Selim İleri, Eskişehir, 13.12.2004

Muharrem DAYANÇ

Selim İleri adı bende her zaman bir isimden daha fazlası olmuştur. Çağının tanığı özgün bir kalem, kendisiyle barışık ve yeri geldiğinde eksikleriyle yüzleşebilen güzel bir insan o. Bu dil ustasını sevmemin ana nedeni, insanlığın yazarlıktan önce geldiğinin somut bir örneği olması. Kibire bulaşmış hiçbir varlık ve olgu saygıyı hak etmiyor nezdimde.

Böyle bir metni, yıllar önce yazarla geçirdiğimiz keyifli birkaç günü kayıt altına almış olmama borçluyum. Şimdi, uzun zamandır bir kenarda bekleyen bu notları yazmam gerektiğini bana düşündürten o güzel akşama birlikte gidelim.

İstanbul’da, Küçükyalı’da Keskin malikânesindeyiz. Önce değerli büyüklerim Sabahattin ve Sabahat Keskin’le geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Bir süre sonra Saadettin Keskin de aramıza katılıyor ve sohbet daha da koyulaşıyor. Kelimeler bazen Batum’a doğru yola çıkıyor bazen Sapanca’ya, Geyve’ye, Karaçam’a evriliyor. Söz sözü açıyor ve Sabahattin abim lise yıllarına, 1970’lerin ortalarına götürüyor bizi; o tatlı yüzüyle, diliyle, üslubuyla. Dönüp dolaşıp öğrencilerinde kalıcı-olumlu izler bırakan öğretmenlere geliyor söz, zaman duruyor ve bir isim bütün güzelliğiyle odayı dolduruyor: Yıldız Akdoğan!

1970’li yılların ortaları. Küçükyalı Lisesine bir yazar davet ediliyor. Otuz yaşın biraz üstündeki bu insan okula gelmeden önce edebiyat öğretmeni Yıldız Akdoğan öğrencilerini topluyor, ve tıpkı Ahmet Haşim’in Necip Fazıl’la Nazım Hikmet’i okuyucularına müjdeleyen ilk eleştirmenlerden biri olması örneğinde olduğu gibi, onlarla şu öngörüsünü paylaşıyor:

Bu yazara çok dikkat edin çocuklar, bu yazar gelecekte çok büyük bir romancı olacak!

Doğru çıkan bir öngörüden, Selim İleri’den bahsediyoruz. Hem İleri’nin hem de Yıldız Akdoğan’ın uzun uzun kulaklarını çınlatıyoruz. İşte tam da bu esnada aklıma, Selim İleri’yi ESOGÜ Türk Dili ve Edebiyatı bölümü olarak Eskişehir’e çağırdığımız günler, İleri’nin 13.12.2004 Pazartesi günü saat 11.15’te, TDE 5 amfisinde yaptığı konuşma, benim bu konuşmanın öne çıkan yönlerini kayıt altına almam geliyor. Yıllardır evraklarım arasında yazılmayı bekleyen bu kâğıt parçasını kayda geçirmenin zamanı geldi diyorum içimden.

On üç yıl öncesinden bahsediyorum, Saadettin Yıldız bir baba koruyuculuğu ve şefkatiyle bölüm başkanı, rahmetli Hanefi Yontar yine bütün babacanlığı ve hoşgörüsüyle yanı başımızda. Biz gençler bu güzel insanların etrafında dört dönüyoruz.

Selim İleri, ESOGÜ’nün en büyük amfilerinden birinde öğrencilerimize kendinden, yazdıklarından, tanıklıklarından bahsediyor. “Bir insan bu kadar mı mütevazı, doğal ve dolu olur?” diyor öğrencilerimizle birlikte şaşırıp kalıyoruz. Edebiyatçı dediğin burnundan kıl aldırmaz düşüncesi tuzla buz oluyor zihnimizde. Konuşmayı kayıt altına almak için önüme koyduğum kâğıt ve kalemi unutuyorum sohbetin güzelliğinden, birçok söz, anı uçup gidiyor bu “büyük sarhoşluk”ta. Bu güzel sohbetten kotarabildiklerimi -başında yıldız olan cümleler halinde- sizinle paylaşmak istiyorum:

(Selim İleri konuşması boyunca, dinleyicilerden izin alarak, elinde yanmayan bir sigara tuttu.)

*İlkokulda okuma yazmayı en son ben öğrendim ve yine en son kurdeleyi ben taktım.

*Ben konucu değil, üslupçuyum.

*Bir dönem senaryo yazarlığı ile edebiyatçılığı birlikte götürdüm.

*Bir metin için kurgulanan diyalog seyircinin/okuyucunun hafızasında iz bırakmalı.

*Biz ideolojik okuyoruz, yabancılar kendilerini geliştirmek için okuyorlar.

*Sanat amatör bir coşkudur.

*Sabah çalışıyorum, çalışmayı seviyorum.

*Yalnızken yazı yazıyorum.

*Kelimeler bir ustanın eline geçince çok güzel kullanılabilirler.

*Dedemin Kadıköy’de bir kitabevi vardı.

Tuttuğum notların bundan sonraki kısmını İleri’nin yayımlanmış söyleşileriyle birlikte vereceğim ve karışıklığın önüne geçmek için bu alıntıları parantez içine alacağım.

*Bizden önceki kuşak iki meslekliydi, çünkü geçim endişesi vardı. Bu yüzden ailem edebiyatçı olmama hiç sıcak bakmadı.

(Soru: “Özellikle 1980’lerde her yıl yeni bir kitap yazmışsınız. Hatta o dönem “Hayret, 15 gün oldu, Selim yeni kitap çıkarmadı.” diye dalga geçiyorlarmış!”

Cevap: “Böyle söyledikleri için içim sızlardı. Birçok şeyi unuttum ama bunun hâlâ içimde üzüntüsü vardır. ‘15 günde bir kitap’ diye alay ediyorlardı ama onların hepsi reklam yazarlığı yapıyordu. Oysa ben 50 yıl boyunca yaşamımı yazarlıkla sürdürdüm. Bizden önceki kuşakların hepsinin farklı bir mesleği vardı. Behçet Necatigil öğretmendi. Oktay Rifat ömrünün bir kısmını avukat olarak sürdürmüştü. Ben inatla yazarlıkla sürdürdüm. Arada televizyon çalışması için senaryo yazdığım oldu ama ona da yazının dairesi içinde bakıyorum.”) (Kübra Par ile Röportaj, 2017)

*Başlangıçta aşırı öz Türkçeciydim, sonra duruldum.

 

(Soru: “Her ne kadar geleneğe ve geçmişe yönelik bir kadirşinaslığınız olsa da, eski değerlerin silinip atılmamasından yana olsanız da dilde gerçek anlamda bir duruluk var. Dilin kullanımında geleneksel olanı, eski olanı sürdürelim gibi bir kaygınız olmadı sanıyorum.”

Cevap: “Başta galiba daha öz Türkçeydi sonra daha ılımlı. Artık kullanımdan kalkmış Osmanlıca kelimeleri bir ses, bir ahenk yaratmak arzusuyla kullanmayı yanlış buluyorum. Arkaik bir dil yaratmanın çok yanlış bir şey olduğunu düşünüyorum. Geçmişe ait bir şey yazarken bile, o çağda kullanılmayacağını bildiğim kelimeler oluyorsa bile gönül rahatlığıyla kullanıyorum. Heves uğruna dille oynamak yanlış. Dilin kendine ait bir ömrü var. Kelimelerin ömrü var. Açı kelimesi artık oturmuş. Onun yerine zaviye demek zorlama oluyor. Onu yapmak istemem.”) (Irmak Zileli ile Röportaj, 2003)

*Maksim Gorki okuma yazma bilmiyor ve kendi hayatından hareketle yazıyor.

(Soru: “Herkes kendiyle başlatıyor sanki edebiyatı, tarihi…”

Cevap: “Tamamıyla böyle. Ama bu son 15 yılın hikâyesi. Benden önce şu vardı, benim yazdığıma benzer başka şeyler kaleme getirildi, benim bir annem babam var edebiyat dünyasında fikri tamamen kalktı. Ben gökten zembille indim anlayışı var.”

Soru: “Kökeninde meraksızlık mı var?”

Cevap: “Ben bunu da siyasi sebeplere bağlıyorum. Benim 40 yıllık yazarlık hayatım içerisinde, hatta yetişme yıllarıma gidersek, üç dört defa Türkiye’de kitap çok ciddi bir şekilde suç unsuru sayıldı. Birçok evde insanlar, yetişmekte olan çocukları için, aman kitap okumasın dediler. İnsanlar kitap okumaya okumaya geldiler bugüne. Ama yazmak isteği insanın doğasında olduğu için kitap okumadan da yazmaya başladılar. Maksim Gorki olursanız bu olabiliyor. Gorki yaşamından yola çıkarak olağanüstü şeyler yazıyor fakat sonra kendisini inanılmaz bir şekilde de besliyor. Ama o Maksim Gorki. Hiçbirimiz de Maksim Gorki değiliz…”) (Irmak Zileli ile Röportaj, 2003)

*Bilgisayar kullanmıyorum, yazı makinesi (daktilo) ile yazmaya devam ediyorum.

(Soru:Yazılarınızı daktiloyla mı yazıyorsunuz?”

Cevap: “Evet. Sağ olsun Türkan Şoray bana geçen sene, öğreneyim diye bir bilgisayar hediye etti. Ayşe (Sarısayın) ile eşi Hüseyin öğretmeye çalıştılar. Yazmayı öğrendim, fakat cümle kuramıyorum, hele uzun cümle… Hâlâ babamdan kalma yüz küsur yıllık Corona daktiloyla yazıyorum. Şerit bulmak zor ama Londra’da bir atölye hâlâ üretiyor. Biraz tuzluca ama talepte bulunduğunuzda bir buçuk ay içerisinde geliyor. Şeridi öyle halledebiliyorum. Bir de mükemmel bir onarımcı bulduk. Abdi İpekçi’nin daktilolarını onarıyormuş. Yaşlı ama müthiş bir İstanbul beyefendisi. “Bu daktilo beni artık ölünceye kadar götürür.” diyorum. Nazlı Eray da bilgisayarın altından kalkamıyormuş. Deftere ve el yazısına dönmüş. Denememi söyledi, denedim. Fakat öykü gibi uzun bir şeyi hızlı yazmaya kalktığımda el yazısı bozuluyor, okunaksız hale geliyor.”) (Kübra Par ile Röportaj, 2017)

Bu kısa notlar dışında 13.12.2004 tarihinin benim için ayrı bir önemi daha vardı. 13 Aralık Mehmet Şamil’in doğum günüydü. İmzalattığım iki kitaptan birini oğluma ayırdım ve Selim İleri Dostlukların Son Günü adlı öykü kitabını şu samimi düşünceler eşliğinde imzaladı:

Sevgili Mehmet Şamil Dayanç’a

dostlukların ilk gününde,

nice mutlu doğum günleri dileyerek.

13 Aralık 2004

Galatasaray’a, İstanbul Erkek Lisesine yolu düşen; öykü, roman, şiir, deneme, eleştiri, inceleme, senaryo, anı, söyleşi gibi türlerde yazılar kaleme alan Selim İleri Türk edebiyatının renkli ve velut kalemlerinden. Bu ince kalem sadece denediği edebi türlerle değil yaptığı mesleklerle de farkını ortaya koyar. Profesyonel bir yazar olmanın yanı sıra gazetecilik, dergicilik, televizyonculuk ve sinema oyunculuğu gibi mesleklerde de boy gösterir. Elli yıldır yazmaya devam eden, hem bireyin hem toplumun genelde güneş görmeyen taraflarına ışık tutan yazar, yetmiş yıla yaklaşan ömrüne birçok “öykü”, “roman” ve “senaryo” ödülü sığdırır.

Yıldız Akdoğan’dan sonra öngörüde bulunma sırası bende: Selim İleri tıpkı çok sevdiği Sait Faik, Kemal Tahir ve Behçet Necatigil gibi Türkçesi ve mütevazı kişiliğiyle geleceğe kalacak ve yön verecek yazarlardandır.

Yazmayı hayatının merkezine koyan bir yazar başka ne ister ki?

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen