Sürgün Mektuplarındaki Ziya Gökalp – I

 

         

Saadettin YILDIZ[1]

 

GİRİŞ: Tutuklanma ve Sürgün

13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi. Bu, vatansever aydınların, askerlerin, yöneticilerin rahat bırakılmayacakları anlamına da geliyordu. Ziya Gökalp, hem Türkçü-milliyetçi düşünceleri, hem İttihat ve Terakki Fırkası bünyesindeki siyasi faaliyetleri ve hem de Türk Ocağı başta olmak üzere çeşitli milliyetçi kuruluşlarda yaptığı çalışmalar dolayısıyla, hedef alınan aydınların başındaydı. 28 Ocak 1919’da, İstanbul Üniversitesinden -müderrisler odasında arkadaşlarıyla bir meseleyi tartıştıkları sırada-  alınarak tutuklandı[2] ve Sirkeci Polis Müdürlüğüne, oradan da Bekirağa Bölüğüne götürüldü.  Türkçü fikirler taşıdığı ve Ermeni tehcirinde rolü olduğu gerekçesiyle sıkıyönetim mahkemesinde (Divan-ı Harpte) yargılandı. Sorgu sırasında kendisine yöneltilen sorulara vakur bir tavırla cevaplar verdi. Diğer arkadaşları da aynı duruşu sergileyince, idam veya benzeri cezalardan çekinildi ve dört ay kadar süren tutukluluktan sonra, toplam 145 kişinin o zaman İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürülmelerine karar verildi.[3]  26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece gemiye bindirilip yola çıkarıldılar. Prenses İna Vapuru’ndan kızları Seniha ve Hürriyet Hanımlara yazdığı 27.V.1919 tarihli mektupta “Vapura bindik. Gidiyoruz. Hiç merak etmeyiniz. Gideceğim yerde ben sıkılmayacağım. Ayrılık çok devam edemez, muvakkattır.” diyordu. Ziya Gökalp’in de aralarında bulunduğu bir grup 29 Mayıs 1919 günü Limni’de Mondros limanına indirildi.[4] Gökalp ve arkadaşları burada üç aya yakın kaldı. Sonra onlar da diğer arkadaşlarının yanına, Malta’ya götürüldüler. Gökalp, Malta’ya nakillerini 18 Eylül 1335 /1919 tarihli mektubuyla, biraz da ironi ile, şöyle haber verdi: “Bugün vapura biniyoruz. (…) Buranın yaz keyfini sürdükten sonra, şimdi kışı sıcak bir yerde geçirmek üzere Malta’ya gidiyoruz.” 22 Eylül 1335’te uzun süre kalacakları Malta’ya ulaştılar.

Malta sürgünleri arasında sadrazamlık, nazırlık, valilik gibi önemli görevler yapmış devlet adamları; ordu komutanlığı yapmış, kahramanlık destanları yazmış paşalar; mebuslar, doktorlar vardı. Ağaoğlu Ahmet (1869-1939), Ahmet Emin Yalman (1888-1972),  Aka Gündüz (Enis Avnî, 1886-1958),  Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957), İsmail Müştak Mayakon (1888-1938), Mehmet Şeref Aykut (1874-1939), Salah Cimcoz (1875-1947), Süleyman Nazif (1870-1927),  Yunus Nadi (1879-1945) gibi müellif ve gazeteciler de vardı.

Değişik kesimlere mensup olan Malta sürgünlerinin ortak yönlerinin başında yönetime karşı olmak, ülke ve milletin geleceği ile ilgili endişelere sahip olmak, İttihat ve Terakki’ye mensubiyet geliyordu. Kimi cepheden, kimi üniversite kürsüsünden, kimi değişik yüksek makamlardan, kimisi de iş yerinden gelen ve dolayısıyla muhtelif zevk, alışkanlık ve yaşama tarzına sahip bu insanlar Malta günlerini nasıl geçirdi?

Malta’da günlerinin nasıl geçtiğini Ziya Gökalp çeşitli mektuplarında kısa kısa anlatmış; genelde, eşini ve çocuklarını endişeden uzak tutmak maksadıyla, karşılaştıkları güçlüklerden pek söz etmemiş; kaldıkları yerin rahatlığına, manzaranın güzelliğine, yemeklerin kalitesine dair bilgilere daha fazla yer vermiştir.

Onun anlatmadıklarını, Mehmed Ubeydullah Efendi daha etraflı anlatıyor: “Cemaat nasıl vakit geçir(ir)di? Şöyle: Seher vakti güzel sesliler tarafından ezanlar okunur, kable’t-tulu’uş-şems cemaatle sabah namazı kılınır. Saat yedide çay ve kahvaltı edilir. Gün ortası öğle yemeği yenir, ikindi çay içilir, saat yedide akşam taamı edilir, vaktinde ezanlar okunarak cemaatle namazlar kılınır, evkat muayenesinde dersler okunur, oyunlar oynanır, gece saat on birde gazlar söner, uykuya yatılır. Kâh gülmeler, kâh ufak tefek mübaheseler, mücadeleler olur, günler geçer, ömür seyrinden hiç geri kalmaz. Hayatın fusul-ı sairesi de böyle değil mi? Ufak tefek tehalüfle bazı tefavütler olabilir. Fakat hülasa-i hayat yiyip, içmek, yatıp kalkmak vesairedir? Fakat ne olursa olsun, herhalde Malta’da mazlumen mahbus bulunmak Damad Ferid Paşa tarzında sadrazam olmaktan daha tatlıdır.”[5]

Gökalp, adeta günlük tutar gibi, İstanbul’dan yola çıkarıldığı günden itibaren mektup yazmıştır. Bu mektupların en düzenli ve notlarla zenginleştirilmiş yayını, Fevziye Abdullah Tansel’in hazırladığı ve ilk baskısı 1965, ikincisi 1989’da yapılan “Ziya Gökalp Külliyatı-II Limni ve Malta Mektupları” adlı çalışmasıdır. Tansel, bu kitaba 572 adet mektup koymuştur. Bunlardan biri 8 Ağustos 1338 / 1922’li olup Fuad Köprülü’ye Diyarbakır’dan, biri de 22 Temmuz 1336 / 1920 tarihli olup Zekeriya Sertel’e Polverista’dan yazılmıştır. Köprülü’ye yazdığı mektupta, sürgünden döndükten sonra yerleştiği Diyarbakır’da yaptığı folklor ve etnoğrafya çalışmalarını haber vermekte; ondan da Avrupalıların bu konularda yaptıkları çalışmaları tercüme etmesini istemektedir. Zekeriya Sertel’e yazdığı mektupta ise, din hayatımızda, vakıflarda yapılması gerektiğini düşündüğü önlemeleri tartışmaktadır.

Ziya Gökalp’in ailesine yazdığı 570 mektubun 213’ü eşi Vecihe Hanım’a, 160’ı kızı Seniha Hanım’a, 57’si kızı Hürriyet Hanım’a, 54’ü kızı Türkân Hanım’a, 6’sı kardeşi Nihat Bey’e yazılmıştır. Seniha, Hürriyet ve Türkân Hanımlara ortak yazdığı mektupların sayısı 38, Hürriyet ve Türkân Hanım’a ortak yazılanların sayısı 24, Seniha ve Hürriyet Hanım’a ortak yazılanların sayısı 17 adettir. Bir adet mektup da Vecihe ve Seniha Hanım’a ortak yazılmıştır.

Bu mektuplar, tabii olarak, bir haberleşme aracıdır ama, bir yandan da -çoğu- düşünme, muhakeme vesilesidir de. 29 Mayıs-6 Haziran 1335 tarihleri arasında yazıldığı anlaşılan bir mektuptaki “Kitaplarımın arasında İngilizce kıraat ve sarf  (gramer) kitapları, küçük ve büyük lügat kitapları var; onları da gönderiniz.”[6] ifadesi, Gökalp’in okuma işini ne kadar önemsediğini göstermektedir. Bu kitap istekleri başka mektuplarda da sürecek; ayrıca, fırsat ve para buldukça Avrupa’dan da kitap getirtecektir.[7]

Limni’de yazdığı 32 adet mektubun yarıdan fazlasında, “kitaplar geldi / gelmedi; gazete ve mecmualar geldi”; “İngilizce kitaplar gelmedi”; “gazeteleri, mecmuaları, kitapları da göndermekten sakın vazgeçmeyiniz” gibi ifadelerin bulunması, Gökalp’in okumayı ne kadar önemsediğini gösterdiği gibi; bunları da ayrı bir haberleşme vesilesi saydığını düşündürmektedir.

Gayet tabiî, bu mektupların önemli özelliklerinden biri de, mektup alış verişinin bir hayli uzun sürdüğü bir ortamda, “manevî birliktelik vehmi” uyandırmasıdır. Üç çocuğunu ve eşini İstanbul’da bırakıp sonu meçhul bir esirlik hayatına sürüklenen bir babanın; bir kira evinde üç beş kırık dökük eşya ile sağdan soldan alınan borç para ile geçinmeye çalışan, üç çocuğuyla kalıveren bir annenin ve en küçüğü daha bir yaşında üç kız çocuğunun karşılıklı hasreti… “… ailesine olan engin muhabbeti, büyük bağlılığı ve onlara karşı duyduğu telâfisi güç hasreti ile sürgünde mektup yazmayı ve almayı, âdeta hayatınınj vazgeçilmez gayesi hâline getirmiş bulunan Ziya Gökalp için mektup, tam bir teselli vasıtası olmuştur. Çünkü,  hiç beklenmeyen bir anda ve şekilde vuku bulan sürgün hadisesinin;  arkadaşlarıyla birlikte, mütefekkirimiz üzerinde derin menfî tesirler uyandırdığı muhakkaktır.”[8]

Bu yazıda, bu karşılıklı hasrete, gelecek endişesine ve bütün diğer olumsuz şartlara rağmen iradesi sağlam bir ülkü adamı olarak kalma mücadelesi veren bir aydının “esarette yaşama üslûbu”na işaret edilmeye çalışılacaktır.

 

 

1.SATIRLARIN ARKASINDAKİ  ZİYA GÖKALP

Sanat, ülkü ve (düşünebilen) siyaset adamlarının mektupları, duyuş, düşünüş ve davranışlarının temelini ele vermek bakımından çok önemlidir. Hususi mektuplar ise, bir nevi iç dünya teşhiri de olduğu için, daha da önemli olsa gerektir. Ziya Gökalp gibi sürekli çalışan ve kendini öne çıkarmaktan da öne çıkarılmaktan da pek hoşlanmayanlar söz konusu olduğu zaman bu mektupların önemi daha da artar.

Ziya Gökalp’in mektuplarını bu yönden de değerlendirmek gerekir. Bir döneme yön vermiş, yazdıklarıyla her zaman belli bir seviye tutturabilmiş, dostlarından çoğunun “kuru” bulduğu bu adamın iç dünyası da “kuru” muydu? Orhan Seyfi’nin söyledikleri, onun “düşünen adam” tarafını öne çıkarıyor: “Bu;  natıkası yok denecek kadar az, hareketsiz, dalgın ve mahcup adamın kuvveti neydi ki bir devrin gençliğini tutup peşinden sürdü!

Ziya Gökalp gösterişi sevmezdi. Yeni âlimlerimiz gibi daha ilk cümlesinde fikirlerinize bir çelme takıp sizi sırtüstü yuvarladıktan sonra kafanızda ötmeye başlamazdı. Onunla konuşurken hiç şaşırmazdınız. Size hep tahteşşurunuzda mevcut olduğu halde bir türlü bulup çıkaramadığınız şeyleri söylüyormuş gibi gelirdi. Karşınızda aklı seliminiz konuşuyor sanırdınız.”[9]

Bu mektupların arkasında, hayatının her safhasında düşünen, düşündüklerini her fırsatta anlatmayı bir çeşit ibadet bilen, zaman zaman bunalsa da kendini bırakmayan; fikrî-felsefî ve pedagojik meseleleri günlük hayatının da meselesi hâline getiren bir mefkûre adamı vardır.

1.1.Duygulu Bir Mantık Adamı

Ziya Gökalp hakkında yapılan değerlendirmelerin önemlice bir kısmı, onun duygudan uzak, fazla mantıklı biri olduğunu ileri sürer. O rikkatli fakat aynı zamanda “terbiyeci” bir babadır. Yoksa, “Sevgili Kızım, kuşlarla gönderdiğin selamı aldım. Ben de bulutlarla selam gönderdim. Sen de aldın mı? Türkân bana çiçeklerin kokusuyla selam gönderiyor. Ben de ona, kelebeklerin kanatlarındaki renklerle selam gönderiyorum.”[10] gibi duygu yüklü ifadeleri kullanabilir miydi?

1.1.1.Hasret Çeken ve Aileye Düşkün Bir Baba

“Limni ve Malta’dan yazılan bu mektuplarda, sürgünde olan bir insanın hissettiği yalnızlık ve hasret duygusunun da sevkiyle yoğun olarak aile sevgisi, aile saadeti, aile birliği, alinin önemi işlenir…”[11]

Mektupları okuyanlar, Gökalp’in sık sık hasret duygularını dile getirdiğini ve zaman zaman bunaldığını gösteren ifadelerine dikkat etmişlerdir. Bu duyguları -gayet tabii olarak- zaman geçtikçe arttığı görülüyor. Onun yalnızlığını, hasretini ısrarla dile getirdiği ilk mektubu 2 Teşrinievvel 1335 / 1919 tarihini taşıyor. Yaklaşık beş ay, bu duygularını saklayabilen Gökalp, “Mektup almadığım zaman maneviyetim bozuluyor. Gurbetteki bir adama mektup göndermemek, memedeki bir çocuğa meme  vermemek gibidir. Bir çocuk, vakti gelince sütten kesilir; fakat bir garip, aile mektubundan mahrum edilemez. Türkan’ı sütten kestiniz. Beni de mektuptan mı keseceksiniz?”[12] sözleriyle içinde bulunduğu ruh halini açığa vuruyor.

“Yavrularımın cıvıltılarını işitmediğim için etrafımı dinlemiyorum. Beni yuvamdan ayırıp da niçin bu kafese koydular?”[13]  sözlerini yazdıktan on gün sonra, kendi iç dünyasını şöyle tahlil ediyor: “Güneşin altun ışığını ne yapayım? Yeşil otlar arasında açmış sarı çiçekleri ne yapayım? Denizin lâcivert kadifesiyle göğün kurşunî  atlasını ne yapayım? Benim gönlümü saadetlere gark edecek, yalnız sizin mektubunuzdur. Bu sabah kanaryalar da gönlüm gibi hüzünlü… Sesleri gelmiyor. Tabiatin güzellikleri neye yarar? Asıl güzellikler insanın ruhundadır. Bence en güzel şey tatlı haberleriniz, tatlı sözlerinizdir. Onlar yokken ben güneşi de, denizi de, kuşları da, çiçekleri de hiçbirisini istemem.”[14]

Bu tür duygular, saklanılmaya çalışılsa da her insanda zaman zaman uyanır. Nitekim, Gökalp’le birlikte Malta’da sürgün bulunan hemşehrisi Süleyman Nazif de, Malta Geceleri (1924) adlı kitabında yer alan ve 1921’de yazılmış olan meşhur Dâ’u’s-sıla şiirinde hemen hemen aynı duyguları dile getirmişti. Ona göre, üzüntüsü çevre güzelliklerini görmesine engel olursa şaşılacak bir şey yoktu. O bir “emeller hapishanesi”nde güzelliklerin ebedî yabancısıydı ve her şey de ona yabancı geliyordu. Oranın (Malta’nın) ne rüzgârında bizim dağların kokusu, ne de dalgalarında bizim sahillere dair bir haber vardı. Rüzgârı da yabancıydı, dalgaları da:

 

Zevâhirin beni ta’zîb eden güzelliğine,

Taaccüb etme, melâlim durursa bîgâne.

 

Demek bu mahbes-i âmâl için ben ebedî

Yabancıyım… Bana her şey yabancıdır şimdi:

 

Ne rûzgârında şemîm-i cibâlimizdir esen,

Ne dalgalarda haber var bizim sevâhilden.

 

İlk mektubundan itibaren, ailesine sürgün hayatının kısa zamanda sona ereceğini telkin eden Gökalp’in zaman zaman ümitsizliğe kapıldığı da olmuştur: “Ayrılıktan dolayı rûhum kış geceleri gibi soğuk, fakir ocakları gibi sönüktür. Onu ilkbaharına kavuşturacak, onu ısıttırıp aydınlatacak güneş yüzleri ne zaman görebileceğim?”[15]

Gençliğinden itibaren belli bir ideal için mücadeleye, yazıp yayınlamaya alışmış ve gizli açık siyasal faaliyetlere düşkün bir aydın olarak, sürgünlük dönemi Gökalp için elbette sıkıcı geçmiştir. Birçok mektubunda, ailesi üzülmesin diye, hiç sıkılmadığını, günlerin su gibi akıp gittiğini söylese de bu sıkıcılığın bıkkınlık derecesine vardığı da olmuştur.

 

1.1.2.Huzur Arayan Bir Muztarip

Filozof, “Gölge etme, başka ihsan istemem” demiş. hayatı mücadelelerle geçmiş insanlar başta olmak üzere, her insan huzuru arar. Düşünen insanlar için huzur, biraz da “kurmaca”dır: Bulduğunu zannederek avunmak… 

Gökalp’te de “bulduğunu zannederek veya farz ederek avunma”ya dair birçok örnek var: “İnsan suya girince çocukluğu hatırına geliyor. Zaten ben bir türlü çocukluktan, gençlikten dışarı çıkamıyorum. Çocukluk şetâret, gençlik metânettir. Hayat bunlarsız nasıl yaşanır? Benim nasıl yaşadığımı soruyorsun: Türkân gibi desem inanır mısın? İnsanların yalancı hakikatlerinden uzak, hakikatten daha doğru hayaller, masallar, rü’yalar içinde yaşıyorum. Felâkete din gözüyle bakıyorum, saadet oluyor. Buluta şiir gözüyle bakıyorum, kanatlı melek oluyor. Zayıfa ahlâk gözüyle bakıyorum, kavî oluyor. Mağluba felsefe gözüyle bakıyorum, gālip oluyor. İşte ben hayatı hep böyle çocuk gözüyle görüyorum.”[16] Fikret, bir şiirinde “İnan Halûk, ezelî bir şifâdır aldanmak” demişti. Gökalp de, “öyle saymayı, var saymayı” bir çeşit şifâ olarak görebiliyor.

 

1.1.2.1. Bıkkınlık ve Teselli

Sürgünün en lüks şartlarda olanı bile insanı kayıt altına alır. Ziya Gökalp gibi araştırmaktan, okumaktan, sevdiği konularda tartışmaktan büyük haz duyan ve “kitaba yakın” olması gereken bir aydın için ise sürgün çok daha engelleyicidir.  Eşine yazdığı 13 Kânûnısânî 1336 tarihli mektuptan aldığımız “(…) son derece rahatım. Zaten kaygısız bir adamım. Kendi kendimi boş yere sıkmam. Mihneti zevk yapabilirim. (…) Duygusuz değilim; fakat heyecanlarımın esiri de değilim.” ifadeleri, çok yakın tarihli başka mektuplarında açıkça dile getirdiği sabırsızlık ve bıkkınlık halleri de gösteriyor ki, Gökalp, bir yandan yakınlarına teselli vermeye çalışırken bir yandan da kendi kendine telkinlerde bulunma ihtiyacı duymaktadır.

Özellikle Malta’da –daha az bir zaman tutulduğu Limni’de de öyledir- zamanının çoğunu okumak, okudukları üzerinde fikir yürütmek ve halhamur ettiği düşüncelerini sürgün arkadaşlarına –bir çeşit serbest üniversite havasında- konferans/ders mahiyetinde aktarmak, Ziya Gökalp için mükemmel bir fırsat olmuştur. Çeşitli mektuplarında karşımıza çıkan “vaktim hep ilimle geçiyor. Günler saat gibi, haftalar gün gibi olmuş. Vakitler âdeta kanatlanmış…”[17]; Günlerim su gibi akıp geçiyor. Kendimi derslerle, konferanslarla meşgul ediyorum. Sıkılacak boş zamanım yoktur.”[18]; “Okumak, okutmak, konuşmak gibi birçok işlerim var. Boş durmak düşünmek demektir. Düşünmemek için boş durmuyorum.”[19] vb sözleri, ailesine teselli vermek amacını güden bir tarafı da olsa, onun, meşguliyeti gerçek bir sığınak olarak seçtiğinin de göstergesidir.

Girit’ten başlayıp, Trablus, Balkan, Çanakkale, İstiklâl harplerinde gösterdiği yüzüyle medeniyet, Türk aydınında derin bir güvensizlik yaratmış; Tanzimat öncesinden beri gelişerek devam eden asrileşme hamlelerine devam edip etmeme konusunda bile tereddütler yaratmıştır. Özellikle 1910-1935 arasındaki yirmi beş yılın edebî eserlerinde bu tereddüdü rahatça görebiliriz. Gökalp,  “Ben artık şehirden nefret ediyorum.  Yakında inşaallah kavuşursak, şehirlerden uzak ormanlı, ırmaklı, yeşil bir köyde ömür geçirelim. Medeniyet yalanmış. Zulümden, vahşetten ibaretmiş. İşte bugün o da yaptıklarının cezası olarak yıkılıyor.”[20] diyor. Onun bu sözleri, aşağı yukarı aynı tarihlerde Mehmed Akif’in şiirlerinde yer alan “Medeniyyet denilen tek dişi kalmış canavar”, “Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!”, “Medeniyyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz.” gibi ifadelerle yan yana konulursa, o devir aydınının ruh hâli ortaklığı -başka örnekleri de çoktur- kolayca anlaşılır.

Mektuplarda epeyce örneği var; Gökalp, kendi kendini ve etrafını teselli etmede de mahirdir: “Bıldırcın, kırlangıç, leylek gibi kuşlar kışın sıcak yerlere göç ederler; fakat, yurtlarını, yuvalarını hiç unutmazlar. İlkbahar gelir gelmez yurtlarına, yuvalarına dönerler. Ben de o gurbetçi kuşlar gibi, kışı geçirmek üzere bu sıcak adaya geldim. Aklım, fikrim hep yurdumda, yuvamdadır. Millî saadetimizin ilkbaharı gelir gelmez yurduma, yuvama koşacağım.”[21] sözlerinde, ferdî huzurun ancak “millî saadet”le mümkün olabileceği düşüncesini ortaya koyan Gökalp, ferdî huzuru bir taraftan da aile saadetine bağlamaktadır: “İnsan her türlü mahrumluklara katlanabiliyor; fakat sevdiklerinde uzak yaşamaya dayanamıyor. Bugün bilmem bu dertleri neden deştim? Yine teselliye gelelim: Ayrılık, beraberlikte saadeti iyi anlamak içindir. (…) Gönlüme vecd (coşkunluk, canlılık) veren, yine kavuşmamız ümididir.”[22]

 

 

[1] Prof.Dr., Lefke Avrupa Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

[2] Gökalp, tutuklandığını, gayet sade bir ifade ile ailesine şöyle bildirmiştir: “Tevkif edildim, merak etmeyiniz. Polis merkezine yatak vesaire gönderiniz.” (Bk.Ali Nüzhet Göksel, a.g.e., s.92)

[3](Sürgüne gönderileceğini öğrendiklerinde) “Darülfünun talebeleri, bu ilim adamının arkasına takılarak nümayiş yapmak istemişlerdi. Parlayan düşman süngüleri, buna mâni olmuştu. (Enver Behnan Şapolyo’dan nakleden: Fahrettin Kırzıoğlu, Malta Konferansları, Ankara, 1977, s.20

[4] Gökalp, 26 Haziran 1335 / 1919 tarihli mektubunda, kendisiyle birlikte Mondros’a bırakılan arkadaşlarını bildirmiştir: Said Halim Paşa, Abbas Halim Paşa, Hacı Âdil Bey, Halil Bey, Maarif  Nazır-ı Esbakı Şükrü Bey, Ali Münif Bey, Mahmud Kâmil Paşa, Midhat Şükrü Bey, Kemal Bey, Ağaoğlu Ahmed Bey, Hüseyin Tosun Bey.  Malta sürgünlerinden Mehmet Ubeydullah Efendi, bu gelişmeyi şöyle anlatıyor: “… vapur Mondros limanına girmişti. Hâriçten vapura birkaç İngiliz zabiti geldi. Onlar da bir haber getirmediler. O gece orada geçirildi. Ertesi Cuma günü birkaç zabit geldi. Ellerinde bir esâmî (isimler) listesi vardı. Vapurun içindeki yolculardan on iki kişiyi Prenses Ena vapurundan aldılar, dışarı çıkardılar. (…) Bunlar niçin buraya çıkarıldılar? Onu, yaradan Mevlâ biliyordu. Bk.Mehmet Ubeydullah Efendi’nin Malta, Afganistan ve İran Hatıraları (Haz. Ömer Hakan Özalp) Dergâh Yayınları:259, İstanbul, 2002, s.177

[5]Sürmeli, Yard.Doç.Dr.Serpil, “Bekir Ağa Bölüğü’nden Malta Adası’na Ubeydullah Efendi’nin Anıları, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVII, Sayı: 49, Mart-2001

[6] Fevziye Abdullah Tansel, bu mektubun Haziran başlarında yazıldığını tahmin etmektedir. (F.A.Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı-II Limni ve Malta Mektupları, Türk Tarih Kurumu Yayınları,  2.Baskı, Ankara, 1989, s.5). Gökalp, 6 Haziran  tarihli mektubunda “Limni’ye geleli bir telgrafla iki mektup yazdım” diyor. Bu üçüncü mektuptur. Diğeri 29 Mayıs tarihini taşıyor. O halde, tarihsiz mektubun  bu iki tarih arasındaki bir gün yazıldığını söyleyebiliriz.

[7] Meselâ, Zekeriya Sertel’e yazdığı 22 Temmuz 1336 /1920 tarihli mektubunda “”Evvelce vermiş olduğunuz malûmat üzerine Revu de Méthaphysique’in Durkheim’e taalluk eden (Durkheim’le ilgili) nüshalarını getirttim.” (Bk. F.A.Tansel, a.g.e., s.LIII)

[8] Göçgün, Prof.Dr.Önder, Hususi Mektuplarına Göre: Ziya Gökalp’ın Hayat Görüşü,  TKAE Yayınları :122,  Seri:IX, Sayı:A.2., Ankara, 1992,  s.12

[9] Orhon, Orhan Seyfi, Dün, Bugün, Yarın, Çınar Yayınları,  İstanbul, 1943, s.69-70

[10] Kızı Hürriyet’e yazdığı  Polverista, 22 Nisan 1336 /1920

[11] Argunşah, Dr.Hülya, “Ziya Gökalp’ın Limni ve Malta Mektuplarında Aile,Kadın ve Çocuk Eğitimi”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:7, 1996, s.247-248

[12] Kızları Seniha ve Hürriyet Hanım’a, Polverista, 2 Teşrinievvel 1335 / 1919

[13] Vecihe Hanım’a, Polverista, 5 Nisan 1336 / 1920

[14] Vecihe Hanım’a, Polverista, 15 Nisan 1336 / 1920

[15] Vecihe Hanım’a, Polverista, 18 Nisan 1337 / 1921

[16] Vecihe Hanım’a, Polverista, 12 Ağustos 1336 / 1920

[17] Vecihe Hanım’a, Eskiverdala, 18 K.Evvel 1335 / 1919

[18] Vecihe Hanım’a, Eskiverdala, 29 K.Evvel 1335 / 1919 

[19] Vecihe Hanım’a, Polverista, 26 Nisan 1336 / 1920 

[20] Vecihe Hanım’a, Polverista, 28 Haziran 1336 / 1920

[21] Seniha, Hürriyet ve Türkan Hanım’a, Polverista, 27 Teşrinievvel 1335 / 1919

[22] Vecihe Hanım’a, Polverista, 27 Teşrinievvel 1335 / 1919

Yazar
Saadettin YILDIZ

Saadettin Yıldız, 1946 yılında Sivas Şarkışla Demirköprü köyünde doğdu. Yedi sekiz yaşlarındayken, öğrenim için köyünden ayrıldı. İlkokuldan sonra hep yatılı okudu. Pamukpınar İlköğretmen Okulu'nu, Ankara Yüksek Öğretme... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen