Hayaller de Hâtıralara Dâhildir

Muharrem DAYANÇ*

Hâtıra, günlük ve röportaj kitaplarına ayrı bir merakım var. Çünkü bir yazarın biyografik kimliğine giden en kısa yol bu türlerden geçer. Bu edebi türlere dikkatle eğilmek okuyucuya sağlam ve ayrıntılı bir yol haritası sunabilir. Sözün kısası, bir araştırma veya merak öncesinde hem zamandan tasarruf etmiş hem de gereksiz ayrıntılardan kurtulmuş oluruz.

Bu türlerin, araştırmacıyı veya meraklı bir okuyucuyu yanlış yollara götürecek, hatta daha açık söylemek gerekirse yanıltacak hiç mi zayıf yanı yok? Olmaz olur mu, ama bu mahsurlar, eksiklikler, yanılsamalar bir yere kadar hoş görülebilir de. Çünkü atlanmış, görmezden gelinmiş veya bilerek gizlenmiş yerler, bazen yaşanmadığı halde yaşanmış gibi aktarılan hayalî hadiseler, anekdotlar, yazarın iç dünyasında büyüttüğü, olmasını veya olmamasını istediği, (titiz bir araştırmacıyı/okuyucuyu belki yıllarca uğraştıracak) bilgi kırıntılarından izler taşımaz mı? Bu tür ayrıntılarda, tıpkı küçük bir çocuğun hayal dünyasında doğurup büyüttüğü, beslediği daha sonra inci gibi ipliğe dizip gün yüzüne çıkardığı kurgusal anlamda yaşanmışlıkların (aslında gerçekte yaşanmamışlıkların) masumiyeti, sevimliliği yok mudur? O halde bir yazarın hayalleri de hâtıralarına dâhildir desek, bize kim itiraz edebilir?

Yazmak, duygulara ses vermek olduğuna göre yazmamayı/gizlemeyi tercih etmek sessiz bir çığlık değil midir? Yaşanmamışlıkları içte büyütmek, derinleştirmek demek değil midir biraz da. Öyledir. Bu yüzden hâtıra, günlük ve röportaj gibi türlerden hareketle bir çalışmaya veya merakı dindirmeye başlamak -hele hele biyografilere ilk adımı atmak anlamındaysa- çok akıllıcadır. Fakat uzun vadede yalnız bu türlerin etrafında dolanmamak şartıyla.

Son günlerde masamın üstünde Neclâ Pekolcay’ın Geçtim Dünya Üzerinden (Timaş Yayınları, 2008) adlı kitabı var. Zarif bir İstanbul Hanımefendisi olduğu her hâlinden belli olan yazar aynı zamanda İstanbul Üniversitesinin yetiştirdiği ilk kadın filologlardan. 1950 yılında tamamladığı doktorasıyla bu unvanı almaya hak kazanmış. Yıllar içinde yaptığı çalışmalar onu İslamî Türk Edebiyatının da gelmiş geçmiş en önemli otoritelerinden biri hâline getirmiş.

Kitabında dersini aldığı bütün hocaları kendince akıl ve gönül terazisine koymuş Pekolcay. Ali Nihat Tarlan, Zeki Velidi Togan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşit Rahmeti Arat, Mehmet Kaplan, İsmail Hikmet Ertaylan, Fahir İz, Sadettin Buluç, Mecdut Mansuroğlu, Abdulvahap Tarzî kitapta adı geçen hocalar. Bu hoca topluluğu içinde yazarın gelişimine sağladığı katkılar bağlamında iki kişi sanki biraz öne çıkar; Reşit Rahmeti Arat ve Ali Nihat Tarlan. Pekolcay’ın öğrencilik yıllarındaki yakın arkadaş çevresine baktığımızda da sıradan bir tabloyla karşılaşmayız. Geleceğin iki önemli bilim insanı Faruk Kadri Timurtaş ve Muharrem Ergin bu dost topluluğu içinde hemen dikkati çekerler.

Yıllar öncesine götürdü beni bu kitap. Köyde, yazar gibi Hakkın rahmetine kavuşmuş bir Nihat (Toklu) Abimiz vardı. Bir gün yolumu kesti ve bana bilirkişi kimliği de yükleyerek bir soru sordu Nihat Abi. Ama sorusuna geçmeden; “Allah için cevap vereceksin, hatır için konuşmak yok!” diye de ekledi. “Buyur Abi, estağfurullah.” dedim.

(Nihat Abi’nin oğlu orta mektebe gidiyormuş. Derslerinin çoğu zayıfmış. Ama Nihat Abi’nin kafasına takılan diğer derslerden çok Türkçe dersinin zayıf olmasıymış. Neyse.)

Evet” dedi, “Matematik’i anlarım, Fen Bilgisi’ni anlarım, Sosyal Bilgiler’i anlarım, ama benim çocuğumun Türkçe’si nasıl zayıf olur? Bu bana ve aileme hakarettir. Benim oğlum Türkçe konuşmayı bilmiyor mu, Türkçe yazmayı bilmiyor mu? Ben bu öğretmene nasıl kızmam, Allah için söyle Hoca, sen de öğretmensin, haksız mıyım?

O kızgınlıkta, Türkçe dersinin sadece basit anlamda konuşma ve yazmadan ibaret olmadığını, dil bilgisinden güzel yazma, okuma ve anlamaya, belli bir plan çerçevesinde metin oluşturmadan kompozisyona kadar birçok incelik içerdiğini anlatmam mümkün değildi.

Haklısın Abi.” dedim, çünkü öğretmenden önce, öncü fırçayı yemeye hiç niyetim yoktu.

Pekolcay’ın öğrenciliğinin ilk yıllarında hocası Reşit Rahmeti Arat’la yaşadığı ve kitabında kısaca özetlediği tartışma, Türkçenin inceliklerini anlama ve kavrama bağlamında, bana rahmetli Nihat Abi’yle yaşadıklarımı hatırlattı. Türkçe karşısındaki savrukluğumuzun çok değerli bir bilim insanının ağzından dile getirilmiş çarpıcı, somut bir örneği gibi göründü:

“İlk zamanlar Edebiyat’tan beklediğimi bulamamıştım. İlk şokumu Türk Dili dersinde yaşamıştım. Hocalarımız bize ortaokul ve lise yıllarında hiç sevmediğim dilbilgisi derslerinden ve mutlaka Türkçe kuralları bilmemiz gerektiğinden bahsediyordu. Nihayet ben bunalmış, bir hocamıza ‘Biz Türkçe biliyor ve konuşuyoruz.’ deyivermiştim. Hocamız -ki bu hoca kendisinden hem tez aldığım (lisans bitirme tezi) hem doktora yaptığım Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat idi- ‘Öyleyse bana (geldim) ile (gelmiş bulundum)un farkını söyler misiniz?’ sorusu yöneltilince şaşırmış, bocalayınca da kızmış, fakülte değiştirmeye karar vermiştim. Liseden beraber geldiğimiz arkadaşların ısrarıyla bu fikrimden ‘şimdilik’ kaydıyla vazgeçmiştim.” (s. 77)

Hayat çağrışımlarla dolu.

Anekdotu okuduktan sonra Kerkük bölgesinden derlenen “Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare” nakaratlı ezgi zihnime takıldı. “Sevdim” ile “sevmiş bulundum” ibarelerinden yardım alarak, “geldim” ile “gelmiş bulundum” ifadelerindeki anlam dünyası üzerinde yol alabilir, kafa yorabiliriz, dedim içimden. O hâlde, ezginin ilk dörtlüğünü buraya almakta yarar var:

Kâr etmez âhım sen gülizâre

Onulmaz işler güzelim dilde bu yâre

Olsam da geçmem bin pare pare

Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Bütün bunları niçin anlattım? Hemen söyleyeyim: Kitapta rastladığım Mehmet Kaplan ile ilgili değerlendirmeleri sizlerle paylaşmak için. Yıllardır uğraştığım ama bir türlü sonuca bağlayamadığım Mehmet Kaplan konulu bir çalışma var masamın üstünde. Zaman zaman hiç ummadığım kaynaklarda Hoca ile ilgili çarpıcı izlenimlere denk geliyor ve içimden “İyi ki çalışmayı bugüne kadar yayımlamamışım.” diyorum.

Sıra Pekolcay’ın Kaplan ile ilgili söylediklerinde. Yazar, Mehmet Kaplan ile ilgili görüşlerini Zeki Velidi Togan, Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Hamdi Tanpınar’la karşılaştırarak veriyor. Bu da tabii olarak terazinin daha sağlam kurulması/çatılması sonucunu doğuruyor. Garip bir mesafe hissediyoruz Pekolcay’ın iç dünyasında Kaplan’a karşı:

“Yeni Edebiyat hocamız Mehmet Kaplan Bey, hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yolunda giden, hakikaten sistemli çalışan bir insandı. Bilgisi ve sistemini birbiri içinde mezcedebilmiş bir hocaydı. Mesela doktora döneminde kendisinden çok istifade ettiğim hocam Zeki Velidi kendi alanında geniş bilgisine karşılık, çok dağınık ve sistemsiz çalışan bir kişiydi.

Mehmet Kaplan Bey’den evvel bizim Yeni Edebiyat hocamız, Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Bize iki ay ders verdikten sonra milletvekili seçildi ve ayrıldı (1943). Onun gibi mesleğe emek vermiş mükemmel bir edebiyatçının hocalığı bırakıp siyaseti tercih etmesine her zaman içten içe kızmışımdır.

Mehmet Kaplan Bey biraz sert mizaçlıydı; yalnızca iyi talebeye yönelirdi. Bu ise sınıfın dikkatini dağıtan bir şeydi. Otoriter bir hoca da olduğundan herkes ondan çekinirdi. Ahmet Hamdi Tanpınar ise bütün talebelere eşit uzaklıkta dururdu. Talebeye farklı bir şekilde hâkim olur, bütün sınıfı her şeyiyle celbederdi. Tanpınar gibi Ali Nihat Tarlan da böyleydi.” (s. 86)

Hâtıraların, yaşanmışlıkların diriltici bir tarafı var. Kendinizden bahsederken çevrenizden de bahsediyorsunuz farkında olmadan ve bu iç içe geçmiş halkalar hiç umulmayacak sahillere varabiliyor.

Özellikle yukarıdaki ilk ve son paragraf Kaplan Hoca’nın bilimsel çalışmalardaki genel tavrını, insan olarak mizacını ve öğrencilere yaklaşımını vermesi bakımından mühim ve zihin açıcı.

Sadece bunlar yok elbette bu paragraflarda. 1950’li yılların üniversite hayatı var. Bilim insanı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın siyasete atılmasına ince bir sitem; Ali Nihat Tarlan’ın hocalığına gizli bir hayranlık var.

Pekolcay’ın söylemeden hissettirdikleri de yabana atılır cinsten değil.

İşte tam da bu yüzden “biyografiler bitmez” diyesi geliyor insanın.

(Türk Edebiyatı, Sayı: 534, Nisan 2018, s. 64-66.)

* Prof.Dr. İMÜ, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen