Edebiyat ve Rüya

Metin SAVAŞ

Her sanat eseri bir rüyadır.

Britanyalı edebiyat eleştirmeni ve düşünür Terry Eagleton ‘bilinçdışına giden başlıca anayol rüyalardır’ diyor. Sigmund Freud’a göreyse, rüyalar, bilinçdışı isteklerin simgesel tatminleridir. İnsan fıtratının tabiatı olarak tatminsizlik birtakım arızalara meydan verecektir ki işbu arızaların –hem birey için hem de o bireyin içerisinde yaşadığı toplum açısından– faturası tehlikeli boyutlara sıçrayabilecektir. Freud’a göre, rüyaların simgesel biçimlere bürünmesinin sebebi savunma mekanizmasıdır. Simgeler birer malzemedirler ve bu malzemeler rüyalarda dolaysız olarak açığa çıkacak olsalardı rüya gören bireye rahatsızlık vermekle kalmayıp şoke edici bir etki yapacaktı. “Bilinçdışı,” diyor Freud, “yardımsever bir tavırla kendi anlamlarını gizler, çarpıtır ve yumuşatır; böylece rüyalar, şifrelerinin çözülmesi gereken simgesel metinlere dönüşürler; rüyayı gören bireyin dikkatli egosu birtakım imgeleri sansürden geçirir veya bir mesajı karıştırır; daima pusuda beklemekte olan bilinçdışı ise bu karmaşıklığı pekiştirir.”

Bilinçdışının rüyalarımıza müdahalesi, bir dizi imgeyi tek bir ifadede yoğunlaştırması şeklinde olmaktadır. Bir nesnenin anlamını onunla dolaylı veya dolaysız ilgisi olan bir başka nesneye yüklemek şeklindeki işleyiş de yine bilinçdışının rüyalarımıza müdahale yöntemlerinden bir diğeridir. Rüyalar nasıl ki şifreleri çözülmesi gereken simgesel metinler ise, bütün sanat eserleri de böyledirler. Heykelin, tablonun, bir sinema filminin ve hatta filmden bir karenin, mitolojik anlatıların, mizahın ve elbette fıkraların, akla gelebilecek her çeşit sanatın göstergelerle yüklü olduğunu göz önüne aldığımızda yığınla kodla karşı karşıya kaldığımızı fark ederiz. Bu bağlamda temaşa etmekte olduğumuz her şey bir metindir. Bunun şuuruna varmış bulunan mutasavvıflar da zaten kâinatın ve insanın birer kitap olduğunu dile getirmişlerdir. Son peygambere gönderilen ilk vahyin OKU buyruğunu içermesi fazlasıyla manidardır zaten. Temaşa etmek aslında okumaktır. Okumaksa düşünmek ve sorgulamaktır ki şifreleri çözmek kastı vardır bu buyrukta. Nitekim bilim esasen sanattan doğmuştur.

Yeterince kitap okumayan veya sanatsal kaygıları cılız kalmış olan toplumların bilim ve teknikte bile geride durmalarını tesadüfe yoramıyoruz. Bütün sanat eserleri veya etkinlikleri gibi anlatı eserleri de birer rüyadırlar. Hem filozoflar hem de psikanalistler, deliliğin, uyanıkken görülen rüya olduğunda hemfikirdirler. İşte sanatçılar da delilik ile dâhilik sınırında sıkışıp kalmış olan şifre koyuculardır. Onlara şifre avcıları da diyebiliriz. Kodları eserlerinde işleyenlerdir onlar. Bunu hem bilerek hem bilmeyerek yaparlar. Bilinçaltları daima deveran halindedir. Eserlerindeki her ayrıntının şuurlu bir kurguya yaslanması gerekmez. Öyle olsaydı her kurgu büsbütün mekanik bir çalışmaya dönüşürdü. Delilik ile dâhilik arasında sıkışıp kalmış olan sanatçılar Araf’taki mustariplerdir. İşbu sınıra konuşlanma cesaretini gösteremeyen bir kimsenin üreteceği çalışma ise sanat değeri taşıyamayacaktır. Sanatçılığa soyundukları halde ömür boyu amatör kalanlar bunlardır. Araf’ta durmanın çilesini yüklenmekten kaçınmakla hakiki bir sanatçı olunamıyor.

Sınırın beri yakasında veya öte tarafında durmaktan sarfınazar ettiğimizde rüya akamete uğrar ki, beri yakadaki rüyalar estetikten yoksundurlar; öte taraftaki rüya ise ölümdür. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerindeki rüya motifinin baskınlığının nedeni işte bu Araf’ta duruştur. Araf’ta kalmak demekse apaçık huzursuzluktur. Huzur adlı büyük roman bize yekpare zamanın hasretini anlatıyorsa Araf aynı zamanda parçalanmışlığın zirvesine işaret ediyor demektir diyebiliriz. Peyami Safa’nın romanlarındaki tereddüt ve kasvet de aynı tekinsizliğin dışavurumlarıdır. Bu itibarla gerçek sanatçılar estetik rüya görebilen ayrıcalıklı bireylerdir. Peygamberlere vahiy inmişken, sanatçılara da ilham akmıştır ve akmaktadır. Daha cüretkârca dile getirmek gerekirse şunu söyleyebiliriz ki, fevkalade büyük sanatçılar veyahut büyük düşünürler iç dünyalarında birkaç adım daha derinlere dalabilselerdi onlara artık ilham değil de vahiy sökün edecekti. Terry Eagleton felsefecilerin bile kurgu yaptıklarını belirtiyor. Keza her metin birer kurgudan ibarettir. Tarih yazımının kurmaca olduğunu söylerken Nietzsche hiç de abartı yapmamaktadır. Aslına bakılırsa tarih çalışmaları dahi tarihçilerin gördükleri rüyalardır. Meseleye bu minvalden yaklaştığımızda millet denen toplumların Fransız İhtilali neticesinde kurgulanmış yapay cemiyetler olduğu savını dogmalaştırmak insafsızlıktır. Toplumların hayatlarında kurmaca olmayan ne vardır ki zaten? Hümanizm ideolojisinden tutun da ümmet kavramına varıncaya dek bütün kavrayışlar düpedüz kurmacadırlar.

Delilerin uyanıkken rüya görmelerine benzer bir tarzda sanatçılar da eserlerini üretirlerken rüyalar âlemine (âlem-i misal) dalıp gitmektedirler. Dolayısıyla her sanat eserinde çözümlenmesi lâzım gelen pek çok şifre vardır. İmge veya sembol deyiniz, şifrelerin hepsi insanlığın uzak geçmişine dayanan kodlardır ve her biri göstergedir. Bütün bunlar aynı zamanda bugünümüzü ve meçhul istikbalimizi kapsarlar. Metinler aynı zamanda yekpare zamanın dağılmasıyla bizleri esareti altına almış olan parçalanmış zamana direnme çabasıdır. Her sanat eseri ve her metin estetik bir başkaldırıdır. Dünyevî hayatımızın acımasız gerçekliğinden kaçış mı diyeceğiz buna? Yoksa arayış mı diyeceğiz? Ne dersek diyelim her metinde başka âlemlerin rüyasını görmekte olduğumuz aşikârdır. Burada bir kıyaslama söz konusudur. Bizim dünyamız böyleyken böyledir ama başka âlemleri tahayyül ettiğimizde kendi evrenimizin hiç de mükemmel olmadığını temaşa etmekteyizdir. Hayal ve rüya neredeyse aynı şeydir. Her ikisi de temaşadır. Delilerin kendilerine özgü şuurlarında (veya şuursuzluklarında) neleri temaşa ettiklerini kestiremiyoruz. Tanıklık etmiş olduğum küçük bir olayı misal verebilirim: Şehrimizde günlerce yağmur yağmış, sel basmış, ortalık allak bullak olmuştu. Şehrimizin meşhur delilerinden biri asfaltın ortasına kendini atarak yağmur kusan gökyüzüne şöyle haykırmıştı: “Yeter artık yeter. Bıktım usandım senden.”

Bu delinin kime hangi akılla zılgıtı çektiğini biz idrak edemiyoruz. Tanrı’ya mı hitap etmektedir, gökyüzünü inisiyatif sahibi bir varlık olarak mı algılamaktadır, yağmur bulutlarına mı seslenmektedir, biz akıllılar bunu bilemeyiz. Ve tabii delilerin temaşa ettiklerini biz bilemiyorsak hangi akıldan dem vuracağız? Herhalde akıl bile izafidir. İşte bu noktada sıradan insanın temaşasıyla sanatçının temaşası arasındaki fark devreye girmektedir ki birincisinin estetik tavır sergileyememesinin nedeni ortaya çıkmaktadır. Yine bizim şehrimizdeki bir akıl fukarasını hatırladım şimdi. Kendisi sokakta daima kendi kendisiyle konuşarak yürümektedir hep. Tabii ki kendisinden ziyade bizim göremediğimiz biriyle veya birileriyle konuşmaktadır. Bir keresinde kafam bozulduğu için kaldırımda sesli olarak kalayı basıyordum. Yani kendi kendime söyleniyordum. Sözünü ettiğim akıl fukarası kişi beni böyle görünce önümde birkaç dakika dikilerek ve yadırgayarak yüzüme bakmıştı. Ben de ona hem kızgınlıkla hem de şaka yollu şöyle demiştim: “Ne bakıyorsun? Şu an senin hep yaptığın şeyi yapmıyor muyum?”

Muhakkak ki bahsettiğim akıl fukarası vatandaş benim o yadırgatıcı davranışımı bizzat kendisinin biteviye sergilemekte olduğunun bilincinde değildir. Ve buradaki tuhaf durumun şifrelerini tam anlamıyla çözmemiz de bilimsel olarak imkânsızdır. Sanatçıların eserlerindeki şifreleri de işte böyle tastamam çözemiyoruz. Keza izafiyet söz konusudur. Sanatçının eserini üretirken kapılıp gittiği temaşasıyla eleştirmenin çözümleme sürecindeki temaşası yüzde yüz aynı olmuyor ve tastamam örtüşmüyor. Yazılı metinler bağlamında eleştirmenin ve okurun yaptığı şey, sanatçının rüyasını dışarıdan temaşa etmekten ibarettir. Bir heykele veya tabloya baktığımızda dahi vaziyet aynıdır. Yönetmenin bize gösterdiği filmde biz ne görmekteyizdir ve yönetmen bize ne göstermek istemektedir? Akıl fukarası deliyi neredeyse hiç anlayamadığımız gibi sanatçıyı da lâyıkıyla anlayamayacağız. Neticede herkes kendi rüyasını görüyor. Edebî metinleri çözümlemek ile rüyaları yorumlamak hemen hemen aynı şeydir. Belki de büsbütün aynı şeydir.
Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen