektüel”. (Ergüden, 2014: 151)

Diğer yandan güvenlik kuramlarında sürdürülen arşiv çalışmalarında ise yurttaşların; taraflı, iyi eğitim almamış ve gerçek ile yalanı ayırt edemeyecek nitelikteki memurların, gizli fişlemelerine haksız yaftalamalarına uğramamaları, haklarını demokratik bir ortamda arayabilmeleri için, gelecek kuşakların ülkelerini ve tarihlerini doğru tanımaları için mücadele ve müdahale edilmesi gerektiği tartışılmayacak gerçeklerdendir.

Yine binlerce yeni “uzmanlıklar”(!) kazandırılmış ancak olup biteni sorgulamayan/sorgulayamayan kişilerin yarattığı bir dünyanın bizi nasıl bir gelecekle buluşturacağını da çok iyi düşünmeliyiz. Etkin kitle iletişim araçlarının öncülüğünde sistemli bir “düşünemeyen insan” profili yaratılıyor. Evindeki televizyonun dışında eğitim ve kültür içerikli, sanatı öne çıkaran etkinliklerle buluşamayan kitleler nasıl bir yaratıcılıkla geleceği belirleyecekler.

“…Düşünce, simgesel ve imgesel soyutlama gücü, insan varlığının organik ve dirimsel bir erkiyken, zamana ve mekâna el koyan tahakküm sistemlerinin gündelik yaşamı belirleme çabasıyla, seri üretime, tüketime ve görüntüye mahkûm edilen geniş yığınların yaşamından adım adım çekilmiş, “seçkin” bir azınlığın “ uzmanlığı” haline, bir “meslek” ve “iş” statüsüne çıkartılarak,

“bilgi iktidarı” kurulmuş, içi boşaltılarak, kitlesel bir söz, ses ve görüntü üretiminin sıradanlığı içinde önemsizleştirilmiştir.

Bugün gelinen noktada “entelektüelüretim”, akademinin hayata müdahaleden uzak, statükocu sözleri ile köşe yazarlarının “uzmanların” ve televizyon şovlarının uçucu pırıltısı içinde sapla samanı birbirine karıştıran bir karma ve karmaşa üretimine, eblehleştirme çabasına dönüşmüştür. Düşünceyi ve entelektüelliği köşe yazılarında, görsel-işitsel medyada arayan bir çağın bulabileceği tek şey topyekûn bir reklam ve şov olabilir: Birer “proje” olarak tasarlanan ve pazarlanan yazı ile düşünce, iktidarların, egemen sınıf/dil ve jargonların reklamıdır sadece…” (Ergüden, 2014: 143-144)

SONUÇ

“Gerçeğin” iktidarların elinde biçim değiştirdiği, bilginin sistemin gücü üzerinden işlerine geldiği gibi eğilip bükülerek kitlelerle buluşturulduğu bir ortamda, bilgi merkezleri işlevlerini tam anlamıyla yerine getiremedikleri sürece, olup biteni sorgulayabilen kurumsallaşmasını tamamlamış, demokrasi anlayışından korkulmayacak bir toplumla buluşmak oldukça zordur.

Çağın gelişmiş uygarlık tanımlarına yaklaşan, yaratıcı güç ve onu sürdürebilecek enerjiyi sağlayabilen kabul görmüş, üretime dönük bir örgütlülüğe sahip, çağdaş bilgiyle donatılmış ve her tür ideolojik baskı ve sindirmelerden kurtulmuş bir toplum sistemi yaratılması gerekmektedir. Toplumun bilgiyle olan ilişkisi; salt gündelik yaşamını sürdürebilmek için bilgiyi kullanmasıyla değil, yaşamı yeniden üretebilecek, gelişmiş uygarlık sürecinde eşit ve katkı sunabilen bir toplum olarak kabul edilmesine olanak sunacak “bilgilenme ve bilgi kültürünü” en kısa zamanda edinmesine bağlıdır.

Bilim temelli referanslar gündelik yaşamda etkili olamadıkça, toplumsal sürecin gerçeğin peşinde koşmayacağı, bilgiyi ve onun kuramlarını dolayısıyla da demokrasi kültürünü küçümseyeceği açık bir gerçektir.

DİPNOTLAR

  • Empirizm: Deneycilik, empirizm veya ampirizm, bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanılabileceğini öne süren görüştür.
  • Alfred North Whitehead İngiliz matematikçi ve filozof

KAYNAKÇA

Cündioğlu, D. (2016). “Aristoteles”, Ot, (Şubat, 26):[2-3].

Ergüden, I. (2014). “Akademi, Sermaye ve İktidar Politikaları Kıskacında, Gerçekle Ütopya arasında Entelektüel”. Ulus Devlet, Entelektüel: Fikret Başkaya’ya Saygı I İçinde (139-152) Ed.: Hakan Mertcan, Aydın Ördek. Ankara: NotaBene Yayınları

“Eğitim Sen Okul Öncesi Çocuk Edebiyatı Kitap Kataloğu, 2011”Ankara: Eğitim Sen yayınları, c. , 246 s. (Dizin ve resimler vardır.)

Gürdal, O. (2004). “ BİLGİ TOPLUMU GEÇİTİ’NDE “BİLGİ VE/VEYA BİLGİLENİM KÜLTÜRÜ ”. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü’nün Kuruluşunun 50. Yılına Armağan İçinde (51-64). Yayına Hazl.: Doğan Atılgan. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü.

Habermas, J. (2011), Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine. Çev. Mustafa Tüzel. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 655 s. (Kabalcı Yayınevi: 119; Felsefe Dizisi: 35)

Hall, S. (1997). “ İdeoloji ve İletişim Kuramı” Medya Kültür Siyaset İçinde (79-97). Derl.: Süleyman İrvan, Çev.: Ahmet Gürata. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları; Ark Kitapları.

Kaboğlu, Ö.İ. (2014). “Anayasa Arayışında Yanlışlar ve Doğrular”. Modern Zamanlar: Bir Varmış Bir Yokmuş: Fikret Başkaya’ya Saygı II İçinde (139-152) Ed.: Hakan Mertcan, Aydın Ördek. Ankara: NotaBene Yayınları

Kuban, D. (2013). Çağdaş Bir Gelecek İçin: Türkiye’nin Bağımsızlık Savaşı. 2. Bs.Yay. Hazl: Lale Platin. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 334s.

Özdemirci, F. (2004). “BİLGİ EDİNME HAKKI KANUNU: KAMU BELGELERİNİN YÖNETİMİ VE ARŞİVLER”. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü’nün Kuruluşunun 50. Yılına Armağan İçinde (65-77). Yayına Hazl.: Doğan Atılgan. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü.

Soysal, Ö. (2004). “GEÇMİŞ’in BELLEĞİ”. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü’nün Kuruluşunun 50. Yılına Armağan İçinde (4-8). Yayına Hazl.: Doğan Atılgan. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü.

“Uluslararası Katılımlı Okuma Kültürü-Sorunlar ve Çözüm Yolları Sempozyumu, 23-24 Ocak 2010: İstanbul. Ankara: Eğitim Sen Yayınları, c., 2011, 324 s.

[1] “Karl Marx: Vikipedi, özgür ansiklopedi ”, [Çevrimiçi], (11Mart 2016), Elektronik adres: https:// tr. Wikipedia.org/wtki/Karl_Marx (21 Ocak 2016)

[i] Eğitim Bilim Toplum Dergisi / Education Science Sciety Journal, Cilt / Volume: 14 Sayı / Issue:54 Bahar / Spring: 2016 Sayfa / Pages: 199-219

[ii] Yrd. Doç. Dr., Ordu Üniversitesi, Ordu, Türkiye / Kastamonu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü (Görevli), [email protected]

Assist. Prof., Ordu University, Ordu, Turkey / Kastamonu University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Information and Records Management, (Attendant) Kastamonu, Turkey.

Yazar
M. Kemal SEVGİSUNAR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen