Abbâsîler Döneminde Türk Dilli Bir Şâir: Abdullah Bin Mübârek Et-Türkî

Ahmet KARTAL[1]

  1. Giriş

İslâm tarihinde Abbasîler dönemi, farklı ırklara mensup insanların bir araya gelerek sosyal, kültürel ve edebî değerlerin kaynaşıp birleşmesi suretiyle yepyeni bir oluşumun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Arap kültürünü derinden etkileyen bu oluşum, özellikle Arap edebiyatının yeni bir mecraya doğru yönelmesini de sağlamıştır. Abbasî edebiyatı olarak adlandırılan bu edebiyat, Arap edebiyatı tarihi ile ilgili kitaplarda; Arapların yanı sıra Arap olmayanlar tarafından da oluşturulduğu için “el-Edebü’l-müvelled” veya edebî alanda gerek Câhiliye, gerekse Emevî dönemlerine göre büyük yenilikler ve değişiklikler taşımasından dolayı “el-Edebü’l-muhdes” olarak da isimlendirilmiştir. Yeni toplumun ruhunu yansıtan Abbasî edebiyatının doğuşuyla birlikte şiir, saf Arap duygusundan gittikçe uzaklaşmış; şekilden muhtevaya, kafiyeden vezne kadar yenilenerek mahallî olmaktan sıyrılıp, evrensel bir boyut kazanmıştır (Şentürk vd. 2018: 34).

Yeni ve evrensel bir dünya görüşünün ürünü olarak Abbasî edebiyatı, başta  Fars ve Türk olmak üzere İslam medeniyetini oluşturan bütün ulusların edebiyatlarını etkilemiş, onlar için esin kaynağı ve model oluşturmuştur (Şentürk vd. 2018: 34). Bu bağlamda ilgili dönemdeki kültürel ve edebî faaliyetlere yaptığı çalışmalarla katkı sağlayan birçok düşünürden birisi de Türkistan’dan bu coğrafyaya gelen Abdullah bin Mübârek et-Türkî olmuştur. Bu çalışmada onun hayatı ve edebî şahsiyeti ile Abbasî edebiyat tarihini anlama ve değerlendirmede büyük bir öneme sahip olan Arapça şiirleri hakkında bilgi verilecektir.

  1. Hayatı

Asıl adı Ebû Abdirrahmân Abdullâh b. el-Mübârek b. Vâzıh el-Hanzalî et-Temîmî el-Mervezî et-Türkî olan Abdullah b. Mübârek, o dönemin önemli kültür merkezlerinden biri olan Merv’de 118/736 tarihinde doğdu[2] (Behcet 1432: 17; Küçük 1988: 122; Okuyan 2016: 11; Dayf trhs.: 402). Katıldığı bir savaştan sonra, 181/797 tarihinde Ramazan ayı içerisinde 63 yaşında iken Fırat nehri kenarında bulunan Hit’te vefat etti ve oraya defnedildi (Küçük 1988: 123; Behcet 1432: 17). Babası Mervli, annesi ise Hârezmli bir Türk (Dayf trhs.: 403) olan İbn el-Mübârek, kaynaklarda, doğduğu yere istinaden “el-Mervezî” ve mensubu olduğu Türk milletinden dolayı da “et-Türkî” olarak zikredilmektedir. Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz adlı eserinde, İbn el-Mübârek’i; “imâm, hâfız, allâme, şeyhülislâm, fahrü’l-mücâhidîn, kıdvetü’z-zâhidîn” gibi sıfat ve lakaplarla tavsif etmektedir (Okuyan 2016: 62). Babası, tam anlamıyla ahlak ve fazilet sahibi bir kişi olup tıpkı ismi gibi[3] “mübarek” bir insandı. Babasının bu iyiliği, güzelliği ve doğruluğu aynen oğluna da yansımıştır (Behcet 1432: 17; Kitapcı 2004: 74). Küçük yaşta vefat eden oğlu Abdurrahmân’a nispetle “Ebû Abdirrahmân” künyesini almıştır (Okuyan 2016: 11). İlk tahsilini, çocukluk ve gençlik dönemlerini geçirdiği Merv’de yaptığı tahmin edilmektedir (Furat 1996: 274; Küçük 1988: 123). İlk hocası Mervli âlim Rebî’ b. Enes el-Horasânî’dir (Küçük 1988: 123). Babası, onu küçüklüğünden itibaren ara sıra camilere götürmüş ve birlikte çeşitli ilim ve irfan meclislerine katılmışlardır. İmâm-ı A’zam ile de bu meclislerden birinde karşılaşmıştır. Onu gören İmâm-ı A’zam, ona sevgiyle yaklaşmıştır (Okuyan 2016: 16). Abdullah bin Mübârek’in küçüklüğü, Ebû Müslim el-Horasânî’nin Emevîlere karşı yaptığı ihtilal hazırlıkları dönemine rastlamaktadır. O dönemde, ihtilal taraftarları ve “Düatlar” yani gönüllü propagandacılar, siyah elbiseler giydikleri için Merv’de yaşayan Türkler gibi Mübârek ailesi, hatta küçük Abdullah da siyah elbiseler giyerek Peygamber sülalesinin saflarında yer almıştır (Kitapcı 2004: 74-75). 

Abdullah bin Mübârek et-Türkî, hayatının ilk yıllarında fasıl meclislerinde bulunmaktan çok hoşlanan ve özellikle ud ve tambur çalmayı çok seven birisidir. Ancak, daha sonra hayatında bir kırılma yaşamış ve yaşamı tamamen değişmiştir. Kendi ifadesiyle yaşadığı bu kırılma şu şekilde olmuştur: “Ben gençken kırmızı şarap içiyor, şarkı söylemeyi seviyordum. Devamlı bu kötü alışkanlıklarla iştigal ediyordum. Arkadaşlarımı elma mevsiminde bağa davet ettim. Sarhoş olana kadar yiyip içerek eğlendik ve kendimizden geçtik. Seher vakti kalkıp udu elime aldım ve şu beyti terennüm ettim.” diyerek aşağıdaki beyti dile getirmiştir:

                                               ألم يأن لى منك أنْ تَرْحما

                                                 وتعصى العواذلَ واللُّوَّ ما

Ey ud! Merhamet etmenin, düşmanlara ve kınayanlara isyan etmenin daha zamanı gelmedi mi sana?

Yukarıdaki beyti adeta karşılıklı bir konuşma gibi kaleme alan İbn el-Mübârek, “Ud, bana cevap vermeyince, aynı beyitleri tekrar okudum. En sonunda ud, birden bire insan gibi konuşmaya başladı. Bu durum ise bana şu ayeti hatırlattı: “اَلَمْ يَاْنِ لِلَّذينَ امنوا ان تخشع قلوبهم لذكرالله وما نزل من الحق  trc. İnananların gönüllerinin Allah’ı bilinçle anması ve O’ndan inen gerçeğe gönüllerinin bağlanması zamanı daha gelmedi mi? (Hadîd suresi, ayet 16)” Daha sonra ben, “Ey Rabbim, evet dedim ve udu kırdım, kırmızı şarabı yere döktüm. Böylece Allah’ın inayetiyle tövbe ettim ve ilim ile ibadete yöneldim.” (Behcet 1432: 18) demiştir. Buna binaen onun özellikle ilme olan ilgi ve merakının bu tövbesinden sonra başlamış olduğunu söyleyebiliriz.

Gençliğinden itibaren Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup ezberleyen Abdullah bin Mübârek, dönemin ilimlerini öğrenmek için çok büyük gayret göstermiştir. Gösterdiği bu ilim öğrenme mücadelesinde ise, en çok babasından destek görmüştür (Behcet 1432: 19). Ona göre Kur’ân-ı Kerîm’i anlamanın yolu, ilim öğrenmekten geçmektedir. Özellikle namaz kılacak kadar Kur’ân okumayı bilen bir kimsenin, akabinde Kur’ân’ı anlamaya yönelik gayretler içinde olması gerekmektedir. İbnü’l-Mübârek, ilim öğrenmek isteyenlere şunları salık vermiştir: “İlim öğrenmek isteyen bir kimse, önce doğru bir niyet sahibi olmalıdır. Sonra hocalarının sözüne canla başla kulak vermelidir. Daha sonra iyice düşünmeli ve konuyu anlamalıdır. Arkasından o meseleyi ezberleyip, kendine mâl etmelidir. Son olarak da öğrendiklerini yetenekli talebelerine öğretmeli ve yaymalıdır.” Ona göre bu hususlardan birine riayet edilmezse, o kişinin ilmi eksik kalır (bak. Yılmaz 2011: 5-6). Yine Abdullah bin Mübârek, âlim kişinin, ilk önce ve mutlaka Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınması gerektiğine vurgu yapmıştır (Abdukhalikov 2011: 27).

Abdullah bin Mübârek et-Türkî’nin, Merv’de bulunduğu sırada, özellikle “hadis” ile ilgili eserler okuduğu tahmin edilmektedir. Nitekim hemşerisi muhaddis Nu’aym b. Hammâd, onun, evine kapanıp devamlı (hadis ile ilgili) kitap okuduğunu ve kendisine “Sıkılmıyor musun?” denildiği zaman, “Hz. Peygamber aleyhisselam ve arkadaşlarıyla beraberken nasıl olur da sıkılırım?” diye cevap verdiğini rivayet etmiştir (Furat 1996: 274). Bu durum, onun bu türden konulara ne kadar ilgi duyduğu ve hürmet gösterdiğinin bir göstergesi olması bakımından oldukça dikkat çekicidir.

Abdullah bin Mübârek, memleketinde edindiği bilgi ve kültürünü geliştirmek için ilk seyahatini 141/758 tarihinde 23 yaşındayken Irak’a yapmıştır[4] (Küçük 1988: 123; Behcet 1432: 19; Okuyan 2016: 11).[5] Kaynaklarda, bu yolculuk sırasında ona aralarında İbrahim b. Edhem (187/803)’in de bulunduğu 60 kişinin arkadaşlık ettiği kaydedilmektedir (Yılmaz 2011: 4). Onda, zaman içinde yeni şeyler öğrenme merakı artmaya başlamıştır. Dönemin önemli âlimlerinden çeşitli dersler alıp onlardan istifade etmek için Kûfe, Basra, Hicaz, Şam, Mısır ve Yemen’e gitmiştir (Behcet 1432: 19; Küçük 1988: 123). Abdullah bin Mübârek’i, dönemin âlim ve hafızlarının önde geleni olarak niteleyen Ahmed bin Hanbel, onun ilme olan merakını şöyle dile getirmiştir: “Yaşadığı zamanda, ilme onun kadar ilgi ve merakı olan yoktu. O, Yemen, Mısır, Şam, Basra ve Kûfe’ye gidip ilim ehlinden öğrendiklerinin neticesinde ilmi öğreten olmuştur. İlmi, küçük büyük demeden her ehil gördüğünden almış, bu yolculuk esnasında ilim ve kültür bakımından büyük bir birikim sağlamış, topladığı bilgileri gerekli kimselere aktarmıştır.” (Behcet 1432: 19; Okuyan 2016: 61). Bir rivayete göre 30 sene edep istediğini, 20 senedir de ilim talep ettiğini ifade eden Abdullah bin Mübârek’e, Şam’da bulunduğu sırada: “Ne zamana kadar ilim talep edeceksin?” diye sorulunca o, “Ölene kadar ilim isteyeceğimi temenni ediyorum.” diye cevap vermiştir. Ayrıca ona göre “Her şey ilim sahibine istiğfar eder. Sudaki balık bile…” bundan dolayı o, ilim istemeyi bırakmamıştır (Behcet 1432: 19).

Abdullah b. Mübârek et-Türkî, çok dikkatli bir okuyucudur. Hatta sadece okumakla kalmamış okuduğu konularla ilgili uygulamaları da bizzat yaşamaya çalışmıştır. Yaptığı ilim seyahatlerinde bile birçok kitap okuyan İbn el-Mübârek, kitap okumayı yaşamının gündelik faaliyetlerinden birisi haline getirmiştir. Bu konuda Şakîku’l-Belhî, bir gün ona: “Namazdan sonra nereye gidiyorsun?” diye sorunca o: “Sahabelerin ve tabiînin izlerini, onların iyiliklerini takip etmeye gidiyorum.” diye cevap vermiştir. O, ilim öğrenmek için büyük bir arzu ve iştiyakla yaptığı bu yolculuklarının sonucunda, geniş bir bilgi birikimine ve marifet dairesine sahip olmuştur. Neredeyse bütün ilim dallarında kendisine müracaat edilen, engin bilgiye sahip bir kişi olmuştur. Nitekim İclî, onun bu özelliği ile ilgili olarak şunu dile getirmiştir: “Onun bünyesinde topladığı pek çok ilim, marifet ve meziyet vardı. Bunlar hadis, fıkıh, Arapça; kahramanlık, ticaret becerisi; cömertlik ve muhabbettir.” İbn el-Mübârek’in, kitap okumaya ve ilme olan düşkünlüğünü İcli’den başka, Ebû Dâvud et-Tayâlisî ise şöyle dile getirmiştir: “Abdullah bin Mübârek kadar ilmî birikimi olan hiç kimse yoktu.” (bak. Behcet 1432: 20).

Abdullah bin Mübârek’in Merv’deki baba evinin çok büyük ve geniş olduğu dile getirilmektedir. Bu ilim durağı gibi olan mekânsal uygunluktan olsa gerek ki, o yörenin önde gelen âlimleri, abitleri ve fazilet sahibi kişileri, devamlı onun Merv’deki evinde toplanıp ilim, ibadet vb. konularda konuşup çeşitli müzakerelerde bulunmuşlardır. İbn el-Mübârek, söz konusu bu buluşmaları, kendi kendine öğrenme ve değerlendirme sürecini yavaşlatan bir uygulama biçimi olarak görmüş ve Kûfe’ye gittiği zaman, baba evinden daha küçük bir evde ikamet etmeye başlamıştır. Sadece namaz kılmak için evinden çıkmış, namazını kıldıktan sonra hiç kimseyle görüşüp konuşmadan hemen evine dönmeye başlamıştır. Bu şekilde davranınca, Merv’deki gibi yoğun misafiri de olmamıştır. Kendisine: “Ey Abdullah bin Mübârek! Merv’dekinin aksine burada kendini yalnız hissetmiyor musun?” diye sorulunca o: “Ben zaten o kalabalıktan kaçtım. Merv’deyken gelen misafirler beni ilimden ve ibadetten alıkoyuyorlardı. Dolayısıyla ben burada kendimi daha esenlikte hissediyorum.” (Behcet 1432: 20) diyerek ilim erbabının yalnızlığının ilmî tefekkür ve üretim için ne kadar gerekli olduğunu dile getirmiştir.

Abdullah bin Mübârek, önce Basralı muhaddis Hammâd bin Zeyd’in ders halkasına katılmıştır. Onun, bir tâbiî olan Basralı Humeyd et-Tavîl ve hadisleri mevzularına göre ilk defa tasnif eden Şu’be bin el-Haccâc’ın hadis derslerine de bu sıralarda katıldığı tahmin edilmektedir. Aynı işi Kûfe’de gerçekleştiren muhaddis Süfyân es-Sevrî ile Dımaşk’ta yapan el-Evza’î’nin de öğrencisi olmuştur. Irak’ta hadisin yanı sıra fıkıh, dil ve edebiyat alanında dönemin önde gelen âlimlerinin derslerine devam etmiştir. Tasavvuf tarihçisi Ebû Nu’aym el-İsfehânî, onunla birlikte içlerinde Mâlik bin Enes, Ma’mer bin Râşid gibi tanınmış âlimlerin de bulunduğu 21 hocasının ismini zikretmiştir[6] (Furat 1996: 275). Hatta kendisinden daha küçük yaşta olan ilim adamlarından dahi çeşitli dersler almıştır. Kendisi de Abdurrahmân bin Mehdî, Abdurrezzâk bin Hemmâm, Yahyâ bin Ma’în, İshâk bin Râhûye gibi âlimlere hocalık yapmıştır (Okuyan 2016: 17-18).

            En fazla birikim ve temayüzü hadis alanında sağlayan Abdullah bin Mübârek et-Türkî, hadisleri tedvin eden ilk âlim olmasıyla dikkat çekmektedir. Hadis ravilerini çok iyi tanıması ve hadis ilminin özü sayılan fıkhü’l-hadîsin önde gelen âlimlerinden olmasından dolayı, çalışmalarında dile getirdiği hadisler, ayrı bir öneme sahiptir. Nitekim ondan nakledilen hadislerin, delil olarak kullanılabileceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir (Küçük 1988: 123). Ayrıca bu husus, yaşadığı dönemde hem hadis hafızlarının büyükleri hem de ilim ve fazileti kaynağından almak isteyenlerin iltifat ettiği kişiler tarafından kabul edilmiştir. Hadis hıfzı ve fıkıh konularında İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye bağlı kalmış, edep, nahiv, dil, şiir ve fesahat ilimlerini bir araya getirmiştir. Ayrıca sahip olduğu züht ve ahlakla da büyük bir şöhret kazanmıştır (Dayf trhs.: 403). Yahyâ bin Ma’în, İbn el-Mübârek’in eserlerinde yirmi binden fazla hadis bulunduğunu nakleder. Naklettiği bu hadisleri, yaklaşık dört bin âlimden almış ve öğrenmiştir. Bunlardan sadece bin tanesi hakkında rivayette bulunmuştur. Bu da onun, ehil olmayanlardan hadis almadığını ve rivayet etmediğini göstermektedir. Bir süre kaldığı Kûfe’de, bir hadis ile ilgili ihtilafa düşüldüğünde: “Geliniz bu ilmin tabibine gidelim.” denilerek ona başvurulması, zamanında hadisleri en iyi bilen kişi olarak kabul edildiğini göstermektedir. Bu hüviyetinden dolayı Yahyâ bin Maîn, onu hadis alanında “emîrü’l-mü’minîn”, Esved bin Sâlim de “sünnette insanları sabit kılan kimse” olarak nitelendirmiştir (Behcet 1432: 21; Küçük 1988: 123). O, Hz. Peygamber’in sünnetlerini çok iyi bilmesinin yanında, bizzat kendi hayatına da uygulamıştır. Nitekim Esved bin Sâlim: “İbnü’l-Mübârek, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünnetlerini en iyi bilenlerden ve bildikleriyle yaşayan bir imamdır ki kendisine her yönde uyulması gereken bir kimsedir.” (Okuyan 2016: 57) diyerek, onun bu hüviyetine vurgu yapmıştır. Hicrî ikinci asrın en önemli muhaddislerinden Ma’mer b. Râşid (153/770), el-Evzaî (157/773), el-Leys b. Sa’d (175/791), Ebû Avâne (175/791) ve Sa’îd b. Ebî Arûbe (156/772) onun hadis rivayetinde bulunduğu hocaları arasındadır. Yahyâ b. Ma’în (233/848), İshâk b. Râhûye (238/854), Ahmed b. Hanbel (241/855), el-Hasen b. ‘Arefe (257/861), Abdurrahman b. El-Mehdî (198/815) ve Abdurrezzâk b. Hemmâm (211/826) ise ondan hadis okumuşlardır (Yılmaz 2011: 5).

            İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin öğrencisi ve dostu olan İbnü’l-Mübârek, hadis ilmindeki maharetinden başka fıkıh ilminde de önemli bir konuma sahiptir. Fıkıhta, önce İmâm-ı A’zam’ın metodunu benimsemiştir. Nitekim fıkhın konularını “bâb”lara ayırarak tasnif ettiği ve İslam hukukunun temel yapı taşlarından birisi olan, Şâtıbî’nin dört ciltlik önemli eseri el- Muvâfakât gibi Sünen fi’l-fıkh adlı eserinde, İmâm-ı A’zam’ın usulünü takip etmiştir. İnsanların en fakihi olarak nitelendirdiği İmâm-ı A’zam’ı öven hem çeşitli sözler söylemiş[7] hem de şiirler yazmıştır. İmâm-ı A’zam’ın vefatından sonra, Mâlik bin Enes’in derslerine katılmış, fıkıhta Hanefî ve Mâlikî mezheplerini birleştiren bir usul ortaya koymuştur. Genellikle Hanefîlerden sayılan İbnü’l-Mübârek, bazı Mâlikî tabakat eserlerinde de kendisine yer bulmuştur. Ona göre, fetva verebilmek için hadis kültürünü çok iyi bilmek ve fıkıh bilgisiyle melekesine sahip olmak gerekmekteydi (Küçük 1988: 123). İbnü’l-Mübârek, sahip olduğu ve birikim sağladığı ilminde, özellikle dikkati ve derinliği, zekâsındaki keskinliği ve kıvraklığı ve ezber kabiliyeti ile temayüz etmiştir. Nitekim Yahyâ bin Âdem, ondan dinî ve fıkhî meselelerin inceliğini öğrenmek istemiştir. Mu’temir bin Süleymân ise, ilmî konularda diğer âlimlerde bulamadığı cevapları onda bulduğunu belirtmiştir. Bu hüviyetinden dolayı Fudayl bin Iyâd ve Süfyân es-Sevrî, İbnü’l-Mübârek’i doğu ve batının fakihi olarak nitelendirmişlerdir (Behcet 1432: 21). İbnü’n-Nedîm onu, muhaddis fakihler arasında zikrederken, İbn Hacer onun güvenilir bir fakih olduğunu belirtmiştir. Süfyân b. Uyeyne (198/814) ise fıkıh ilminde derin bir bilgiye sahip olduğuna dikkat çekmiştir (Abdukhalikov 2011: 28).

İlminin genişliği ve güvenirliliği ile tanınıp bilinen İbnü’l-Mübârek et-Türkî, yaşadığı dönemde edep ve ahlak konularında da asrının yegânesiydi. Nitekim onun bu özelliğine, ondan bahseden tüm kaynaklarda dikkat çekilmiştir. Özellikle ilim ve faziletiyle insanları bilgilendirme ve aydınlatma özelliği, diğer kişiler tarafından da örnek alınmıştır. Ahlakındaki salahiyet, doğruluk ve yetkinlikle temayüz etmiştir. Allah’a çokça şükreden, daima Şam kalelerinde savaşa hazır olan, züht ve takva sahibi birisidir (Behcet 1432: 22). O, Hasan el-Basrî’nin vefatından sonra, zühdü ve takvasıyla tasavvuf ilminin her zaman ve her yerde uygulanabilir olduğunu göstermiştir. Ona göre züht, herhangi bir yerde inzivaya çekilip itikâfa girme değil, bilakis aktif olarak yaşamın içerisinde bulunup “masiva”ya bağlanmamaktır. Halkın arasında bulunmaya ve onların ihtiyaçlarını gidermeye aralıksız gayret etmiş ve bunu çevresindekilere de tavsiye etmiştir. Onun, cihat etmeyi, el emeği ve alın terinin karşılığını yemeyi, kazancı ihtiyaç sahiplerine dağıtmayı, böylece Allah’ın rızasını kazanmayı züht olarak kabul ettiği belirtilmektedir (Okuyan 1996: 21). O, zühdün sınırlarını iyi tespit etmiş ve sağlıklı bir dindarlığın temellerini atmış manevi bir mimardır. Özellikle zühde dair hadislere fazla ilgi duymuş ve bunları ayrıca derlemiştir (Arslan 2015: 158). Onun, “İlmi dünya için öğrendik, ama ilim bize dünyaya değer vermemeyi öğretti.” sözü, bu konudaki görüşünü açıkça ortaya koymaktadır. Günün belirli bir bölümünü zikir ve tefekküre ayırmış, bu süre zarfında hiç kimseyle konuşmamış, insanlarla sürekli bir arada bulunmayı ve onlarla içli dışlı olmayı ilim ehli için uygun görmemiştir (Yılmaz 2011: 6).

Abdullah bin Mübârek et-Türkî, zahitliğinin yanında mücahitliği ile de dikkat çekmektedir. O, Tarsus Savaşı’nda bir taraftan orduyla birlikte Allah rızası için Rum diyarında savaşa katılmış, diğer taraftan da askerlere vaaz ve nasihatlerde bulunarak onları savaşmaya teşvik edip onlara cihat ruhunu aşılamak için cihatla ilgili çeşitli hadisler okumuştur. O, bu tavrıyla zahit ve ibadete düşkün Müslümanların vatanî görevlerine olumsuz bakıp katılmadıkları şeklinde oluşan yaygın görüşü tashih etmiştir. Ayrıca müsteşrikler tarafından tamamen zanna dayanarak oluşturulan Müslüman zahitler, tıpkı Mesihi dinine mensup zahitlerde ve ruhban sınıfında olduğu gibi hayattan kopuk yaşarlar algısını da boşa çıkarmıştır. Çünkü Müslüman zahitler -özellikle de ilk dönemdekiler-, asla hayattan kopuk olmamışlardır. Bilakis onlar, hayata sımsıkı bağlıdırlar. Çünkü güçlü olmak, güç kazanmak ve kazanılan bu güçle yaşayıp rızıklarını elde etmeleri için gayret etmeleri gerektiğinin farkında ve bilincindedirler. Bunun için onlar, tıpkı Mahmûd el-Verrâk’ta olduğu gibi hem ticaretle uğraşmışlar hem de profesyonel işlerle iştigal etmişlerdir. Hatta Abdullah b. Mübârek de geçimini sağlamak için ticaret yapmıştır.[8] Müslüman zahitler, vatanlarına büyük bir iştiyakla gönülden bağlı olmuşlar ve Allah yolunda şehadete ulaşmak için ordunun en ön safında bulunmuşlardır. Yapılan bu cihadı da, zahitler için Allah katındaki en büyük ve yüce ibadet olarak kabul etmişlerdir. Nitekim İbn el-Mübârek’in Tarsus’ta kaleme alıp 177 yılında, Mekke çevresinde yaşayan meşhur zahit el-Fudayl b. Iyâd’a gönderdiği şiir, bu anlayışı net bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü Abdullah bin Mübârek bu şiirinde, cihadı diğer ibadetlerden derece olarak daha yüksek görmekte ve cihadın yanında diğer ibadetlerin bir oyun gibi kalacağını ifade etmektedir. O, cihat ile ibadet arasındaki farkı şöyle tasvir etmiştir: “Abit, Rabbi için gözyaşı döker, ancak mücahit, Rabbi için kanını döker.” Ayrıca mücahitleri, atlarını oyun ve eğlence için değil, bizzat kendini Allah yolunda feda etmek, Allah’ın rızasını kazanmak ve şehit olmak için koşturan kişiler olarak görmüştür. Atların toynaklarından/nallarından yükselen tozu ve onların yeri delercesine koşmalarını ise, en güzel ve eşsiz kokuya tercih etmiştir. “İslam, önce cihat sonra ibadet ve ahlak üzeredir.” demiş ve Resulullah (sav)’in şu sözüne işaret etmiştir:ﻻ يجتمع غبار فى سبيل الله و دخان جهنم فى جوف عبد أبدا ter.: Allah yolunda katlanılan toz ile cehennem ateşinin dumanı kulun içinde (burnunda) asla birleşmez” . Tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’de şehitlerin asla ölmeyeceği ve Rableri katında ebedi bir hayatla yaşamaya devam edeceklerini bildiren şu ayetin işaret ettiği gibi. “وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ ter.: Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Ancak onlar, Rablerinin katında diri olarak rızıklanmaktadırlar. فَرِحِينَ بِمَا ءَاتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ter.: Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği bolluktan dolayı sevinç içinde olup, arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara da korkunun olmadığını ve onların üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (Âl-i İmrân suresi, ayet 169-170). Bakara suresi, ayet 154’te ise şöyle buyurulmaktadır: “وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ terc.: Allah yolunda öldürülenlere “Ölüdürler” demeyiniz. Aslında onlar diridirler, fakat siz sezemezsiniz.” Bu, yüce Allah’ın kendi yolunda şehit olanlara verdiği ve diğer Müslümanlara tanımadığı çok özel bir ayrıcalığı göstermektedir. Allah onları kabirlerinde, mahiyetini kendisi dışında kimsenin bilmediği özel barzahî bir hayatla canlı kılmıştır (bak. Dayf trhs.: 403-404; Furat 1996: 277).

Kaynaklarda İbn el-Mübârek’in tabipliğinden de bahsedilmektedir. Abdülmelik bin Ebcür, onun takva sahibi kişiliğinin yanında, birikimli iyi bir tabip olduğunu, hatta hastalarından ücret dahi almadığını belirtmektedir. Şa’bî ise, onun insanlara yaralarının etrafını temiz tutmalarını tavsiye ettiğini vurgulamaktadır. Yine kaynaklarda bu konuyla ilgili olarak şu konu dile getirilmektedir: “Birgün İbnü’l-Mübârek, Süfyân es-Sevrî’yi görmeye gitmişti. Bu sırada, Süfyân’ın yüzü kızarmıştı ve ateşi yükselmişti. İbnü’l-Mübârek, kendisine ne olduğunu sorunca Süfyân: “Ben hastayım, bu sebeple ilaç içiyorum.” dedi. Bunun üzerine İbnü’l-Mübârek, orada bulunanlardan kendisine bir soğan getirmelerini istedi. Getirilen soğanı, ikiye böldü ve Süfyân’a soğanı koklattı. Süfyân, soğanı kokladıktan sonra, birkaç kere aksırdı, ateşi düştü ve sonunda rahatsızlığı azaldı. Bunun üzerine Allah’a şükreden Süfyân, orada bulunanlara dönerek: “Bakın! Bu adam bir fakih ve tabiptir.” dedi (Okuyan 2016: 62; 98-99).

Zehebî’nin; “İbnü’l-Mübârek, zekâda öndedir, cesarette öndedir, cihatta örnek kumandandır. İyilik etmede ve yardım dağıtmada en öndedir.” (Okuyan 2016: 55) şeklinde nitelendirdiği Abdullah bin Mübârek’in ömrü, ilim için yollarda, Arap dili ve edebiyatını öğrenmek için çöllerde, hadis toplama için beldelerde, gaza ve cihat etmek için savaş meydanlarında geçmiştir (Kitapcı 2004: 79). Sem’ânî ise, onunla ilgi bir takım düşüncelerini dile getirdiği el-Ensâb isimli eserinde şöyle demektedir: “Onda toplanan özellikler, zamanının hiçbir âliminde toplu olarak görülmemiştir. O fakih, alçak gönüllü, cesur, cömert, hafız, sünnetleri derin ve etraflıca bilen, ilim için uzun yolculuklar yapan bir kimsedir. Akranlarını arar ve gözetir. Kahramanları keşfeder, edip, şair ve yazardır. Elindeki zenginliği hayırlara harcar.” (Okuyan 2016: 64). İbn el-Mübârek, Zehebî ve Sem’ânî’den ayrı bir şekilde kendisini:

حنا واستر أرحنا قد

و رواح غدو من

بأمير واتصال

سماح ذي ووزير

وكفاف بعفاف

و صلاح وقنوع

مفتا اليأس و جعلنا

النجاح بواب لأ حا   Behcet 1432: 65

“Biz yapıp ettiklerimiz, gidişatımız hakkında gayet huzurlu ve müsterihiz.

Hoşgörülü, adil vezirlerle (yöneticilerle) olan ilişkilerimizde de…

Erdemli, huzurlu, namuslu ve güvenilir olarak

(İçine düştüğümüz) umutsuzluğu, (buhranları) başarının anahtarı kıldık.”

şeklinde nitelendirmiştir.      

İbn el-Mübârek’i öven önemli isimlerden birisi olan Azîz bin Semmâk el-Kirmânî ise, onun hakkında şunları dile getirmiştir:

مسند رواية ﻻإ لذتي ما

الألفاظ بفصاحة قيدت قد

سكينة علي فيها ومجالس

الحفاظ معاشر ومذاكرات

والنهى والكرامة الفضيلة نالوا

حفاظ و عاية بر ربهم من

أيقنوا لما العرش برب ظوا ﻻ

لواظ لعصبة الجنان أن     Behcet 1432: 85

(İbn Mübarek’in) Müsned’ini rivayet etmek kadar bana haz veren başka bir şey yok. O lafızlardaki fesahat, beni kendine bağladı.

Hadis hafızlarının bulunduğu meclisler ve (yaptıkları) müzakereler bana huzur veriyor.

(Bu hafızlar) Allah’ın koruma ve gözetmesiyle, fazilet, keramet ve üstün bir zekâ seviyesine ulaşmışlardır.

Onlar, cennetin, Allah’ın emirlerine itaat edenlerin olduğunu anladıklarından, arşın Rabbi olan Allaha sıkı sıkı bağlandılar.

  1. Eserleri

Kitâbü’z-zühd ve’r-Rekâik: İbn el-Mübârek et-Türkî, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde ifadesini bulan zikir, huşu, havf, ihlas, tûl-i emel, ölüm, tevazu, lisanın korunması, tevekkül, riya, tövbe, vera’, takva, sadakat, dua, oruç, sabır, huşu’, şükür, mal toplama hırsı, rıza, cennet ve cehennemin özellikleri gibi konularla sahabeden örnek davranışları ifade eden rivayetleri, “bâb”lar halinde tasnif etmek suretiyle eserini tamamen özel konulu bir hadis kitabı şeklinde oluşturmuştur (Arslan 2015: 158). Merfû/sahih hadisler ile mevkuf/sahih ve maktu’/senedi tabiîne kadar giden hadisleri ihtiva eden eserin, Kitabü’z-zühd bölümünde 1627, Kitâbü’r-rekâik bölümünde ise 436 hadis bulunmaktadır (Yılmaz 2011: 15). Eser, Ahmed Ferid tarafından 1995 yılında 2 cilt olarak Riyad’da yayımlanmıştır. Ayrıca Muhammed Adil Teymur ise eseri Türkçeye tercüme ederek 1992 yılında İstanbul’da neşretmiştir.

Kitâbu’l-cihâd: Cihatla ilgili telif edilen ilk eser olup Hz. Peygamber’in cihadın fazileti ve önemiyle ilgili söylediği hadisleri ihtiva etmektedir. Bu eserde, Kitâbü’z-zühd ve’r-Rekâik’ten daha fazla merfû/sahih hadis bulunmaktadır (Behcet 1432: 26). İçinde 262 hadis bulunan bu eser, Nezih Hammâd tarafından Beyrut’ta 1391/1971 yılında yayımlanmıştır. Bu eseri, ondan rivayet eden talebelerinden Sa’îd b. Rahme b. Nu’aym’ın nisbesinin el-Massîsî olması onun bu kitabı Misis’te rivayet ettiğini göstermektedir. Diğer ravileri Muhammed b. Süfyân es-Saffâr ile el-Cillî diye bilinen İbrâhîm b. Muhammed de Misislidir. Bu da, İbnü’l-Mübârek’in bu eserini burada rivayet ettiğini desteklemektedir (Yılmaz 2011: 15).

İbn en-Nedîm’e göre, Abdullah bin Mübârek’in es-Sünen fi’l-fıkh, et-Tefsîr, et-Târîh, el-Bir ve es-Sıla adlı eserleri de bulunmaktadır. İbnü’l-Cevzî’ye göre, el-Menâsik adlı bir kitabı da vardır. Bu eserin Kûfe’de yazıldığı rivayet edilmektedir. Kittânî ise, el-İsti’zân adlı kitabı olduğunu bildirmektedir. Bu eserlerin, bizzat İbn el-Mübârek tarafından gömüldüğü için kaybolduğu rivayet edilmektedir (Behcet 1432: 26).

  1. Şairliği ve Arapça Şiirleri

Abdullah bin Mübârek et-Türkî, fıkıh ve hadis konularıyla ilgili ele aldığı önemli çalışmaların yanında Arapça şiirleriyle de dikkat çekmektedir. Onun şiire ilgisi, çocukluk çağına kadar gerilere dayanır. Nitekim kaynaklarda babasının, daha çocukluğunda onu şiire teşvik ettiği ve ödüllendirdiği zikredilmektedir. Zenîc’in, Ebû Tümeyle el-Ensarî’den konuyla ilgili olan şu rivayeti, bu hususa ışık tutacak mahiyettedir: “Babam ile Abdullah’ın babası el-Mübârek yakın arkadaş idi. Ticaretle uğraşıyorlardı. Her ikisi de “Kim bir kaside ezberlerse, ona bir dirhem vereceklerini vaat ettiler.” Bundan dolayı Ebû Tümeyle el-Ensarî ve İbn el-Mübârek, bazı kasideleri ezberliyorlardı. Bu türden pratikler sayesinde her ikisi de çok iyi birer şair oldular.” (Behcet 1432: 27; Kitapcı 2004: 75). Sınıf arkadaşlarından Sahrâ’nın şu ifadeleri de, İbn el-Mübârek’in şiire olan ilgisi ve şiir ezberleme yeteneğini ayrıca göstermektedir (Okuyan 2016: 96): “Bir gün okuldan evimize dönerken yolda bir kişi sesli sesli bir kaside okumaya başladı. Herkes gibi ben ve Abdullah da kasideyi dinlemeye başladık. Kaside, oldukça uzundu ve bunu akılda tutabilmek herkesin kârı değildi. Biz, birbirimize kasideyi okuyanın çok güzel okuduğunu söyleyerek yolumuza devam ediyorduk ki, kasideyi bizden başka dinleyen kişilerden birisi: “Bu okunan kasideden birkaç beyit bize kim okuyabilir?” dedi. Bunun üzerine İbnü’l-Mübârek, kasidenin tamamını okudu. Adam oldukça şaşırıp bu duruma hayret etti.”

Görüldüğü üzere kendisini büyük bir gayret ve iştiyakla ilme adayan İbn el-Mübârek, aynı zamanda devrin Arap dili ve edebiyatı, şiir, hatta siyer ve megazî alanlarında da dönemin en önemli şahsiyetlerinden biri hâline gelmiştir (Kitapcı 2004: 75). Ancak kimi kaynaklarda, onun, ömrünü ilim tahsil etmekten daha çok edebiyat öğrenmeyle geçirdiği, aynı zamanda da ilim, fıkıh, edebiyat, nahiv, dil, şiir ve fesahat bilgisine sahip olduğu zikredilmektedir (Behcet 1432: 27). Hatta İbn Cüreyc şöyle demiştir: “Iraklıların arasında İbnü’l-Mübârek’ten daha fasih Arapça konuşan kimseyi görmedim. Kendisi Horasan’ın Merv şehrinden [bir Türk] olduğu halde, Basra’da ikamet ettiği ve Kûfe’ye de yerleşmiş olduğu için onu Iraklılar arasında zikrettim.” (Okuyan 2016: 56).

Kaynaklarda, Abdullah bin Mübârek’in dili, her ne kadar doğulu yani Türkçe olsa da o, Arapçayı fasih konuşan bir kişi olarak nitelendirilmiştir. İbn el-Mübarek’in edebiyata/şiire olan bakışı, onun edebiyata verdiği değerin bir göstergesidir. Nitekim edebiyatla ilgili olarak; “Biz birçok bilgiye sahip olmaktansa, az da olsa edebiyata sahip olmayı daha çok önemsiyoruz.” demektedir. Ayrıca “Yeniden başlayanlar için tövbe etme ne ise, diğer ilimler için de edebiyat odur.” yani hangi ilim dalıyla uğraşırsanız uğraşın, muhakkak edebiyat bilmek durumundasınız şeklinde yaptığı değerlendirmeler (Behcet 1432: 27) de onun edebiyata verdiği değerin ayrı bir işaretidir.

İbn el-Mübârek hakkında bilgi veren İbn Sa’d, İbn Ebî Hâtim, İbn Abdi Rabbih, el-Bağdadî, el-Kadî İyâd ve es-Sübkî, İbn el-Mübârek’i şâir olarak nitelendirmekle kalmamışlar, onu bütün ümmetin önde gelen fakih şairlerinden birisi olarak kabul edip takdim etmişlerdir (Behcet 1432: 27; Kitapcı 2004: 76).

Züht ve Allah yolunda cihat, İbn el-Mübârek’in şiirlerinde işlenen en temel ve dikkat çeken konulardır. Nitekim İbn Sa’d ve Nevevî, onun, züht ve cihada teşvik için şiir söylediğini belirtirken (Behcet 1432: 27), Şa’rânî’ye göre Abdullah bin Mübârek’in şiirlerindeki vurgu, cihat üzerinedir (Okuyan 2016: 63). Kadı İyâd ise, onun çok şiiri olduğunu, bu şiirlerin çeşitli konulardan oluştuğunu, sahabe ve tabiîn hakkında söylenmiş recez/kısa vezinli şiirleri bulunduğunu, sebat etme ve cihatla ilgili meşhur uzun kasideler kaleme aldığını kaydetmiştir. Abdullah bin Mübârek’in bazı şiirlerini çok beğenen Halife Harun Reşîd ise onu ödüllendirmiştir (Behcet 1432: 27-28).

İbn en-Nedîm, birinci Abbasî çağı şâirlerinden olduğunu belirttiği İbn el-Mübârek’in, Arapça şiirlerinden meydana gelen divanının yüz sayfadan oluştuğunu, ancak bu divanın nüshalarından hiçbirinin korunamadığını, bundan dolayı da yazma eserler kataloglarına girmediğini ifade etmiştir (Behcet 1432: 28).

Mücâhid Mustafa Behcet, İbn el-Mübârek’in şiirlerinin çeşitli tabakat, tarih ve edebiyat kitaplarında yer aldığını söylemektedir. Ona göre, bu şiirlerin bir kısmı, Abdullah bin Mübârek’e aitken, bir kısmı, söz konusu aidiyetle ilgili şüpheler barındırmaktadır. Nitekim Kadı İyâd’ın belirttiği, sahabe ve tabiîn hakkındaki recezleri kaybolmuş, cihat ile ilgili uzun kasidelerinin ise çok az bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Bu da onun şiirlerinin, günümüz açısından belli bir kısmının varlığını koruyabildiğini göstermektedir. Mücâhid Mustafa Behcet’in tespitlerine göre ona aitliği kesin olan 58 şiir, toplam 270 beyitten oluşmaktadır. Ona nispet edilen 6 şiir ise 34 beyitten müteşekkildir (bak. Behcet 1432: 28-30). Şiirlerinin beyit sayısı 1 ila 36 beyit arasında değişmektedir. Şiirlerinin bazılarının başında, niçin yazıldıkları belirtilmiştir. Hassaten şiirlerinde bulunan bu husus, onun şiirlerinin farklılığını yansıtan dikkat çekici bir özelliktir.

Yukarıda da dile getirildiği gibi İbn el-Mübârek’in şiirlerinin çok azı, bugün elimize ulaşmıştır. Özellikle birinci Abbasî döneminin İslami anlayışına has eğilimden geldiği için İbn el-Mübârek’in şiirlerinin bize ulaşması oldukça önemlidir. O, gazel, medih ve hiciv şiirlerinin yanında züht ile ilgili şiirler de nazmeden Ebu’l-Atahiye gibi züht alanında öne çıkan o dönem şâirlerinden farklıdır. İbn el-Mübârek’in şiiri, menba bakımından daha saf, diğer şairlerin beslendiği kaynak bakımından da daha durudur (Behcet 1432: 29-30).

Züht şâirlerinden İbn el-Kennâse (ö. 207 h.) ve Mahmûd el-Verrâk (ö. 225 h.)’tan önce olan Abdullah bin Mübârek et-Türkî, züht ile ilgili uzun kaside yazanların öncülerindendir. O, dağınık beyitler ve kısa kasideler hâlinde işlenen züht konusunu, uzun kasideler hâline dönüştürmüştür. Bu züht kasideleri, az olmasına rağmen, hem yeni bir tarz ve oluşuma hem de alanında yetkinliği ve derinliği olan edebî bir hüviyete sahiptir (Behcet 1432: 30). Hiçbir zaman klasik anlamda bir büyük şair olmak istemeyen İbn el-Mübârek, aynı zamanda şiiri de bir sanat olarak görmemiştir. Şiir, onun için fazilet mücadelesinde, insanların eğitilip bilgilendirilmesi, terbiye edilip yetiştirilmesi, güzel ahlakla donatılıp tezyin edilmesi ve insan-ı kâmil hâline dönüştürülmesi için bir araç olmuştur. Gerektiğinde kılıcını ve kalemini rahatlıkla kullanmıştır. İnsanları, yazdığı şiirleriyle hem irşat edip bilgilendirmiş hem de İslami kahramanlık, züht ve takvada heyecanlandırıp coşturmuştur. O, hiçbir zaman dünyevi menfaatler, şan ve şöhret kazanıp zengin olmak, devrin ileri gelenlerine yaranmak için şiir kaleme almamıştır (Kitapcı 2004: 76-77). 

Şiirlerinin en bariz özelliği, onun kişiliğini oluşturan sorumluluk ve eleştirel bağlılık/iltizam kavramlarını ihtiva etmesidir. Şiirlerinde, çelişkili ifade ve kullanımlara rastlanmaz. Okuyucusunu etkileyen şiirsel özelliklere sahiptir. Özellikle İslami duygulardaki sıcaklık, bunların aynı şekil ve üslupla ifade edilmesi, İslami ahlak ve edepte züht anlamlarını hissettiren organik birlik olgusu vardır (Behcet 1432: 30).

İbn el-Mübârek’in, Haricî şairlerinde görülen bir yöntemle şiir yazdığı yani şiiri, belli mesajları ifade etmek için araç olarak kullandığı söylenebilir. Bu tesir, İbn el-Mübârek’in şiirini okuyanlarda kendisini göstermektedir. Onun, Haricîlere yaklaşımı, şu değerlendirmedeki gibidir: “Güçlü bir edebiyatta, edebî ekol ile günlük hayat arasında şiddetli bağlılık söz konusudur. Aynı zamanda sanatsal ve sosyal doğruluk, yani sanatın gereklerinden taviz vermezken toplumsal realitelerinden de uzaklaşmamak gibi iki önemli nokta bir araya getirilmiştir. Haricîlerin mezhepsel gailelerle söylediği şiirlerle, İbn el-Mübârek’in yazdığı şiirlerdeki Allah yolunda şehit olma veya Allah yolunda ölüm isteği ile Müslümanın şahsında gerçekleşen yüce sıfatlar gibi bazı konular, bazen birbirleriyle çakışabiliyordu. Onun şiiri ile Haricîlerin şiiri arasındaki bu kısmî benzerliklerden dolayı, onun bazı şiirlerinin Haricîlere nispet edildiği görülmektedir (Behcet 1432: 30-31).

Abdullah b. Mübarek’in şiirinin çoğunluğu, Pîr-i Türkistan Ahmed-i Yesevî ve Yûnus Emre gibi halka belli mesajları vermek için kaleme alındığından, edebî açıdan çoğunlukla sade ve ağdasız mısralardan oluşmuştur. Bu bakımdan, belagat ile ilgili değerlendirmeler kategorisinde çok fazla yer almadığı ifade edilebilir. Yalın bir dil kullanılan şiirlerinde doğallık, yapmacıklıktan uzak ahenkli bir ritim, net şiirsel kuvvetlilik ve edebî parıltı söz konusudur. Şiirinde, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerin, hikmet ve mesellerin etkisi fazladır. Bunları, tazmin ve iktibas yoluyla almış, şiirinde muhaddislerin bazı terimlerini kullanmıştır. Şiirleri, döneminin âlimleri ile olan ilişkisini, ilmî faaliyetler ve ilmî meclisleri açıklayan vesika niteliğindedir (Behcet 1432: 31).

  1. Şiirlerin Konularına Göre Tasnifi[9]

Abdullah bin Mübârek et-Türkî, kendisinin “İslam dini üzerine olduğunu”, bundan dolayı da “Firavunun küstahça ve kibirle söylediği sözleriyle Allah’ın yaratma gayesinden uzaklaşıp işini şeytana devredenlerin sözlerini” asla söylemediğini ifade etmektedir:[10]

خليقته عن تخلى أقول ولا

شيطانا وولّى الأمر العباد رب

تجبره في هذا فرعون قال ما

طغيانا هامان  ولا موسى فرعون

لنا ليس الاسلام ملة على لكن

سمانا الله بذاك سواه اسم    s.112

İnsanların Rabbi olan Allah’ın, onu yaratma gayesinden uzaklaşan ve işini şeytana devreden(lerin sözlerini) söylemem.

(Bu sözler), Firavun’un küstahça ve kibirle söylediği sözler gibidir. Firavun’un, Musa’ya zorbalığı, Hâmân’ın azgınlığı ve sapkınlığıdır.

Biz, ancak İslam dini üzereyiz. Allah’ın bizi isimlendirdiği bu isimden başka ismimiz yoktur.

“İslâm dini üzereyiz” diyen İbn el-Mübârek, dinî konuları, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflere bağlı kalarak değerlendirmeye tabi tutmuş, ehl-i sünnet akidesine sımsıkı bağlı kalmış ve Hz. Peygamber’in hayatını tam anlamıyla kendi yaşantısına tatbik etmiştir. Her yönüyle kendisine uyulması gereken bir kimse olarak görülen İbn el-Mübârek, yolumuzun güvenli ve huzurlu olabilmesi için, tıpkı kendisinin yaptığı gibi bizlerin de “ehl-i sünnet âlimleri”ne uymamızı tavsiye etmiştir:

فاعتصموا الله حبل الجماعة إن

دانا لمن الوثقى العروة بهاهي

معضلةً بالسلطان يدفع الله

ورضوانا منه رحمة ديننا عن

سبل لنا يأمن لم مةﺌالا لولا

لأقوانا نهباً أضعفنا وكان   s.112

Allah’a itaat etmek isteyen için, cemaat (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) Allah’ın sıkı sıkıya sarılacağınız bir ipi ve çok sağlam bir tutamaktır.

Allah, bize olan merhameti ve rızasıyla, (bize karşı) zorbalığı bir sorun olarak dinimizden def eder.

Eğer imamlarımız (ehl-i sünnet âlimleri) olmasaydı, yolumuz güvenli ve huzurlu olmazdı. Güçlülerin hedefi haline gelirdik.

İbn el-Mübârek’e göre, ehl-i sünnetin ipine sarılmak doğru yoldan ayrılmamaktır. O, bu yoldan ayrılmanın özelde İslam’dan kopmak anlamına geldiğini, bu yolun bağlanma üslubunun ise genelde farklı dinlerin insanları için de bir kurtuluş yöntemi olduğunu dile getirmiştir. Nitekim aşağıdaki beyitte; melikler, dinî bilgiye sahip olmayan ve kötü niyetli din adamları ve rahiplerin, hem dinin hüviyetini değiştirip bozmakta olduğu hem de bir kâr elde edememelerine rağmen benlikleriyle ruhlarını sattıkları ifade edilmiştir:

الملوك إلا الدين بدل وهل

و أخبار سوءٍ و رهبانها

يربحوا فلم النفوس وباعوا

أثمانها البيع في تعل ولم  s.115

Dini, melikler/hükümranlar, kötü din adamları ve rahiplerden başka kim değiştirebilir?

Bunlar, benliklerini ve ruhlarını satarlar, bir kâr da elde edemezler, (bu alışverişten sonra ) değerleri de artmaz.

Burada dile getirilenden hareketle, farklı metodolojik bir ipe sarılmanın, hem insanların dinî inançlarında çeşitli bozulmalara yol açtığı hem de onların dinsizleşmelerine sebep olduğu görülmektedir. Bu durumdaki insanlara da İbn el-Mübârek şöyle seslenmektedir:

قنعوا قد الدين بدون رجالا أرى

 بالدون العيش في رضوا أراهم ولا  s.117

Dinsiz (bir hayatı) kabullenmiş insanlar görüyorum. (Çünkü) onlar, basit (azla yetinen fakirâne) bir hayata razı değiller.

Oysa insanların, kıyamet gününe hazırlanmaları için dünyalarını ve yaşam tarzlarını “din” ile süslemeleri gerekmektedir:

بالدين دنياك في التزين ذر

بالموازين تجازى ليوم واعمل  s.118

Dünyanı din ile süslemeye bak. Mizanlarla (terazilerle amellerinin ölçülüp) karşılığını alacağın (kıyamet) günü için çalış.

Ancak insanı cezbeden ve dinden uzaklaştıran bir dünya ve dünya hayatı vardır. İbn el-Mübârek, Ebû Cehil karpuzu gibi acı olan ve insanların gelip geçtiği bu kınanmış dünyayı, belalar, musibetler ve sonu gelmez talihsizliklerle dolu bir yer olarak nitelemektedir:

ذميمة العباد تداولها دنيا

الحنظل نقيع من بأكره شيبت

ملمة تزال ﻻ دهر وبنات

الجندل وقع مثل فجائع فيها  s.96

İnsanların gelip geçtiği bu kınanmış dünya, adeta Ebû Cehil karpuzunun suyu gibidir. Acıdır ve yaşlanmaktadır.

Belalar, musibetler, sonu gelmez talihsizlikler onda hep vardır. Nehir yatağına düşen bir kaya (nehir yatağına düşerek suyun akışını değiştirip hızlandıran kaya) gibi.

Bazen insanın talihi yaver gider ve bu dünyada huzur bulur. Ancak bu durum daimi ve kalıcı değil, bilakis geçicidir. Kişi, bu esenlik ve mutluğun akabinde yeni musibetler ve sıkıntılarla karşılaşır:

أصا حتى النفس تهدأ وما

الوتينا تصيب حديد بأخرى ب

إثرها على دراكاً وإما

المتونا تهد تكاد وقدماً

مسية في و يوم كل وفي

فينا بالموت بﺌالنوا تكر    s.106

Nefis, ancak şahdamarına bir demir dayanıncaya kadar huzur bulur, (insanın dünya hayatındaki rahatı uzun sürmez, hemen yeni bir musibetle karşılaşır.)

Ya felaketler peş peşe gelir ve insanın tahammül gücünü yıkıp harap eder.

Ya da her gün her akşam, musibetler, felaketler ölümle bize saldırır.

Zaten, bir bela ve musibetler evi olan bu dünya, fani ve önemsiz şeylerle doludur:

بلاء دار إنها

وغرور  وزوال   s.77

Bu dünya, imtihan (bela ve musibetler) dünyası, fani ve önemsiz şeylerin dünyası(dır).

            Onun için sebatsız ve geçici olan bu dünyaya aldanmamak gereklidir. Eğer bu dünyaya aldanılırsa, o zaman nefis, insan için zararlı olan hususlara ilgi duyup onları istemeye başlar:

مغترة بالعيش كنت وإن

الظنونا فيها نفسك تمنيك  s.108

Eğer bu dünya hayatına kanıp aldanırsan, nefsin senin için şüpheli ve çetrefilli şeyler istemeye başlar.

 

Bu dünyanın ve bu dünyada olan şeylerin anlamsız, boş, değersiz ve geçici olduğunun farkına varan, doğal olarak da bunlara karşı olan sevgisini kaybeden ve Allah korkusunu her daim gönlünde barındıran İbn el-Mübârek,  hem bu dünyadan hem de dünyevi olanın geçiciliğinden nefret etmiş ve Mekke’ye doğru bir yolculuğa çıkmıştır:

أخرجني الله وخوف الحياة بغض

ثمنا له ليست بما نفسي وبيع

ليعدله يبقى الذي و زنت إني

اتزنا ما والله فلا يبقى ليس ما  s.113

Hayata (bu dünyaya) olan buğzum (nefretim), Allah korkum ve hiçbir değeri olmayan nefsimi (Allah’a adamam) beni (Mekke’ye doğru) yola çıkardı.

Geride kalanları (geride bıraktıklarımı), adil olmak adına ölçüp biçtim, ant olsun ki, kalanların (geride bıraktıklarımın) bir değeri yok.

 

  • 5.1. Ölüm

“Ölüm”, İbn el-Mübârek’in üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. O, “nasihatçi” olarak gördüğü ihtiyarlığı, ölümü hatırlatan bir husus olarak telakki etmektedir. Bundan dolayı gençliğine, kendisinden uzaklaşmaması için seslenmiş, ancak onu dinlemeyen gençliği, ondan uzaklaşmış ve ihtiyarlık gelip çatmıştır:

مشيب   يا بي نزلت ا بإذن

يطيب – نزلت وقد – عيش أي

أني غير واعظا الشيب و كفى

قريب والممات العيش آمل

مني بان إذ الشاب أنادي كم

يجيب ما موليا ونداي   s.63

Ey ihtiyarlık, izin aldın da mı geldin, indin bana. Senin indiğin (geldiğin) hangi hayat güzelleşir ki.

İhtiyarlık, nasihatçi olarak yeterlidir. Oysa ben, (uzun) yaşamayı ümit ediyorum, ancak ölüm yakındır.

Gençliğime, benden uzaklaştıkça o kadar çok seslendim ki, nidalarım arkalarını dönüp gittiler, (gelip) bana cevap vermediler.

İnsanlar, ölümü, kendilerinin dışındakilere yakıştırıp onların öleceğini ifade ederken, kendilerine asla yakıştırmayıp sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi bir tavır, düşünce ve yaşam tarzına sahiptirler. İbn el-Mübârek, özellikle bu düşüncede olanlara, bir gün kendileri için de bir kabir kazılacağı ikazında bulunur:

باعداﻻا زين قد الذي إن

فصاعدا صاعدا بين قرﻻاو

الملاحدا تذكر يوما عساك

خالدا يكون ان يرجي من يا   s.68

Öyle ki, uzak akrabaları (uzaktakileri) ve yakın akrabaları (yakındakileri) süsleyip (defnedip, öbür dünyaya/ahirete yolcu eden) ve daha niceleri (için sıranın gelmesini bekleyen);

Ey ebediyet temenni eden kişi! (Elbet bir gün senin için de ) bir kabir zikredilir (kazılır).

Çünkü kefene sarılmış ve lifaf/örtü giydirilmiş bir yolcu gibi olan insanın, öldükten sonra yastığı ve evi temiz topraktır. İnsan, ıssız bir çöl gibi olan o kabre/eve konulunca misafirleri de az olur:

كأنك منتقل قد كسيت

لفائف تعصب أكفانها

ملحداً قفرة في تﺌوبو

انها جير التزاور يقل

الصعيد الوتين بعد وسادك

سكانها يجاور بدار    s.114

Kefenin sarılmış, lifafın/örtün giydirilmiş, sanki yolcu gibisin.

Issız bir çöl gibi kabre konuldun, (orada) komşu ziyaretleri de az olur (pek olmaz).

Şah damarından (ölümünden) sonra yastığın temiz, pak topraktır ve kabir sakinlerinin komşuluk ettiği evdir (mezardır).

Ayrıca o, samimi ve içten duygulara sahip olanların bir bir ölmelerine dikkat çekerek insanlara ölümü hatırlatmaktadır:

والمانعون الأنس ذهب لقد

ظله في يسكن كان ومن    s.98

Samimiyet, içtenlik, ünsiyet ve onun gölgesinde yaşayanlar (çekip) gittiler. (Samimiyetle, dostane duygulara sahip insanlar bir bir ölüyorlar).

İbn el-Mübârek, ölen kimselerin arkasından ağlayanlara hayret ettiğini söyler. Çünkü hayatta olanlar, bu dünyada ölen kimselerden daha çok yaşayacak ve kalıcı olacak değildirler. Bir topluluk, ne kadar yaşarsa yaşasın, sonunda mutlaka ölecek ve ölümü tadacaktır. Onun için kişi, eğer ağlayacaksa kendisi için ağlamalıdır:

موتاهم يبكون الناس أرى

!الميتينا! من أبقى الحي وما

للفنا؟ هم مصير أليس

سنينا أيضاً القوم عمر وإن

يومهم إلى سوقاً يساقون

يشعرونا وما السياق في فهم

مضى قد من تبكين كنت فان

الهالكينا في لبفسك فبكي  s.107

İnsanları, ölenlerine ağlarken görüyorum. Ama hayatta olanlar, ölülerimizden daha baki değil ki.

Bir topluluk, kavim ne kadar yaşarsa yaşasın, sonunda varacakları yer yokluk (fena) değil midir?

Onlar, kendi ecellerine sevk ediliyorlar, ama farkında değiller.

Ey nefsim! Göçüp gidenler için ağlıyorsan, önce kendin için ağla, zira sen de onlar gibi yok olacaksın, öleceksin.

Nitekim bu toprağın altında makam ve mevki, şan ve şöhret sahibi olan ve olmayanlar, fakir ve zenginler, iyiler ve kötüler vb. hepsi yer almaktadır. Bunlar, hem birbirlerinden ayırt edilemezler hem de birbirlerinden üstün tutulamazlar. Bunların tamamı, kıyamet gününün sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah’ın indinde eşittirler:

-قب صرعت لعمري كم

القصور أصحاب لك-

-المج في الهيئة وذوي

الكثير والجمع لس-

كا فما منها أخرجوا

نكير من لديهم ن

ثاو رضﻻا ببطن كم

ووزير  شريف من

عبد الشأن وصغير

حقير الذكر خامل

-ال قبور تصفحت قد

العثير يوم في قوم

-نع ولم هم نميّز لم

فقير من غنيا رف-

صرعى فالقوم خمدوا

الصخور أسقاف تحت

مليك عند واستووا

خبير يهم و بمسا  s.77-78

Hayatıma ant olsun ki, bu dünya senden önce nice saray (mal mülk) sahibinin sırtını yere getirdi.

Meclislerde ve toplumun nazarında itibar sahibi olanları.

Bu dünyadan çıkarıldılar. (Artık ) hiçbir şeyi inkâr edemezler.

Bu toprağın bağrında ölü olarak nice vezirler nice itibar sahibi insanlar var.

Makamı ve mevkii olmayan, adı sanı duyulmamış, hakir (kişiler var).

O zorlu günde, kavimlerin mezarlarına şöyle bir göz gezdirdim;

Kim zengin kim fakir bilemedim, ayırt edemedim.

O kavimlerin güçleri tükenmiş, yere serilmişler, kayaların (mezar taşlarının) gölgesindeler.

Melik (kıyamet gününün sahibi) ve Habîr (her şeyden haberdar olan) Allah’ın katında hepsi eşit durumdalar.

  • 5.2. Kıyamet

İbn el-Mübârek,  kıyamet günüyle ilgili de şiirler söylemiştir. Bu tip bir şiirinin başında şöyle denilmektedir: “Abdullah b. Mübarek dedi ki, kıyamet günü insanlara üç teklif sunulur. İlki konuşmaları (itiraf etmeleri), ikicisi mazeretleri (özürlerini ifade etmeleri), üçüncüsü ise amel defterlerinin ellerde dolaşmasıdır.” Bu açıklamayı yaptıktan sonra, aşağıdaki şiiri söylemiştir. Bu şiirde; kıyamet gününün hüviyeti belirtilmiş, o gün yaşanacaklar zikredilmiş, insanların ahvali açıklanmış, cennet ve cehennem ile ilgili bilgiler verilmiştir:

أعينهم العلم لأهل قرّت وكيف

هجعوا أو النوم لذيذ استلذوا أو

علانية جهراً ينذرهم والموت

سمعوا لقد أسماع للقوم كان لو

موردهم بد لا ضاحية والنار

يقع ومن ينجو من يدرون وليس

آمنة والانعام الطير أمست قد

فزع لها يخش لم البحر في والنون

مرتهن الكسب بهذا والآدمي

يطلع الاسرار على رقيب له

منفرداً الجمع يوم يوافيه حتى

والسمع والابصار الجلد وخصمه

مةﺌقا والاشهاد النبيون إذ

خشعوا قد والاملاك والجن والإنس

منشرة الأيدي في الصحف وطارت

تطلع والاخبار  رﺌالسرا فيها

أنهم لو عز ذوو قوم يود

أوالضبع – ينجوا گي – الخنازير هم

واقعة والانباء شهودك كيف

يقع  بما تدري ولا قليل عما

له انقطاع ﻻ وفوز الجنان أفي

؟ تدع ولا تبقي فما الجحيم أم

وترفعهم طوراً بهلكاتها تهوي

وقعوا غمها من  مخرجا رجوا إذا

تضرعهم ينفع فلم البكاء طال

جزع ولا تغني رقة ﻻ هيهات

عالمه الموت قبل العلم ينفع هل

رجعوا فما الرجعى بها قوم سال قد  s.87-89

İlim ehlinin gözleri nasıl da aydın oldu. (Kabir hayatı boyunca) uykudan haz aldılar, sakinleşip dinlendiler.

Ölüm, onları apaçık bir şekilde ikaz ederken, keşke (ikaz edilen bu) kavmin kulakları olsa da (bu ikazı) duysalar.

Cehennem, çevrelerini saran bir kuşak, geçit (gibi), kimin kurtulacağını, kimin ise düşeceğini bilmiyorlar.

Kuşlar, hayvanlar güven içerisinde akşamı ettiler. Yunuslar (balıklar) ise denizde, onlar için de endişe edecek bir şey yok.

İnsanoğlu, kendisine verilen nimetlerden sorumludur (dünyada yapıp ettiği ve böylece elde ettiği şeylerin karşılığını alacaktır). Onu, görüp gözeten ve sırlarına vakıf olan var.

O kadar ki mahşer günü kulakları, gözleri, derisi ona karşı şahitlik edecekler.

(O gün) peygamberler, şahitler ayakta (hazır olarak); insanlar, cinler ve hükümdarlar ise boyun eğmiş, itaatkâr olarak (bekliyor olacaklar).

(O gün) amel defterleri dağıtılmış, ellerde dolaşıyor, içlerindeki sırlar, bilgiler, haberler ortaya dökülüyor.

(Öyle ki) dünyada izzet ve makam sahibi kimi topluluklar, (azaptan) kurtulmak için domuz veya sırtlan (bile) olmayı isteyecekler.

Sen bütün bilgiler ortadayken nasıl şahitlik edebilirsin ki? (Söyleyeceklerinin ne önemi olabilir ki?), (çünkü) sen ( zaten) olup biten şeylerin çok azına vakıfsın.

Cennet, elde ettikten sonra (cennetteki hayatta) bir kesinti olmayacaktır (cennet hayatı ebedidir), Cehennemde ise (girsen bile) bırakılmaz, terkedilmezsin (çünkü cehennem hayatı Müslümanlar için ebedi değildir).

İnsanlar, içine düştükleri cehennemin acı ve ıstırabından kurtulmak için bir çıkış istediklerinde (aradıklarında), (cehennem) onları helak eder ve (verdiği acıyı) artırır.

Ağlayışlar, haykırışlar uzar gider. Yakarışlar onlara fayda vermez. Üzüntü ve keder boşuna (faydasız).

Ölüm hakkında bilgi sahibi olmak, âlimi (o bilginin sahibini) ölümsüz kılmaz. (Cehenneme girdikten sonra) ondan geri dönmek isteyen kavim de geri dönemez (kurtulamaz).

 

  • 5.3. Cihat

Abdullah bin Mübârek et-Türkî, zahit olduğu kadar mücahit bir kişidir. Birçok savaşa katılmış ve Allah rızası için savaşmıştır. Hatta kaynaklarda, bir sene hacca gittiği bir sene de savaşa katıldığı belirtilmektedir. O, hem savaşa katılmadan geçirilen bir hayatı hem de Allah’ın adının yüceltilmediği ve gülbankların çekilmediği bir yaşamı çekilmez bir meşakkat olarak görmektedir:

نكداً أراه قد عيش كل

الفرس ظل في الرمح ركن غير

دجن ليال في وقيام

الحرس أقصى في للناس حارساً

له بتكبير الصوت رافع

جرس صوت ﻻو فيه ضجة  s.82

Ben atların gölgesinde, mızrakların ucunda olmayan (mücadele edilerek geçmeyen) bir hayatı, çekilmez bir meşakkat olarak görüyorum.

İnsanları en üst seviyede koruyabilmek adına, karanlık gecelerinde kıyam (cihat) yapılmayan (hayatı).

Seslerin (savaş naralarının, haykırışların) karşılıklı yükseldiği ve Allah’ın tekbir edildiği, içinde çığlıkların, bağırışların olduğu, ama çan seslerinin olmadığı (hayatı).

İbn el-Mübârek, cihadı, Allah katındaki en büyük ve yüce ibadet olarak kabul etmektedir. Nitekim onun Tarsus’ta kaleme alıp Mekke çevresinde münzevi bir hayat yaşayan meşhur zahit el-Fudayl b. Iyâd’a gönderdiği aşağıdaki şiir, bu anlayışı net bir şekilde ortaya koymaktadır. Abdullah bin Mübârek’in, bu şiirinden, cihadı diğer ibadetlerden derece olarak daha yüksek gördüğü, cihadın yanında diğer ibadetlerin bir oyun gibi kaldığı ve bu dünyada Allah için mücadele edenlerin cehennem ateşine asla duçar olmayacaklarını ifade ettiği müşahede edilmektedir:

ابصرتنا لو مين الحر عابد يا

تلعب العبادة في أنك لعلمت

بدموعه خده يخضب كان من

تتخضب ناﺌبدما فنحورنا

باطل في خيله يتعب كان او

تتعب الصبيحة يوم فخيولنا

عبيرنا ونحن لكم العبير ريح

طيبﻻا والغبار السنابك رهج

نبينا مقال من اتانا ولقد

يكذب ﻻ صادق صحيح قول

في الله خيل غبار يستوي ﻻ

تلهب نار دخان و امرئ انف

بيننا ينطق الله كتاب هذا

يكذب ﻻ ٬( بميت الشهيد ليس)  s.61-62

Ey kendini Harameyn’e (Mekke ve Medine’ye/din’e) hizmet ettiğini (söyleyerek öven kişi), bizim (Harameyn için yaptıklarımızı) görseydin (kendi ) hizmetlerinin (yapıp ettiklerinin)  oyun (ve eğlenceden ibaret olduğunu görürdün).

Ey (yalandan ağlayarak) yanaklarını gözyaşlarıyla rengârenk boyayan… Bizim boğazlarımız (gırtlaklarımız Allah için döktüğümüz) kanlarımızla rengârenkti…

Yahut atını boş, batıl (işlerde) yoran (koşturan)…Bizim atlarımız, savaş günlerinde yorulurdu.

Güzel kokular ve miskler sizin olsun. Bizim kokumuz, atlarımızın toynaklarından yükselen toz topraktır. O ne güzel bir kokudur…

Bize, Peygamberimizin sözleri ulaşmıştır. O sözler, doğrudur, gerçektir. O, asla yalan söylemez.

Kişinin burnunda (indinde, nazarında), Allah yolunda koşturulan atların çıkardığı toz ile yanan kor ateşin dumanı bir araya gelmez. (Dünyada Allah için mücadele edenler, cehennem ateşine asla duçar olmazlar), (atların nallarından yükselen toz ile cehennem ateşinin dumanı aynı burunda bir araya gelmez birleşmez.)

İşte Allah’ın kitabı aramızda (elimizde) ve o (kitap) diyor ki: “Şehitler ölü değildir.” Allah’ın kitabı yalan söylemez.

            Cihada teşvikin diğer bir sebebi ise, özellikle Müslüman kadınların, düşmanların esareti altındayken şâri’in maksatlarından birisi olan iffete ve neslin devamı ilkesine aykırı bir biçimde iffetsizlik ve nesilsizliğe neden olacağından, bu istenmeyen durum karşısında bir Müslümanın rahat ve huzur içerisinde bulunmasının mümkün olmamasıdır:

مسلم يهدأ كيف و القرار كيف

المعتدى العدو مع والمسلمات

برنة دهن و خد الضاربات

محمد نبيهن الداعيّات

فضيحة خشين إذا ئلات القا

نولد لم ليتنا :المقالة جهد

حيلة من لها وما تستطيع ما

باليد أخيها من التستر ﻻإ      .s 69

Müslüman kadınlar, düşmanın tecavüzü altındayken, bu nasıl bir duruştur, Müslüman nasıl böyle sakin kalabilir?

Peygamberleri Muhammed (a.s.) olan, gezip dolaşıp (İslam’a) davet eden (bu) kadınların yüzlerinde, acı haykırışlar var.

(Bu kadınlar) “Eğer korkup çekinirsek bize yazıklar olsun, keşke hiç doğmasaydık.” sözünün sahipleridir.

O kadınların kardeşleriyle karşılaştıklarında, (utançlarından) elleriyle yüzlerini örtmekten başka ne çareleri var ki.

  • 5.4. Zühd ve Ahlak

İbn el-Hibbân’ın, kendisinde bulunan güzel hasletlerin hiçbir imamda toplanmadığını ifade ettiği Abdullah bin Mübârek et-Türkî, insanları Allah’a itaat etmeye davet eder. Çünkü Allah’a itaat eden ve boğazından bir lokma haram geçmeyen kurtuluşa erecektir:

المعاصي ترك فتى لي أيضمن

بالخلاص لة الكفا وأرهنه

احوا فاستر قوم الله أطاع

المعاصي غصص عوا يتجر ولم   s.84

Bana, günahları terk edeceğine garanti veren bir genç var. Ben de onun kurtuluşa ereceğine garanti veririm.

Allaha itaat eden ve günahın bir lokması bile boğazından geçmeyen bir topluluk kurtulur, rahata kavuşur.

İnsanları, Allah’a itaat etmeye davet eden İbn el-Mübârek, onları ibadet etmeye de çağırır. Ona göre “ibadet”, Allah korkusu ile birlikte nimetlerin en lezizidir. Hatta insanları kısa sürede izzet ve takvaya ulaştıran bu nimetler, insanların kabir/ahiret hayatları için de bir azıktır:

والتقى بالعبادة قوم تنعم

بالخمر اللذاذة ﻻ النعيم ألذ

عيونهم الحياة طول به فقرت

القبر إلى زاداً – والله- لهم وكانت

والتقى العز بها نالوا برهة على

والصبر بالبر العيش ولذيذ ﻻأ   s.80

Toplum, ibadet ve Allah korkusu ile nimetlendirilmiştir. Bu, en leziz nimettir. İçkinin verdiği haz (lezzet) gibi değildir.

(Bu nimetler sayesinde) gözleri, hayatları boyunca aydınlık oldu. Allah’a yemin ederim ki, (bu nimetler) onların kabir (ahiret) hayatları için de bir azıktır.

Böylece kısa sürede izzet ve takvaya ulaşırlar. Yaşamanın tadı, sabır ve iyilik değil midir?

İbn el-Mübârek, gönüllerinde Allah korkusu olan zahitlere/abitlere şiirlerinde ayrı bir yer vermiş ve onlara dikkat çekmiştir. Bir şiirinde bu hüviyette olanları şu şekilde tavsif etmiştir:

أزرهم أيامن إلا فرشهم وما

وأدرع ملاء إلا وسدهم وما

تخوف إلا فيهن ليلهم وما

مروع عشاش إلا نومهم  ولا

وجوههم كأن صفر وألوانهم

مشبع بالورس عل جساد عليها

والسرى الجد بها أزرى قد نواحل

هجع والناس الظلماء في الله إلى

عجيجهم كان أحينا ويبكون

المرجع الحنين – الناس نوم إذا –

شهدته قد فيهم ذكر ومجلس

تدمع الله رهبة من وأعينهم   s. 89-90

Onların (sağ) yanlarını örten izardan (peştamal) başka döşekleri, çarşaf ve bir içlikten (günlük ev elbisesinden) başka da yastıkları yoktur.

Onların geceleri korkulu, uykuları ise tedirgin kuşların yuvası gibidir.

Renkleri benizleri sapsarı… Sanki ceset üzerine safran dökülmüş gibi.

Gece zifiri karanlıkta, herkes uykudayken ciddiyet ve gayretle Allaha ibadet ederler ve bu yüzden de bedenleri zayıf ve cılız kaldı.

İnsanlar derin uykudayken onlar bazen ağlarlar. Öyle ki onların feryatları maziye bir hasrettir.

Onların zikir meclislerine şahit oldum. Onlar Allah korkusuyla gözyaşı döküyorlardı.

Abdullah b. Mübarek, kendisine “Allah’tan korkanlar”ın kim, özelliklerinin ne olduğu sorulunca, şu cevabı vermiştir:

كابدوه أظلم الليل ما إذا

ركوع وهم عنهم فيسفر

فقاموا نومهم الخوف أطار

هجوع الدنيا في الأمن واهل

سجود وهم الظلام تحت لهم

الضلوع تنفرج منه أنين

صمت لطول بالنهار وخرس

خشوع سكينتهم من عليهم  s.90-91

Gecenin karanlığı ne zaman çökse (başlarına her felaket geldiğinde sabırla), ona tahammül ederler. Ve iş, onların boyun eğmeleri, diz çökmeleriyle sonuçlanır (bu felaketler karşısında sabırla ram olurlar).

Kendilerini güvende hissedenler, dünyada sükûnetle uyurken, Allah korkusu onların uykularını kaçırır, (ürpererek) kalkarlar.

Onlar, gece karanlığında secde (ibadet) edip (ah edip) inlerken, (kalpleri huzurla dolar), içleri rahatlar.

Onlar, gündüz alabildiğine dilsiz gibidirler, sessizlikleri (sükûnetleri) onlara huzur verir.

İbn el-Mübârek, kendisine “Bana, Allah âşıklarını tavsif et.” diyen birisine, “Onlar, söyleyeceğim gibidir.” Demiş ve şu şiirini kaleme almıştır:

كأنهم رحل على فدين مستو

وينتقلوا يمضوا أن يريدون ركب

فاحشة كل عن جوارحهم عفت

والوجل واخوف مذهبهم فالصدق  s. 95

Onlar, bir bineğin (semerin) üzerine çömelmiş (oturmuş),  sanki geçip gitmek isteyen yolcular gibidirler.

Onların tüm uzuvları, kötülüklerden (fuhşiyattan) uzaktır. Onların yolları, sadakat, Allah korkusu ve (günahlardan) sakınmadır.

Abdullah bin Mübârek, bu dünyada insan için en güzel süsün, güç ve kudret değil, bilakis “güzel ahlak” olduğu görüşündedir:

تزينه الدنيا في  المرء  خلائق

عظم ولا طول يزينه ولا   s.102

Kişinin bu dünyadaki süsü, kudret ve azameti değil (güzel) ahlakıdır.

  • 5.5. Takva

Allah bilincine sahip olmak, Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden uzak olmak, Allah’a yaklaşmak için her çeşit haramdan kaçınmak, O’nun rızasını ve sevgisini yitirmekten çekinmek, sorumluluk şuuruna sahip olmak anlamındaki (Kalkan 2002: 316) takvaya sahip olan kişi, İbn el-Mübârek’e göre Allah tarafından yükseltilirken, takvadan yoksun olan ise alçaltılmaktadır. Bundan dolayı şiirlerinde takva üzerinde duran İbn el-Mübârek, Allah’tan kendisini takva üzerine sabit kılmasını istemiş ve insanlara bunu tavsiye etmiştir. Uymayanlara ise çeşitli nasihatlerde bulunmuştur:

رحيم أنت العرش ياذا رب أيا

عليم الصدور تخفي بما وأنت

فانني حلما منك لي هل فيارب

حليم عليه يندم لم الحلم أرى

التقى على عزما منك لي هب رب ويا

أقيم حيث الناس في به أقيم

نسبة أكرم الله تقوى إن ألا

كريم الفخار عند بها يسامي

التقى على الرجال نافست أنت إذا

سليم وأنت الدنيا من خرجت

عفوه الله من ترجو ءاً مر ا أراك

مقيم يحب ﻻ ما على وأنت

عفوه الناس يرتجي ﻻ امرءاً وإن

للئيم الأذى منه يأمنوا ولم

متى إلى الإله تعصي متى فحتى

لرحيم إنه تبارزربي

وافترشته الثرى توسدت قد ولو

حميم عليك يلوي ولا صرعت  s.101-102

Ey Rabbim! Ey arşın sahibi! Sen Rahîm’sin, sen kalplerde gizleneni en iyi bilensin.

Ey Rabbim! Benim için, senin tarafından bir bağışlanma var mıdır? Görüşüm o ki, bağışlamak, bağışlayanın pişman olmayacağı bir şeydir.

Ey Rabbim! Bana takva üzerine sebat ve kararlılık ver ki, takva sahibi olduğum sürece onu insanlar arasında ikame edeyim.

Takvadan daha güzel bir nispet mi var ki. Takva sahibi olan kişi, takvası sayesinde kibirlenen, büyüklenenlerle yarışır (ve onları geçer).

Sen insanlarla takva üzerinde bir yarışa girsen, (bilesin ki) dünyadan selamet üzere (ahirete) çıkarsın (gidersin).

Seni, Allah’ın affını dileyen, ama onun hoşnut olmadığı şeyleri yapan bir olarak görüyorum.

İnsanların affedileceğini ummadıkları ve şerrinden emin olmadıkları kişi, alçaktır, adidir.

Daha ne zamana kadar Allah’a isyana devam edeceksin, ne zamana kadar Rabbimle (asice) mücadele edeceksin. Şüphesiz Allah, çok merhametlidir.

(Birgün) başını toprağa koyduğun ve (bedenini) onun üstüne yaydığın zaman (işte o gün) sırtın yere gelmiş (ölmüşsün demektir). Ve seni umursayan bir dost bir arkadaş bulamazsın.

           

  • 5.6. Diline Hâkim Olmak

Yûnus Emre’nin; “Söz ola kese savaşı / Söz ola bitire başı / Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz” şiirinde olduğu gibi dil, bir savaşın bitmesine vesile olduğu gibi insanın başının kesilmesine de neden olmaktadır. Hatta zehirli bir yemeği bile bala çevirme kudretine sahiptir. Onun için insanın, uygun ve yerinde konuşması, sözünün nereye gideceğini düşünmesi ve diline sahip olması gerekmektedir. Eğer “gönlün postacısı ve aklın göstergesi” olan dile dikkat edilmezse, çeşitli sıkıntı ve belalarla karşılaşılabilir. Nitekim Abdullah bin Mübârek, “Çok güzel konuşan bir kimse dahi olsan, sükûtu tercih edersen kazançlı olursun.” (Okuyan 2016: 78) demiştir. Süfyân bin Uyeyne ise, İbn el-Mübârek’in, düşüncesini önce ince elekten geçirdiğini, daha sonra görüşünü açıkladığını ifade etmiştir (Okuyan 2016: 55). Hatta bir gün bir adam İbn el-Mübârek’e gelerek kendisine bir nasihatte bulunmasını isteyince, İbn el-Mübârek ona: “Diline sahip ol.” demiş ve şu şiiri dile getirmiştir:

           

اللسان إن لسانك احفظ

قتله في المرء على حريص

الفؤاد بريد اللسان وإن

عقله على جال لرا دليل   s.97

Diline sahip ol ( onu koru), zira dil, insanın öldürülmesine sebep olabilecek (en etkili) şeydir.

Dil, kalbin postacısı, kişinin aklının göstergesidir.

  • 5.7. Yalan Söylemek

Büyük günahlardan biri olan, haram kılınan ve yasaklanan yalanla ilgili Allah (c.c.) Kurân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Ve yalanı, ancak Allah’ın ilkelerine inanmayanlar uydururlar. İşte yalancılar onlardır.” (Nahl suresi, ayet 105). Hz. Peygamber’in nifak kapılarından biri, Hz. Ali’nin ise Allah’ın indindeki en büyük kusurlardan biri olarak belirttiği yalan, insanı Allah’tan uzaklaştıran, gönlü karartan ve birçok kötülüğe de sebep olan illetlerdendir. Gökyüzünden yeryüzüne atılıp paramparça olmasının, hadis uydurarak yalancı olmasından daha iyi olduğunu belirten Abdullah b. Mübarek et-Türkî’ye sahtekâr, müdellis (hadis ilminde “tedlis” yapan yani görmediği, konuşmadığı, aynı yer ve zamanda yaşamadığı birinden rivayette bulunan) birinden bahsettiklerinde, şu beyti okumuştur:

أحاديثه للناس دلس

تدليساً يقبل ﻻ والله    s.82

İnsanları sözleriyle (rivayet ettiği hadislerle) kandırdı. (Ama) Allah, kandırıcılığı (sahtekârlığı) kabul etmez.

  • 5.8. Cömertlik/Sehâ

Kişiyi Allah’a yakınlaştıran ve Allah indinde sevimli kılan hasletlerden olan cömertlik, insanı ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye ve onlara destek olmaya sevk eder. Cömertlik ne kadar güzel bir huysa, bunun zıddı olan cimrilik de o kadar kötü ve çirkin bir illettir. Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, bolluğundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, onun iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şeyler, diriliş günü boyunlarına dolandırılacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’a kalacaktır. Allah işlediklerinizden haberi olandır.” (Âl-i İmrân suresi, ayet 180). Bu şuurla şiirlerinde cömertliği/eli açıklığı tavsiye eden İbn el-Mübârek, bir gün yanında bulunan arkadaşları arasında bin dirhemi paylaştırdıktan sonra şöyle demiştir:

لكنازه المال في خير ﻻ

نهابه الكف جواد ﻻإ

بزواره احيانا يفعل

بشرابه الخمر يفعل ما   s.67

Mal ve mülkte, onu biriktirip stoklayanlar için bir hayır yoktur. Sadece cömert, eli açık olup malı mülkü tasadduk edenlere hayır vardır.

Mal ve mülk bazen kendisine düşkün olanları, içkinin, onu içenlere yaptığı şeyi yapar (sarhoş eder).

İnsanların sofralarının herkese açık olması gerektiğini söyleyen İbn el-Mübârek, özellikle iyilik yapma hususunda cimri olmamayı öğütler:

أكلا لمن وابذله طعامك أحضر

فعلا لمن واشكر أبى من على واحلف

محتشما العرض سابري تكن ﻻ و

محتفلا الدهر فلست القليل من  s.95

Yemeğini hazırla, ondan yemek isteyenlere de bol bol ver. Yemeği reddedenlere and iç, (zorla) yiyenlere teşekkür et.

İyilikler konusunda cimri olma, utanırsın. İlelebet yaşayamazsın (herkesi memnun edecek değilsin).

O, sahip olunan bütün zevklerin insanlarla paylaşıldığında güzel olacağı görüşündedir:

و كلّ لذاذة ستملّ إﻻ

مجالسة الرجال ذوى العقول

و قد كنّا نعدّهم قليلا

فقد صاروا أقلّ من القليل   s.97

Bütün tatlar (zevkler ve hazlar) âkil insanlarla dost meclislerinde paylaşılmadıkça bıkkınlık verir.

Biz onları (âkil insanları ve dost meclislerini) az bilirdik. Meğer azdan da azmış.

  • 5.9. Kanaat

Kanaat, kişinin Allah tarafından kendisine takdir edilene razı olması, tamahkârlık gösterip açgözlü olmaması demektir. Hz. Peygamber’in, “bitmez tükenmez bir hazine” olarak nitelendirdiği ve hayatını ona göre tanzim edip yaşadığı kanaat, insan için sahip olunacak en güzel haslet ve asıl zenginliktir. İbn el-Mübârek’e göre, kanaat sayesinde nice değersiz şeylerin değeri artar. Kanaatten yoksun olanlar ise daima huzursuz olurlar:

!خلق من القنوع در لله

ارتفعا؟ قد به ضيع و من كم

بحاجته الفتى صدر يضيق

اتسعا بدونه تأسى ومن

Kanaatkâr olanların, ahlak, güzel huy olarak nasipleri Allah’a aittir, Kanaat sayesinde nice değersiz şeylerin değeri artar, yükselir.

Kanaatten yoksun (sürekli bir şeylere ihtiyaç halinde olan) bir kişinin göğsü daralır (huzursuz olur). (Sahip olamadıkları şeylere) tahammül edebilenler ve kendilerini teselli edebilenler ise rahat ve huzurludurlar.

            İbn el-Mübârek’e göre, fakirlik görmeyen birinin kanaatkâr olması mümkün değildir. Ancak zenginliğin asıl tadına varanlar ise, kanaat sahibi olanlardır:

له قنوع ﻻ من الغنى طعم ذاق ما

مفتقراً عاش ما قانعا ترى ولن

عواقبه تحمد يأته من والعرف

حجراً أوليته وإن عرف ضاع ما   s.75

Kanaat nedir bilmeyen, zenginliğin tadına varamaz (zenginlikten zevk almaz). Fakirlik çekmemiş birini de kanaatkâr olarak görmen mümkün değildir.

Geleneklerine sahip çıkan kişinin sonu hep iyi olur. (Çünkü) geleneği taşla kovalasan da o yok olmayacaktır.

  • 5.10. El Emeği ve Alın Teriyle Kazanmak

İslam, insana daima sürdürülebilir bir çalışmayı tavsiye etmiş, elinin emeği ve alnının teriyle helal olarak kazandığı kazancını yemeğe teşvik etmiştir. Çünkü bu tarz üretimin bizzat içinde olunarak kazanılan rızık, insan için en hayırlı, en tatlı ve en leziz olan nimettir. Hatta dürüst bir tüccar, Kevser Havuzu’nun etrafında Hz. Muhammed ile birlikte oturacaktır. İsraf etmeden, doğayı tüketmeden elde edilen dengeli kazanç, rızkın onda dokuzu olarak dile getirilmiştir. Veren elin alan elden üstün olduğuna yönelik İslami inanç ve bunun zıddı olan dilencilik yapmak, başkasına el açmak, tembellik edip miskin miskin oturmak, rızkını hiçbir çaba sarf etmeden başkasından beklemek İslam tarafından yasaklanmış ve haram kılınmıştır. Bunun şuurunda olan İbn el-Mübârek, geçimini ticaret yaparak sağlamış, gereğinden fazlasını ise tasadduk etmiştir. Adamın birinin, bir gün Fudayl b. Iyâd’a: “Ailen, karın ve çocukların bu mala muhtaç durumdalar. Allah’tan kork, git ve o malı (ihtiyaç malzemelerini) şu kavimden al (iste, dilen).” dediğini duyan Abdullah bin Mübârek, bunları söyleyen adamı azarladıktan sonra şunları söylemiştir:

والرز الجاروش من كل

الشعير خبز زومن

ﻻ حلا ذاك واجعلن

السعير نار من تنج

-ال ذي من رزقك والتمس

القدير الرب و عرش-

هداك – اسطعت ما و أنا

ميرﻻا دار عن – الله

واجتنبها تزرها ﻻ

مزور شر إنها

-وتدنى الدين توهن

الكبير الحوب من ك-

-مغ يا تسقط أن قبل

بير حفرة رورفي-

-دن من – ويحك يا – وارض

اليسير بالقوت ياك-

………………..   s.76-77

El değirmeninden (el emeği, bilek gücü ile kazanılan) pirinç ve arpa ekmeği ye.

Bu (yediklerini) helal kıl (helal yoldan elde et). (Böylece) alevli ateşten korunmuş olursun.

Rızkını arşın sahibi, her şeye kadir olan Allah’tan iste.

Elinden geldiği kadar da padişahın kapısından uzak dur. (Kimseye minnet etme ki) Allah sana hidayet versin.

(O padişahın) kapısına (dilenmek için) gitme, sakın. Çünkü orası çok kötü bir ziyaretgâhtır.

(Minnet) borcu kişiyi zayıflatır. Seni büyük günahlara, hatalara yaklaştırır.

(Böylece) ey mağrur kişi, o çukura, kuyuya (aşağılanmaya) düşmemiş olursun.

(Batasıca herif) yakınında ( elinde) olana, az da olsa razı ol. (Yoksa) vay hâline.

  • 5.11. Hayâ

Dinden bir parça olan hayâ kelimesi, bireyin sosyalleşmesinde ve toplumsal olarak onay kazanmasında son derece önemli bir kavramdır. Ar ve tekdiri mucip olan bir kötülükten nefsin son derece sıkılması, şiddetle müteessir olması demek olan hayâ, insanın sahip olduğu en büyük fazilettir (Akseki 1977: 251). Esfel-i sâfilînin zıttı olan hayâ, “eşref-i mahlukât” olarak nitelendirilen ve Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan: “Andolsun, Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn suresi 4. ayet) ayetinden de anlaşıldığı gibi “en güzel biçimde yaratılan” insanın bu hüviyetini korumasına vesile olan en önemli hasletlerdendir.  Çünkü hayâ sahibi olanlar, gayr-ı ahlaki ve meşru tavır ve davranışlardan uzak olurlar, kötü arzu ve isteklerden sakınırlar, fazilet sahibi insanlarla birlikte bulunurlar, kendilerini Allah (c.c.)’a yakınlaştıracak hasletlere sahip olmaya gayret ederler. Bunun için İbn el-Mübârek, insanlara hayâ sahibi olmalarını tavsiye eder:

العر بذي خلوت إذا حييا كن

مجيد حكيم من ش

عميدا بالإله تهاونت قد

العبيد عيون عن تغيبت و   s.70

Hakîm ve Mecîd olan yüce arşın sahibi Rabbinle halvet halinde (başbaşa) kaldığında mahcubiyet (hayâ) halinde ol.

(Çünkü sen) Allah’ın emirlerini bilerek ihmal ettin ve insanlar/dan(ın bakışlarından da) utanmadın çekinmedin.

  • 5.12. Sabır

İçerisine düşülen darlığın ve sıkıntının geçmesi için Allah (c.c.)’ın yardımını ve ihsanını kazandırabilecek en güzel hasletlerden biri olan sabr-ı cemîl, aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda nefsi hapsetmek ve kendine hâkim olmaktır. Dayanılması zor olan ve insana ağır gelen sıkıntılara, ancak “sabır ahlakı” ile dayanılıp katlanılabilir. Allah’ın emirlerini yerine getirebilmek, yasaklarından uzak kalabilmek, nefsin hoş gördüğü, fakat aklın ve dinin hoş görmediği şeylerden kaçınmak sabırla olabilir. Kişinin elinde olmadan başına gelen, karşılaşılan felaket ve musibetlere dayanmak, onları kolaylıkla atlatmak yine sabırla mümkündür (Kalkan 2002: 353). Onun için Hz. Peygamber, sabreden kişinin zafer kazanacağına dikkat çekmiştir. Her zorluktan sonra bir kolaylığın olacağına vurgu yapan İbn el-Mübârek, mutluluk kapısının anahtarının sabır olduğunu söylemiştir:

الصبر الفرج باب مفتاح

يسر بعده عسر وكل

حالة على يبقى ﻻ والدهر

بعده الأمر يحدث و الأمر

التي الليالي تعنيه والكره

والشر الخير عليها تفنى  s.75

Mutluluk kapısının anahtarı sabırdır. Ve her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.

Zaman (şartlar) hep olduğu gibi kalmaz (değişir), olaylar birbirini izler,

Meşakkat, içinde hayrın da şerrin de yok olduğu, bittiği geceler gibidir.

İnsan, kişiyi Allah (c.c.)’a yaklaştıran hasletlerden ve en faziletli davranışlardan biri olan sabırla hemhal olunduğunda, ancak tahammül edebilir. Nitekim gencin biri, İbn Mübarek’e arkadaşlık ediyor ve onunla ders yapıyordu. O genç, onunla yaptığı sohbet kadar kimseyle konuşmazdı. Bir gün İbn el-Mübârek için iki beyit yazdı. İbn el-Mübarek de o iki beyte cevaben şunları söylemiştir:

طعمها لذيذ الصبر غاية

كالصبر منه الذوق وردئ

بينا لفضلا الصبر في إن

تصطبر عليه النفس فاحمل  s.73

Çok sabırlı olmak (sonuç itibariyle) lezzetlidir (iyidir, güzeldir, fakat bu duruma katlanmak ve tahammül) ödağacı (yemek gibi) zor ve kötü gelir. 

Şüphesiz sabırlı olmakta apaçık bir fazilet vardır. Nefsini sabırla donat ki tahammül edebilesin.

  • 5.13. Başkalarının Aybını Araştırmamak

İslam’ın men ettiği davranışlardan biri de başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırmak ve onları ifşa etmektir. Özellikle kendisinin kusur ve ayıplarını görmeyip başkalarınınkini araştıranlar, ahlaklı insan olmadıkları gibi, kendisinden korunulması gereken insanlar olarak görülmektedirler. Hatta devamlı kusur ve ayıp arayanlar, belli bir süre sonra var olan güzellikleri de göremez hâle gelirler. Hatta Allah (c.c.), onun kusurlarını ortaya çıkardığı gibi onu rezil ve rüsva da eder. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Her kim, bir müslim kardeşinin ayıplarını, kusurlarını, kimsenin görmesini ve işitmesini istemediği şeylerini örterse, Allahu Teâla da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim müslim kardeşinin, meydana çıktığını istemediği bir şeyini ortaya çıkarır ve dile verirse, Allahu Teâla da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır ve bu suretle kendi evi içinde de olsa onu rüsva eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir.” (Akseki 1977: 276). Hz. Peygamber’in hayatını kendi hayatına tatbik eden ve sünnetlerine tam olarak bağlı olan İbn el-Mübârek et-Türkî de kişinin arkadaşının ayıplarına karşı “kör olması”nı tavsiye etmektedir:

قوماً الاسفار في صاحبت إذا

الشفيق الرحم كذي لهم فكن

وعلم بصر ذا النفس بعيب

الرفيق عيب عن النفس غني

قوم كل بعثرة تأخذ ولا

الطريق إلى هلم :قل ولكن

يقلوا تهم بعثر تأخذ فان

صديق بلا الزمان في تبقى و    s.93-94

Herhangi bir toplulukla beraber yolculuk ettiğinde onlara karşı müşfik akrabaları gibi ol.

Basiret ve ilim sahibi biri, (başka bir) kişinin ayıbına muttali (şahit) olduğunda, (ona düşen) arkadaşının ayıbına karşı kör olmasıdır.

Hiçbir topluluğu yaptıkları hatalardan ötürü (hemen cezalandırma) kınama, onlara “haydi (doğru) yola gelin” de.

Onları yaptıkları (her) bir hata için kınarsan, dostların azalır ve bir zaman gelir ki dostsuz kalırsın.

  • 5.14. Tevazu Sahibi/Gösterişsiz Olma

Beğenilen ve güzel addedilen hasletlerden olan tevazu, kendisinden küçükleri hakir görmemek, akranları arasında kendine büyük süsü vermemek, herkesle görüşüp konuşmak, alçak gönüllü olup kibirlenmemek demektir. İslam, insana tevazu sahibi olmayı teşvik etmiş, bunun zıttı olan kibri ise yasak kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde; “Müslüman kardeşine karşı alçak gönüllü olanı Allah yükseltir; azamet ve kibir göstereni de zelil kılar.” buyurmuştur (Akseki 1977: 249-50). Bu şuurda olan İbn el-Mübârek bir şiirinde şöyle demiştir:

غدا منزل في طمرين ذي ب ر ألا

نمارقه و مبثوثة زرابيه

قصره حول نوارهأ اطردت قد

قهﺌحدا  عليه والتفت وأشرق   s.93

Nice eski püskü elbise giyenler vardır ki, onların (cennetteki) makamları sıra sıra serilmiş yastıklar ve gösterişli yaygılardır.

Onların sarayları etrafında sürekli aydınlık ve parıltı vardır, (cennet gibi) bahçeleri onların etraflarını sarmıştır.

  • 5.15. İlim

“En çok bilgisi olan, Allahü Teâlâ’dan en çok korkandır.”, “Peygamberlikten sonra en faziletli olanlar, ancak ilim öğrencileridir.” ve “Cahil, bilgisi olmayan insan küçüktür, yaşlı da olsa. Âlim büyük sayılır, yaşı küçük de olsa.” (Okuyan 2016: 70) diyerek ilmin ve ilim öğrenmenin gereğini dile getiren İbn el-Mübârek’in bu konuyla ilgili bir şiiri, şu şekildedir:

الورعا ر باد العلم طالب يا

الشبعا اهجرو النوم وهاجر

عشب أنتم الناس أيها يا

طلعا كلما الموت يحصده

فاقته عند الرءُ يحصد ﻻ

زرعا حياته في الذي ﻻإ  s.86

Ey ilme talip olan (öğrenci)! Takvaya yönel, uykuyu ve tokluğu (doyana kadar yemeyi) terk et.

Ey insanlar! Sizler, boy verip büyüdüğü zaman ölümün hasat ettiği (biçtiği) çayır, ot gibisiniz

Fakir, yokluk içerisinde (boş, hayatı boyunca hiç okumamış, üretmemiş, araştırıp öğrenmemiş) insan olgunlaşamaz. (İnsanın olgunlaşması ve hasat edilmesi için) hayatında bir şey ekmesi (üretmesi, okuyup araştırması ve öğrenmesi) gerekir.

Kişinin “elinin boş kalmaması”, “hayal kırıklığına uğramaması” ve “arzusuna kavuşması” için soru sorması, önemli ve gerekli olan bir husustur. Çünkü soru sormak, ilim öğrenmenin ve bilgi kazanmanın, hatta bunların neticesinde oluşturulan müktesebatın en önemli unsurlarından bir tanesidir. Hatta İbn el-Mübârek’e göre; “güzel soru sormak”, ilmin yarısıdır.  Bundan dolayı soru sormaktan utanmamak ve çekinmemek gerekir. Nitekim kendisine birinin soru sormak üzere geldiğini, ancak utanarak sorusunu soramadığını fark edince, İbn el-Mübarek ona bir not göndererek şöyle demiştir:

-ال عبد سؤالك عن تعليت إن

حنين بخفي إذن ترجع له-

تجده بالسؤال الشيخ فاعنت

بالراحتين يلتقيك سلسا

الثكالى صياح تصح لم وإذا

اليدين صفر وأنت عنه رحت     .s 120

Ey Allah’ın kulu, soru sormaktan (utanarak) vazgeçersen, eli boş, hayal kırıklığı ile dönmüş olursun.

Soracağın sorunla, hocanın ilgisini çekersen, onun nazik ve ağırbaşlı olduğunu ve seni rahat ve iyi karşıladığını görürsün.

Tıpkı yavrusunu kaybetmiş bir annenin çığlığı gibi, haykırışı gibi bağırmazsan, (derdini dile getirmezsen) elin boş (sıfır) olarak gidersin.

  • 5.16. Sultanlık/Siyasî Otorite

İbn el-Mübârek, “ilacı olmayan bir hastalık” olarak nitelendirdiği sultanlık/liderlik için şöyle demekektedir:

له دواء ﻻ داء الرياسة حب

بالقسم الراضين تجد وقلما  s.104

Liderlik, başkanlık sevdası ilacı olmayan bir hastalıktır. Ve onu paylaşmaya razı olanı çok az bulursun.

İbn el-Mübârek, siyasal anlamda her türlü lider ya da otorite sahibi olan kişileri mevcut durumlarının verdiği hâletiruhiyeye dayalı olarak uyarmaktadır. O, sadece otoritenin bir uyarısı şeklinde düşünceler sergilemez, aynı zamanda servet sahibi insanlar için de uyarılarını sürdürür:

: لهم وقل المترفين  بدار قف ألا

؟والقرى نﺌالمدا أرباب اين ﻻأ

بغبطة الناعمون الملوك واين

؟ كالدمى الرعابيب البيض عانق ومن

:ديارهم لقالت دار نطقت فلو

للبلى و للتراب صاروا الخير لك

ليله و النهار كر وأفناهم

فتى ﻻو كهل للأيام يبق فلم   s.59-60

Hey! Zenginlerin, lüks ve konfor içinde yaşayanların evlerinde (yurtlarında) dur ve onlara de ki:  (Bunca) şehirlerin, köylerin sahipleri (kurucuları) şimdi neredeler?

Nerede o imrenilesi nimetler verilmiş melikler/sultanlar, o güzel ve yumuşak tenli kadınları oyuncak bebekler gibi kimler bağrına basıyor.

Şayet o evler (yurtlar) konuşabilselerdi, derlerdi ki; “Sana hayır (iyilik) dileriz, (lakin o melikler de o kadınlar da) toprak olup çürüyüp gittiler.

Onları gece ve gündüzün baskınları (zamanın akıp gitmesi) yok etti, bitirdi. Bugünlere ne bir yaşlı ne de bir genç kaldı.

  • 5.17. Aşk

İbn el-Mübârek’in şiirlerinde üzerinde durduğu konulardan birisi de aşktır. Aşkla ilgili şiirler kaleme almış ve bu şiirlerinde aşkın kendi üzerindeki etkisi ve sevdiğine karşı olan hissiyatını dile getirmiştir. Nitekim satın aldığı bir cariyesini çok seven İbn el-Mübârek, ona karşı olan sevgisini ve hissiyatını şöyle ifade etmiştir:

الشر من الريح هبت

بريحك فجاءتني ق

ال نسيم فتنشقت

حك نفو طيب من سعيش

حتى همتك قتو

حك كشو بين خلتني

حي ورو أنساك كيف

روحك جنس من صنعت   s.65-66

Rüzgâr, doğudan (öyle bir) esti ki, senin (o güzel) kokunu bana getirdi.

Senin (etrafa yaydığın) o güzel kokundan (oluşan) hayat esintisini (kokladım), içime çektim.

O kadar ki bağrımı delip geçtiğini zannettim (sana olan aşkımdan aklımı yitirdim, kendimi senin kalbinde yaşıyor sandım).

Seni nasıl unutabilirim ki ruhum, senin ruhunla aynı şeyden yaratıldı.

İbn el-Mübârek, şu şiirinde ise demirden yapılmış zırh gibi bir elbise giyen güzele öyle bir baktığını ifade eder ki, o bakışıyla onun demirden elbisesini yani kalbini yumuşattığını ifade eder:                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

كسوتها لو نظرة  إليها نظرت

المسرد الحديد أبدان سرابيل

حديدها وفض حواشيها لرقت

نت لداود فى اليدﻻ كما نتﻻو           .s70

Ona (o kadına) öyle bir baktım ki, ona demirden yapılmış zırh misali elbiseler de giydirmiş olsan…

Tıpkı Dâvûd (as)ın elinde demirin yumuşayıp (eğilip büküldüğü, kırıldığı) gibi onun uçları kenarları incelir, yumuşar ve kırılırdı.

 

Sevgiliden ayrı olup ona kavuşmayı arzulayan şâir, bu duygusunu ise şöyle dile getirmiştir:

ترحما أن منك لي يأن ألم

واللوما العوازل وتعصي

مغرم بكم لصب وترثي

مأتما كم هجر على أقام

ليله جنه إذا يبيت

والانجما الكواكب يراعي

لوأنه الصب على وماذا

حرما؟ ما الوصل من أحل   s.100

Aradaki engellere ve kınayanlara isyan edip bana merhamet etme zamanı gelmedi mi hala?

Sizin ayrılığınızla matem tutan âşığınıza, aşk miras bırakmanızın (zamanı gelmedi mi)

Gecenin karanlığı onun üzerine çöktüğünde, yıldızları ve gezegenleri seyreder.

Kendisini mahrum ettiğin kavuşmadan (vuslattan) aşığın ümit keserse, o zaman ona ne yapmak düşer (daha ne yapsın ki).

Kaynaklarda, el-Huseyn b. Dâhir’in, bu şiirin tamburla bestesini yaptığı ve okuduğu kayıtlıdır. Bir başka rivayette ise, bu şiirin büyüsünü fark ettiğini, udunu eline alıp bununla oyalandığını belirtmiştir:

           

  • 5.18. Şehir Şiirleri

İbn el-Mübârek, bazı şehirler için şiirler kaleme almıştır. Bunlardan birisi, onun bir gün beldeler arasında bir tercih yapması gerektiğinde hiç düşünmeden tercih edeceğini ve onu diğer şehirlerle karşılaştırmayacak kadar değerli gördüğünü ifade ettiği, Hamedan (bak. Yazıcı 1998) ile ilgilidir:

صلاء على ونحن لها أقول

نار؟ حر عندك للنار أما

يوماً البلدان في خيرت لئن

بالخيار عندي همذان فما   s.80

Bizler büyük bir tuzağın (imtihanın) üzerindeyken, ona diyorum ki, cehennem için yakacağını yanında mı taşıyorsun (götürüyorsun).

Eğer bir gün beldeler arasında tercih yapmak durumunda kalsaydım, Hamedan benim gözümde (diğerlerinden) önde olurdu (Hamedan’ı diğerleriyle karşılaştırmam bile).

Diğer bir şiiri ise, Tarsus’la ilgilidir. Durumu müsait olanlara gitmesini tavsiye ettiği Tarsus’un halkını, cömert, dost canlısı ve düşmana karşı savaşma arzu ve isteğine sahip olarak nitelemektedir. Hatta düşman üzerine gözlerini kırpmadan atıldıklarına vurgu yapmaktadır:

قبلوا إن العزاب على أشير إني

بطرسوس مثوى لهم يكون بأن

رافقة بالاهل واسعة الدار

محسوس غير وأجر العدو غيظ

بةﺌنا الحرب في نابهم إذا قوم

كوس على يلووا فلم الرباط حلوا        83.s

Bekârlara (durumu gitmeye müsait olanlara) eğer kabul ederlerse, Tarsus’a (gidip oraya) yerleşmelerinin tavsiye ederim.

Tarsus’ta cömert ve dost canlısı bir ahali, hesap edilemeyen bir ecir ve düşmana karşı öfke vardır.

(Tarsus’taki) kavim (öyle bir kavim ki) savaşmaları gerektiğinde (sıra onlara geldiğinde) bağları koparırlar ( gemileri yakarlar) ve tek ayakla bile olsa (tüm olumsuzluklara rağmen) kimseye aldırmazlar savaşırlar.

  • 5.19. Övgü Şiirleri

İbn el-Mübârek, övgü şiirleri de kaleme almıştır. Bu övgü şiirlerinin, dönemin melikleri, halifeleri ve devlet erkânı için değil de önemli âlimleri ile fazilet sahibi kimseleri için olması dikkat çekmektedir. Bu şiirlerden birisi, aynı zamanda hocası olan, dönemin önemli hadis hafızı ve kıraat âlimi, Hammâd bin Zeyd (bak. Altıkulaç 1997) hakkındadır. Bu şiiri şu şekildedir:

علما الطالب أيها

زيد بن حماد إيت

بحلم العلم فاطلب

بقيد قيده ثم

كجهم و كثور ﻻ

عبيد بن كعمرو  s.67

Ey ilim irfan sahibi olmak isteyen (öğrenci), Hammâd bin Zeyd’e git.

Hoşgörü ve sebatla ilim öğren, sonra da onu güzelce kaydet.

Sevr[11] gibi veya Cehm[12] gibi değil, Amr b. Ubeyd[13] gibi (öğren).

 

Övgü şiiri yazdığı diğer bir kişi ise, hem Türk-İslâm kültürünün şan ve şeref sahifesinde yer alan önemli bir şahsiyet hem İslam dünyasının onuru ve itibarı hem mensubu olduğumuz Hanefî mezhebinin müessisi ve imamı hem de Ehl-i sünnet’in ilk kurucusu ve banisi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe[14]’dir (Kartal 2017: 96). Hammâd bin Zeyd’in ölümünden sonra büyük bir ilim dalgası başlatan ve büyük bir ilim deryası olan hocası ve dostu İmâm-ı A’zam için ise şunları dile getirmiştir:

يوم كل حنيفة أبا رأيت

خيراً يزيد و نباهة يزيد

يصطفيه و بالصواب وينطق

الجور جورا أهل قال ما إذا

بلب يقايسه من يقايس

نظيرا له يجعلون ذا فمن

كانت و حماد فقد كفانا

كبيرا أمرا به مصيبتنا

عنا عداءﻻا شماتة فرد

و أبدى بعده علماً كثيرا

يؤتی حين – حنيفة أبا رأيت

غزيزاً بحرا – علمه يطلب و

تدافعتها المشكلات ما إذا

بصيراً بها كان العلم رجال   s. 73-74

Görüyorum ki, Ebu Hanife’nin asaleti, şöhreti, iyiliği günden güne artıyor.

(Çünkü) doğruları konuşuyor. Cevr edenler bile söz söylerken onun (sözlerini, verdiği hükümleri) tercih ediyorlar.

Karşılaştırma yapanlar, onu akıllı(ca) mukayese ediyorlar. Kim onun dengi olabilir ki

Hammâd’ın kaybı (vefatı, şüphesiz) bize büyük bir olay ve musibet olarak yeter.

O (Ebu Hanife) düşmanların (Hammâd’ın ölümü karşısındaki) sevinçlerine cevap verdi, karşı çıktı. Ondan sonra büyük bir ilim (dalgası, havası) başlattı.

Kendisine gelinip ilim talep edildiğinde, onu büyük bir ilim deryası olarak gördüm.

İlim adamları problemleri (çözemeyip birbirlerine) havale ettiklerinde, o bu problemleri basiretle çözdü.

 

İbn el-Mübârek’in övgü şiiri yazdığı kişilerden bir diğeri de, dönemin önemli hadis hafızlarından olan Mis’ar bin Kidâm (bak. Hatipoğlu 2005)’dır. Fazilet sahibi bir dost arayanların ders halkasına katılmasını istediği Mis’ar bin Kidâm içinse şöyle demektedir:

صالحاً جليساً  ملتمساً كا من

كدام بن مسعربن حلقة فليأت

وأهلها والوقار السكينة فيها

الاقوام علية و العفاف أهل  s.103

Her kim temiz, erdemli bir dost arıyorsa, Mis’ar b. Kedâm’ın ilim halkasına gelsin.

Onun ilim meclislerinde huzur, vakar ve ciddiyet vardır. O mecliste insanlar, iffet sahibidirler ve kavimlerince yüceltilmişlerdir (liderleridirler)

 

  • 5.20. Hiciv

İbn el-Mübârek, döneminde yaşayan zahitler, âlimler ve muhaddislere, doğruluktan ayrılmamaları, dünya hayatının kişiyi cezbeden güzelliklerine aldanarak devlet işlerine temayül göstermemeleri hususunda da çeşitli şiirler söylemiştir. Hatta sultanlara/idarecilere çeşitli nasihatlerde de bulunmuş, yaptıkları yanlış davranışlardan dolayı ise onları eleştirmekten çekinmemiştir:

ذئاب أنتم البلاد عدول يا

الثياب العيون عن سترتكم

حشا و تصطاد الذئاب ان غير

اليباب القفار آتها ومبا

اليتامى مال العدول ويصيد

العقاب يصيد كما باقتناص

منهم لتصنع موضع عمروا

خراب منهم ص خلا ﻻا ومحل   s.62-63

Ey bu beldelerin adil, dürüst (gibi görünen yöneticileri), sizler kurtlar(dan farksız)sınız. Sizin ayıplarınızı, günahlarınızı (bir maske gibi giydiğiniz) elbiseleriniz (sahibi olduğunuz yüksek makam ve mevkiler) örtüyor.

Oysa kurtlar vahşice avlanırlar, onların yurtları ıssız, çorak, kurak araziler, harabelerdir.

İşte o makam mevki sahipleri, kartalın her fırsatı ganimet bilip (zayıfları) avlaması gibi, yetimin garibin malını avladılar (yediler).

Yapmacıklıkta, riya ve gösterişte oldukça mahir (olan bu şahıslar), ihlasta ve dürüstlükte harabe ev (gibidirler, dokunsan yıkılacaklar).

Bu hüviyette olan şiirlerinin başında şu bilgiler yer almaktadır: İbn el-Mübârek’in arkadaşlarından olan İsmail b. Aliyye, Bağdat’ta Divan-ı Sadakat (zekât veya vergi kurulu) ’a başkan olarak atanınca, İbn el-Mübârek’e bir mektup yazarak kendisine Kurra’dan (Kur’an hafızlarından) birkaç kişi göndermesini istemiştir. İbn el-Mübârek, ona şu şekilde bir cevap yazmıştır: “Kurra iki çeşittir. Birinciler, bu işi Allah rızası için yapanlar, bundan dolayı onların seninle görüşmelerine gerek yoktur. İkinciler ise, bu işi dünyalık elde etmek için yaparlar. Onlar, topluma, hükümranlardan ve siyasetçilerden daha zararlıdır. Bazı kaynaklarda ise, İsmail bin Aliyye’nin, Halîfe Harun Reşîd döneminde Bağdat’a kadı olarak atanması Abdullah b. Mübarek’e ağır, tahammül edilemez geldiği için onu kınayan şu beyitleri yazdığı kayıtlıdır. Bu beyitler, Bağdat’taki İsmail bin Aliyye’ye ulaşınca, Harun Reşîd’den azlini istemiştir. Yapılan ısrarlardan sonra halife tarafından görevden alınmıştır. Bu şiir şu şekildedir:

بازياً له الدين جاعل يا

المساكين أموال يصيد

ولذاتها للدنيا  احتلت

بالدين تذهب بحيلة

بعدما بها مجنوناً وصرت

للمجانين دواء كنت

كما بدنيا الدين تبع ﻻ

الرهابين ضلال يفعل

مضى فيما رواياتك أين

سيرين وابن عون ابن عن

في والقول أحاديثك أين

السلاطين أبواب لزوم

كذا وماذا أكرهت تقول

الطين في العلم حمار زل   s.116-117

Ey dini kendisine şahin (zorbalık aracı) yapan ve miskin ve gariplerin mallarını avlayan (haksız yere alan) kişi!

Dini alıp götüren (ortadan kaldıran)! (Çeşitli) hilelerle, dünya ve onun lezzetlerini (makam, mevki ve menfaatlerini) elde ettin.

Aklını kaybetmişlerin, yoldan çıkmışların dertlerine deva iken, (şimdi sen) mala mülke âşık oldun.

Korkakların, ödleklerin ve sapıtmışların yaptığı gibi sen de dinini dünya için satma (dünya ve onun nimetlerini dine tercih etme).

Hani nerde senin geçmişte İbn Avn ve İbn Sîrîn’den yaptığın rivayetler.

Nerede (rivayet ettiğin) hadislerin, “Hükümranların kapılarının terkedilmesi” ne dair sözlerin (Hükümdarlara, idarecilere, yalakalık edilmemesi gerektiğine dair sözlerin).

“Mecbur kaldım” diyorsun, ne yani sırtlarında kitaplar taşıyan eşeklerin de ayağı böyle kaymaz mı (Burada Cuma Suresi 5. ayete atıf yapmıştır.)

 

Abdullah b. Mübarek et-Türkî, Bağdat’ta münzevi bir hayat süren, giydiği yün elbiseden dolayı başkasıyla karıştırılması mümkün olmayan bir kişiyi görmüş ve o adama bakarak kim olduğunu sormuştur. Onun aynı zamanda şair olan “Ebû Atâhiyye” olduğunu öğrenince şu şiiri yazmıştır:

الصو لبس الذي القارئ أيها

الزهاد في يعد وأمسى ف

فيه اضع والتو الثغر الزم

العبد منزل بغداد ليس

محل للملوك بغداد إن

الصياد رئ للقا ومناخ   s.69

Ey yün elbiseler giyinen ve zahitlerden sayılıp (geçinip giden) şair!

(Seni günahlardan men edecek) korunaklı bir yere ve tevazuya sımsıkı sarıl, (zira) Bağdat, zahit olarak yaşamaya uygun bir yer değildir.

Bağdat, meliklerin (zenginlerin) ve (mal-mülk, servet avcısı) okuyucuların (ağzı laf yapan şairlerin) şehridir.

Cehm bin Safvan’ın adı, Abdullah bin Mübârek’in yanında anılınca, onunla ilgili eleştiri mahiyetinde olan şu beyti söylemiştir:

داعياً الناس أتى لشيطان عجبت

جهنم من اسمه واشتق لنار إلى   s.102

İsmi cehennemden (cehennem kelimesinden) türemiş, insanları ateşe (cehenneme) davet etmek üzere gelmiş şeytana şaştım kaldım.

Somurtkan kimselere hoşgörüyle bakmayan İbn el-Mübârek, yanında kâtiplik yapmak isteyen (kaba, sevimsiz, somurtkan) biri için şu eleştirel şiirini yazmıştır:

ثقيل الكتاب صاحب يا أنت

طويل الثقيل من وقليل  s.96

Ey kitap sahibi (katip)! Sen çok somurtkan ve sevimsizsin. Somurtkan ve sevimsizlerle geçirilen az bir zaman bile çok çekilmez gelir.

Bir başka şiirinde ise, alçak mertebeli kimseleri şöyle eleştirmiştir:

شواربهم حفوا تروا الذين إن

مغرور جنب في جراحتها تخفى

بأسهم أن ﻻإ الصعاليك هم

بالزور للأيتام الشهادات بث

قلانسهم  ﻻإ منهم راعني ما

بمسرور يوما لهم العداة لبس

طعنتها كالرمح قلانسهم قوم

مشهور السرج ذنب كل وتحتها

رماحهم كانت غضبوا إذا قوم

والدور والغلات المساكين على

تأكلها الملح بجريش كسرة كم

بزنبور تحشى تمرة من ألذ

صاحبها للهلك قربت أكلة كم

عصفور عنق دقت الفخ كحبة  s.79-80

Bıyıklarını tıraşlayıp, kusurlarını, kibirli yanlarıyla gizlemeye çalışan insanlar görürsün.

Onlar serserilerdir. Tek yaptıkları, yetimler (güya kimsesizlerin haklarını koruma) hakkında yalan dolan söylemler yaymalarıdır.

Beni, sevinçli günlerinde giydikleri şapkaları ki düşmanların giydiği (elbiseye benzer), dışında hiçbir şeyleri ürkütmez.

Kınadığım bu topluluk, şapkaları mızrak gibi (olan) altında ise günah semeri (suçtan başka bir şeye çalışmayan kafa) olan meşhur bir topluluktur.

Bu topluluk kızdığında mızraklarını fakir fukaraya, (onların) evlerine ve (o evlerdeki) erzaklara çevirirler (saldırırlar).

Yediğin tuz kırıntılarının tozu bile, içine eşek arısı doldurulmuş hurmadan daha lezzetlidir (daha sonra minnet borcuyla kıvranacağın şeyleri almamalısın).

Sahibini helak’e yaklaştıran (götüren) nice yiyecekler vardır. Tıpkı tuzağa yerleştirilip serçenin boynunun kırılmasına sebep olan küçük taneler gibi.

Abdullah bin Mübârek, Hz. Peygamber’in ashabı aleyhine propaganda yapan ve Haricîlerin önemli şâirlerinden olan İmrân bin Hıttân’a muhalefeten ise şunları söylemiştir:

لغامزة ديني في لي ليس امرؤ إني

طعانا الاسلاف على ولست لين

مشتغل فكرت إذا ذنوبي وفي

غفرانا ألق لم إن معادي وفي

سلفاً لنا كانوا مضوا قوم ذكر عن

أعوانا الاسلام على وللنبي

أبداً مستغفراً لهم أزال ولا

وإعلانا سرا به أمرت كما

عملوا الذي في عليهم الدخول فما

عصيانا فرطت وقد مني بالطعن

عمرا ولا أبابكر أسب فلا

عثمانا – ماذالله -أسب ولا

أشتمه الله رسول عم ابن ولا

أكفانا الترب تحت ألبس حتى

ولا الرسول حواري الزبير ولا

هانا أو عز شتماً لطلحة أهدي

كما المؤمنين لأمّ أقول ولا

و بهتانا زوراً لها الغواة قال

لقد السحاب في علي : أقول ولا

وعدوانا جوراً إذا قلت – والله –

حملت وما ألقته المزن في كان لو

إنسانا الأحياء من السحاب مزن

مقتصد حب عليا أحب إني

عثمانا الفضل في دونه أرى ولا

قدم له كانت فقد علي أما

بانا قد الناس في بها السابقين في

ورع وذا صدق ذا عثمان وكان

غفرانا الله جزاه أخينا براً

مشايعة قلبي من الله يعلم ما

عفانا وابن علياً للمبغضين

علانية بغضي لأمنحهم إني

كتمانا الصدر في أكتمهم ولست

لمبتدع يوماً  حرمةً أرى ولا

وأوهانا مني له يكون وهناً

له إن الجهم بقول أقول ولا

أحيانا الشك  أهل يضارع قولا

خليقته عن تخلى أقول ولا

شيطانا وولّى الأمر العباد رب

تجبره في هذا فرعون قال ما

طغيانا هامان  ولا موسى فرعون

لنا ليس الاسلام ملة على لكن

سمانا الله بذاك سواه اسم

فاعتصموا الله حبل الجماعة إن

دانا لمن الوثقى العروة بهاهي

معضلةً بالسلطان يدفع الله

ورضوانا منه رحمة ديننا عن

سبل لنا يأمن لم مةﺌالا لولا

لأقوانا نهباً أضعفنا وكان   s.109-112

Ben dininde eksiklik, kötülük olmayan bir kişiyim, yumuşak huyluyum, geçmişimi de incitecek, onlara ta’n edecek değilim.

Ben kendi günahlarımla meşgulüm (onları düzeltmeye çalışıyorum). Eğer (Allaha verdiğim) sözümü tutamazsam, (Allah) günahları bağışlayandır.

Zikri geçen ve bizim selefimiz olan o topluluk, Peygamber’e İslam’da (davasında) yardımcıydılar.

Emir olunduğum gibi, onlar için sonsuza kadar açıktan ve gizli olarak, mağfiret dilemeye devam edeceğim.

Onlara yapıp ettikleri şeylerde kötüleme incitme gibi bir müdahalede bulunmam demek, benim isyanda aşırı gitmem demektir.

Ne Ebû Bekir’e ne Ömer’e ne Osman’a asla sövemem, Allah korusun.

Ne de Allah Resûlü’nün amcası oğluna (Hz. Ali’ye) velev ki toprağın altında kefen giydirilmiş olsam da (öldürseler bile).

Ne Allah Resûlü’nün havarisi (arkadaşı, yardım edeni) Zübeyr’e (Zübeyr bin Avvâm’a). (Aynı şekilde) Talha’ya da (Talha bin Ubeydullah’a) sövemem, (zira o da) aziz biridir, nahiftir (zarif, nazik). 

Sapıkların, yalan ve iftira attıkları, mü’minlerin annesine de (Hz. Âişe) bir (kötü) söz söylemem.

Hz. Ali bulutta (göklere çekildi) diyemem. Allaha yemin olsun ki böyle dersem zulüm ve düşmanlık etmiş olurum.

Eğer Ali, yağmur bulutlarında olsaydı, bulutlar onu (fırlatır) atardı, yağmur bulutları, insanı taşıyamaz.

Ben Ali’yi, ölçülü ve makul bir şekilde seviyorum ve onu Osman’dan üstün görmüyorum.

Ancak Ali’nin öncekiler (ashâb-ı kirâm) nezdinde apaçık bir önceliği (ayrıcalığı ) vardı .

Osman dürüst ve takva sahibi bir insandı. Allah onu mağfiretiyle ödüllendirsin. O aklanmış bir kardeşimizdir.

Allah, benim Ali ve Osman’a buğz edenlere destek olduğumu hiç belirlememiştir (beni Ali ve Osman’a buğzedenlere destekçi yapmadı).

(Ali ve Osman’ı sevmeyenlere karşı) nefretim alenidir. Bunu (nefretimi) göğsümde gizleyecek değilim.

Ben bugün bid’at ehline saygı duymuyorum. (Saygı duymuş olsaydım) bu benim zayıflığım ve acizliğim olurdu.

Ben Cehm’in (Cehm bin Safvan’ın) sözlerini söylemem. Onun sözleri bazen şek ehlinin (şüphecilerin) sözlerine benziyor.

İnsanların Rabbi Allah’ın, onu yaratma gayesinden uzaklaşan ve işini şeytana devreden(lerin sözlerini) söylemem.

Biz, ancak İslam dini üzereyiz. Allah’ın bizi isimlendirdiği bu isimden başka ismimiz yoktur.

(Bu sözler) Firavun’un küstahça ve kibirle söylediği sözler gibidir. Firavun’un Musa’ya zorbalığı, Hâmân’ın azgınlığı ve sapkınlığıdır.

Allah’a itaat etmek isteyen için, Cemaat (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) Allah’ın sıkı sıkıya sarılacağınız bir ipi ve çok sağlam bir tutamaktır.

Allah, bize olan merhameti ve rızasıyla, (bize karşı) zorbalığı bir sorun olarak dinimizden def eder.

Eğer imamlarımız (Ehl-i sünnet âlimleri) olmasaydı yolumuz güvenli ve huzurlu olmazdı. Güçlülerin hedefi haline gelirdik.

 

  • 5.21. Mersiye

Abdullah bin Mübârek, ölümünü duyduğu bazı kimseler için mersiye hüviyetinde şiirler de söylemiştir. Nitekim şâir ve münekkit olan el-Mufaddal ed-Dabbi’nin ölüm haberini alınca şunları söylemiştir:

منهم والمفضل رجال لي نعي

المفضل بعد العين تقر فكيف  s.97

Bana, aralarında el-Mufaddal’ın da olduğu bazı kişilerin ölüm haberi geldi. el-Mufaddal’ın ölümünden sonra gözler nasıl aydınlık olur ki.

            Mâlik bin Enes’in ölümü için ise şu mersiyeyi kaleme almıştır:

أهله زين الصمت ما إذا صموت

المختم الكلام أبكار وفتاق

حكمة كل من القرآن وعى ما وعى

والدم باللحم الاداب له وسيطت    s.103

Sükût, sahibinin süsüdür. Ve (söylenmemiş)  mühürlü sözlerin de sahibidir (yeni muteber bir konuşmanın temelidir).

Kur’ân’da var olan bütün hikmetleri kavramıştır. Edebi, ahlakı ruhuna ve bedenine sirayet etmişti.

  • 5.22. Nasihat/Öğüt Şiirleri

Abdullah bin Mübârek’in şiirlerinde insanlara çeşitli nasihatlerde bulunduğu ve insanları iyiliğe ve güzelliğe davet ettiği de görülmektedir. Bu tip şiirlerinden biri şu şekildedir:

قنعوا قد الدين بدون رجالا أرى

بالدون العيش في رضوا أراهم ولا

-كمااس الملوك دنيا عن بالله فاستغن

الدين عن بدنياهم الملوك تغنى-

بالدين دنياك في التزين ذر

بالموازين تجازى ليوم واعمل

عمل من الصوف لباس اللباس ليس

كالمجانين شعراً لأخذك ولا

شعث في الرهبان مع اللباس هذا

للرهابين نجاة تراه فهل

لمتجره حانوتاً المرء يفتح قد

بالدين الحانوت لك فتحت وقد

غلق بلا حانوت الأساطين بين

المساكين أموال بالدين تبتاع

موعظة فكرت لو الكهف سورة في

الاساطين بين خدع عن تنهاك

بها عملت إن أخرى الطواسين وفي

الطواسين بآيات الرشاد نلت

ناهية الكهف في ذكرت التي أما

المساكين أموال ثم الريا عن

فزاجرة الاخرى القصص وآية

الفراعين أمثال التكبر عن

به تصيد شاهيناً دينك صيرت

الشواهين أصحاب يفلح وليس   s.116-119

Dinsiz (bir hayatı) kabullenmiş insanlar görüyorum. (Çünkü) onlar basit (azla yetinen fakirâne) bir hayata razı değiller.

Tıpkı hükümranların dünya için dinden vazgeçtikleri gibi sen de hükümranların dünyasından Allah için vazgeç.

Dünyanı din ile süslemeye bak. Mizanlarla (terazilerle amellerinin ölçülüp) karşılığını alacağın (kıyamet) günü için çalış.

Sofiler gibi yün elbiseler giymek ve deliler gibi saçları uzatmak amel (yani din adamlığı) değildir.

Bu elbiseyi sadece zor durumda kalan (miskin) rahipler giyer, sen bu durumu rahipler için bir kurtuluş vesilesi olarak görüyor musun?

Kişi ticaret yapmak için bir dükkân açabilir. (Ben senin için dinde (kârı Allah rızası olan) bir dükkân açtım.

Sütunlar (büyük adamlar, devlet ricali) arasında, kilidi olmayan (kapısı hep açık) bir dükkân (ve orada) garibanların malları karşılığında din satılıyor)

Eğer düşünürsen Kehf Suresi’nde seni, sütunlar arasında hile yapmaktan men eden öğütler vardır.

Eğer bilirsen Tavâsîn’de (Tâ-Sîn harfleriyle başlayan Neml, Şuarâ ve Kasas surelerinde) seni doğru yola iletecek nice öğütler vardır.

Kehf Suresi’nde ki (nasihat) riyadan ve yetim malı yemekten alıkoyan ayetlerdir.

Kasas Suresi’nde ki (nasihat) firavunlar gibi tekebbürden (büyüklenmeden) alıkoyan ayetlerdir.

Dinini (insanların, gariplerin mallarını) avlayan bir şahine dönüştürdün. (Unutma ki) Böyle şahinlerin sahipleri (arkadaşları) asla iflah olmazlar.

            Bir başka şiirinde ise şu nasihatlerde bulunarak insanların ahirete hazırlanması hususuna dikkat çekmiştir:

– يظ ﻻو عدل حكم

النقير مقدار لم-

-مس يا الصرعة احذر

عثور دهر من كين-

وهاما  فرعون أين

النسور ونمرود ن

يو من تحذر ما أو

قمطرير عبوس م

فيه الشر اقمطر

مهرير الز بعذاب   s.78

Adil, her şeye hâkim ve en küçük bir haksızlık yapmayan Allah’ın katında,

Ey miskin adam! Her şeyin farkına varılan o zamanda, yerlerde sürünmekten sakın.

Firavun, Hâmân, Nemrut ve kartal başlı şimdi neredeler?

Suratların asık, azabın da çetin olduğu o günden hiç mi korkmazsın.

O gün azap şiddetlenir ve dondurucu soğuk da artar.

Abdullah bin Mübârek, bir rivayete göre “Horasan’da bir yeri kazdılar ve orada bir insan başı buldular. Bu insan başına ait dişlerden birini tarttılar ve diş 7 istar (140 gr.) geldi.”; diğer bir rivayete göre ise “Merv kalesinden iki adet dişi alıp taşımışlar ve tartmışlar, onlar iki menâ gelmiştir.” dedikten sonra şu beyitleri söylemiştir:

مضى قد من أيام تذكرت

هتونا سحا الدمع له فهاج

ذكراهم النفس في فرددت

لينا للقلب ذلك ليحدث

وعاتبتها لنفسي فقلت

:تستلينا أن النفس بت أ وقد

مضى قد من آثار أتنسين

خؤونا قدما نقاسيه ودهراً

عها وإيقا المنايا وقرع

بلينا فيما حﺌالصوا وصوت

حادث على نزال إن وما

حزينا؟ روعاً القلب له يطير

أصا حتى النفس تهدأ وما

الوتينا تصيب حديد بأخرى ب

إثرها على دراكاً وإما

المتونا تهد تكاد وقدماً

مسية في و يوم كل وفي

فينا بالموت بﺌالنوا تكر

به يراشى قريباً وإما

يمينا وإما شمالا وإما

ميت عن الروع سكن إذا

السكونا ينعى بآخر بدهنا

أرى ما على البقاء وكيف

يقينا قليل عما ستؤتين

آلها لم الأحبة دفنت

وطينا تراباً عليها أهيل

أهلها على تعز وكانت

دفينا أيضاً اليوم بها وأعزز

لحده في القبر غيب لقد

ودينا وبراً نبيلاً وقاراً

فارقتهم والأهل وصحبي

عزينا رفاقاً أراهم وكنت

أهليهم تأوب كأن

الحنينا تحب عشار حنين

بهم لحقنا صدق وإخوان

ضنينا منهم بالقرب كنت فقد

بعدهم من الدار وأوحشت

مستكينا ذكرهم على أظل

موتاهم يبكون الناس أرى

!الميتينا! من أبقى الحي وما

للفنا؟ هم مصير أليس

سنينا أيضاً القوم عمر وإن

يومهم إلى سوقاً يساقون

يشعرونا وما السياق في فهم

مضى قد من تبكين كنت فان

الهالكينا في لبفسك فبكي

البكا جهد لنفسك وبكي

تغفلينا أو تبكين كنت إذا

واحد لكم السبيل فإن

الأولينا الآخر سيتبع

مغترة بالعيش كنت وإن

الظنونا فيها نفسك تمنيك

انظري ثم قبورك فنادي

والأقربينا أهلك مصارع

لقوا؟ وماذا صاروا أين إلى

حينا الدور في كمثلك وكانوا

الحجا وأهل  الملوك وأين

تحذرينا؟ أو ترضين كنت ومن

قبلنا بنوا الذين وأين

القرونا؟ تتلو تتابع قروناً

رمتا قد بسنين أتيت

الدفينا أثاروا لما الحصن من

إحداهما منين وزن على

رزينا شيئا الكف بها تقل

قدرها على أخرى ثلاثين

الخالقينا أحسن يا تباركت

لأفواههم؟ يقوم فماذا

البطونا؟ تلك يملأ كان وما

أجسامهم تذكرت ما إذا

تهونا حتى النفس تصاغرت

الردى لاقى ذاك على وكل

خامدونا فهم جميعاً وبادوا    109-105.s

 (Bu dünyadan) göçüp gidenlerin günleri aklıma geldiği için gözyaşlarım yağmur oldu yağdı.

İçimden onların hatıralarını yâd ettim ki kalbim bu hatıralarla yumuşasın.

Nefsime çok kızdım, kınadım onu. O ise yumuşamayı reddetti.

(Ey nefsim) nasıl unutursun göçüp gidenlerin izlerini, hatıralarını ve acılarına katlandığımız o aldatıcı günleri.

Ölüm ve onun alametleri kapımızı çalıyor. (Ölüm alametlerinin) sesleri yaşlanıp, yok olacağımızı (haber veriyor).

Biz, bu olayı yaşamaya devam ederken, kalp, korku ve hüzünle ona uçar.

Nefis, ancak şahdamarına bir demir dayanıncaya kadar huzur bulur, (insanın dünya hayatındaki rahatı uzun sürmez, hemen yeni bir musibetle karşılaşır).

Ya felaketler peş peşe gelir ve insanın tahammül gücünü yıkarak harap eder.

Her gün her akşam, musibetler, felaketler ölümle bize saldırır.

Ya yakınlarımız (akrabalarımız) ya da sağımızdaki solumuzdaki yakınlarımız bizi yaralar.

Kalp biraz olsun ölüm korkusundan uzaklaşıp huzura erince, hemen bu huzuru bozan başka (bir belayla) karşılaşırız.

Gördüğüm (sahip olduğum) şeylerin ebedi olması düşünülemez. Size bunlar daha sonra verilecektir.

Sevdiklerimi, dostlarımı toprağa verdim, ama (üzüntüden kendimi) kahretmedim. Üzerlerine toprak attım.

Onlar, kavimleri nazarında çok değerlilerdi, ama bugün bu değerli insanlar toprağın altındalar.

Vakarlarıyla, asaletleriyle, iyilikleriyle ve imanlarıyla kabirleri onları kucakladı.

Dostlarımdan ailemden ayrıldım (beni defnedip evlerine gittiler). (Oysa) ben onları yoldaşlar ve (zor zamanımda) teselli edecek kişiler olarak görüyordum.

Ailelerinin ölenleri özlemesi, âşıkların özlemi gibidir. Sanki onlar özleme âşıktırlar.

Sadakatle kardeş olduklarımıza (ahirette) yetiştik, kavuştuk, zaten onlara çok yakındık sıkı sıkıya bağlıydık.

Onlardan sonra bu dünya, bana çok ıssız geldi. Onların hatıralarıyla huzur ve sükûnet bulmaya devam ediyorum.

İnsanları, ölenlerine ağlarken görüyorum. Ama hayatta olanlar ölülerimizden daha baki değil ki.

Bir topluluk, kavim ne kadar yaşarsa yaşasın, sonunda varacakları yer yokluk (fena) değil midir?

Onlar kendi ecellerine sevk ediliyorlar, ama farkında değiller.

Ey nefsim! Göçüp gidenler için ağlıyorsan, önce kendin için ağla. Zira sen de onlar gibi yok olacaksın, öleceksin.

Sen (ey nefsim, yaptıklarına karşı ) pişmanlık ve gaflet içindeysen, önce kendin için ağlamalısın.

Artık senin için tek bir yol var. O da sonrakilerin öncekileri takip etmesidir.

Eğer bu dünya hayatına kanıp aldanırsan, nefsin senin için şüpheli ve çetrefilli şeyler istemeye başlar.

Şöyle kabirlere bir seslen ve göz at. Ailen ve akrabalarının ölümlerine, sonlarına bak.

Onların sonları nasıl oldu ve şimdi ne ile karşılaştılar. Onlar da (bir zaman) senin gibi dünyadaydılar yani hayattaydılar.

O hükümdarlar, o laf cambazları neredeler, o sevdiklerin ve kendilerinden çekindiklerin şimdi neredeler.

Bizden öce medeniyet inşa edenler, bugün yeni nesillerin isimlerini zikrettikleri ve takip ettikleri kişiler neredeler.

Korunaklı bir yerden harekete geçirilen bir define olarak topraktan geldim.

Gelişimi ve dünya hayatını bir ölçeğe vurduğumda elimde kalan yine bir avuç toprak parçası.

Diğer otuzu, ölçüsü ya da olması gerektiği gibidir. Ey Yaratanların en güzeli! Sen ne yücesin.

Peki onların ağızlarında ne vardı (neler söylüyorlardı), karınlarını ne dolduruyordu?

Onların bedenlerini (hatıralarını) hatırladığımda, nefsim küçülüp aciz ve değersiz bir hâle gelir.

Bütün bunlardan sonra, ölümle karşılaştılar, hepsi yok oldu, hepsi öldü.

 

Kaynakça

Abdukhalikov, Faizullo (2011). İlk Dönem Bilginlerinden Abdullah b. El-Mübârek’in Hayatı ve Fıkhî Görüşleri, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.

Akseki, A. Hamdi (1977).  İslâm Dini, Ankara.

Altıkulaç, Tayyar (1997). “Hmmâd b. Zeyd” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 15, s. 489.

Arslan, Ali (2015). “El-Câmiu’s-Sahîh’in “Kitâbu’r-rikâk” Bölümünün Bâb Başlıklarına Göre Buhârî’nin Rikâk Anlayışı”, Tarih Okulu Dergisi, sy. 23, s. 139-162.

Behcet, Mücâhid Mustafâ (1432). Divânü’l-imâmü’l-mücâhid Abdullah bin el-Mübarek, Bagdâd.

Dayf, Şevkî (trhs.). Târîhu’l-edebi’l-arabiyye, el-Asru’l-abbâsî el-evvel, 14. baskı, Kahire: Dârü’l-ma’ârif.

Furat, Ahmet Subhi (1996). Arap Edebiyatı Târihi [Başlangıçtan XVI. Asra Kadar], İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.

Hatiboğlu, İbrahim (2005). “Mis’ar bin Kidâm” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 30, s. 175-76.

Kalkan, Ahmed (2002).  İslâm Akaidi, [İstanbul].

Kartal, Ahmet (2017). Baykara Meclislerinden Çırağan Eğlencelerine LÂLEZÂR Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul: Doğukütüphanesi.

Kitapcı, Zekeriya (2004). Türklerin Arap Dili ve Edebiyatına Hizmetleri, Hilafet Ülkeleri, Konya: Yedikubbe Yay.

Kur’anı-Kerim ve Türkçe Çevirisi (2008) trc. Hüseyin Atay. Ankara: Atay ve Atay.

Küçük, Raşit (1985). “Abdullah İbnu’l-Mübârek ve Hadis İlmindeki Yeri”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, s. 277-293.

Küçük, Raşit (1988). “Abdullah b. Mübârek” mad. TDV İslâm Ansiklopedisi, s.122-24.

Okuyan, Âbid (2016). Abdullah bin Mübârek, İstanbul: Yedirenk.

Şentürk, Ahmet Atilla – Ahmet Kartal (2018). Eski Türk Edebiyatı Tarihi, 13. baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları.

Yazıcı, Tahsin (1998). “Hemedân” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 183-185.

Yılmaz, Muhammet (2011). “Tarsus’a Gelen İlk Türk Hadis Âlimi: Abdullah b. El-Mübârek”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 11, sy. 1, s. 1-19.

“Abbâsîler Döneminde Türk Dilli Bir Şâir: Abdullah bin Mübârek et-Türkî”, IV. Uluslararası Alevilik ve Bektaşilik Sempozyumu [18-20 Ekim 2018 Ankara] Bildiriler Kitabı, c. 2, edit.: Orhan Kurtoğlu – Ayşe Çamkara Erginer, Ankara, 2018, s. 15-78.

Sonnotlar

 

[1] Prof. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi.

[2] Ahmet Subhi Furat, Abdullah b. Mübârek’in bizzat kendisinden nakledilen bir rivayete göre 119/737 tarihinde doğduğunu kaydetmektedir (1996: 274).

[3] Babasının adı, kaynaklarda el-Mübârek bin Vâzıh olarak geçmektedir. Babasının bu yönüne ışık tutan bir kıssa için bak. Okuyan 2016: 93-94.

[4] Ahmet Suphi Furat, Abdullah bin Mübârek’in ilk yolculuğunu Irak’a 22 yaşındayken yaptığını belirtmektedir (1996: 275).

[5] Abdullah bin Mübârek, Halife Mansûr döneminde Irak’a geldi. Bu dönemde Basra ve Kûfe’de fıkıh, tefsir, kıraat ve hadis gibi dinî ilimlerde hummalı bir tedris ve telif faaliyeti vardı. Devrin fakihleri, aynı zamanda hadis alanında da söz sahibiydiler. Geride bırakılan dönemden farklı olarak şimdiki fıkıh mezhepleri doğmak üzereydi. Kûfe’de Hanefî mezhebinin temelleri Ebû Hanîfe tarafından bu dönemde atıldı. Müfessirler, rivayet tefsiri yanında, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen nadir kelimelerin ve anlaşılması zor ifadelerin açıklanmasında filolojiden yararlanmaktaydı. Garîb el-Kur’ân, Me’âli’l-kur’ân, Mecâz el-Kur’ân ve Müşkil el-Kur’ân adlı eserler, ilk defa bu dönemde ortaya çıktı. Yedi kıraat âliminden Ebû Amr b. El-‘Alâ ilmî faaliyetlerini Basra’da; Hamza ve el-Kisâ’î ise Kûfe’de sürdürüyordu. Daha sonra bunlara eklenecek olan üç büyük kıraat âliminden Ya’kûb el-Hazramî Basralı, Halef ise Kûfeliydi. Hadislerin sayfa ve cüz hâlinde yazıya geçirilip tedvin edilmeleri, Emevîler döneminde tamamlanmıştı. Şimdi ise, bu hadislerin, hayata yön veren fıkhın mevzularına göre sınıflandırıldığı dönem başlamaktaydı (Furat 1996: 275).

[6] İbnü’l-Mübârek, aralarında Hişâm b. ‘Urve (145/762), İsmaîl b. Ebî Hâlid (146/763), el-A’meş (147/764), Süleyman b. Bilâl et-Teymî (172/788), Humeyd et-Tavîl (142/759), Abdullah b. ‘Avn (151/768), Hâlid el-Hazzâ (142/759), Yahyâ b. Sa’îd el-Ensârî (144/761), Musâ b. ‘Ukbe (141/558) gibi isimlerin bulunduğu çok sayıda tabiûn âlimine yetişmiş, onlardan ilim ve feyz almıştır. Süfyân es-Sevrî (161/777), Süfyân b. Uyeyne (198/813), Hammâd b. Zeyd (179/795), Şu’be b. el-Haccâc (170/786) ve Hammad b. Seleme (167/783) de onun ders aldığı meşhur hocaları arasındadır (Yılmaz 2011: 5).

[7] Abdullah bin Mübârek, İmâm-ı A’zam için şöyle demiştir (Küçük 1985: 290): “İnsanların en fakihi Ebû Hanîfe’dir. Fıkıhta onun benzerini görmedim. Şayet Allah, beni Ebû Hanîfe’ye kavuşturmamış olsaydı, ben de sair insanlar gibi sıradan biri olurdum. O, vera’ sahibi, cömert, meseleler üzerinde son derece anlayışlı bir kimse idi.”

[8] Büyük bir tacir olan İbn el-Mübârek, ticaretin sermayesi olan 400.000 dirhemden 100.000 dirhemi fakirlere tasadduk ediyordu (Behcet 1432: 22). Onun bir sene hacca gittiyse bir sene de arkadaşlarıyla cihada gittiği kaynaklarda belirtilmektedir (Behcet 1432: 22-23).

[9] Abdullah bin Mübârek et-Türkî’nin Arapça şiirlerinin tercümesinde büyük emek, katkı ve desteği olan Hüseyin Avcı’ya çok teşekkür ediyorum. Ayrıca bu çalışma sırasında desteğini gördüğüm doktora öğrencim Ali Halid Muhammed Beni Ali’ye de teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

[10] İbn el-Mübârek’in şiirleri verilirken Mücâhid Mustafâ Behcet tarafından Bağdat’ta 1432 tarihinde yayımlanan Divânü’l-imâmü’l-mücâhid Abdullah bin el-Mübarek adlı eser kullanılmıştır.

[11] “Öküz” anlamına da gelen “Sevr” kelimesiyle kastedilen kişi, Kaderî olmakla itham edilen, Humus şehrinden sürgün edilen ve evi de yakılan Sevr b. Yezîd b. el-Kelâî’dir.

[12] “Somurtkan” olarak da tercüme edilebilecek olan “Cehm” kelimesinden kastedilen kişi, Cehmiyye ekolünün kurucusu Cehm b. Safvân’dır. Nasr b. Seyyâr tarafından öldürülmüştür.

[13] Amr b. Ubeyd, Mu’tezile ekolünün kurucularından ve Hasan el-Basrî’nin en parlak öğrencilerindendir.

[14] İmâm-ı A’zam ve Hanefî mezhebi hakkında geniş bilgi için Devirleri Aydınlatan Meş’ale: İmâm-ı A’zam – Ulusal Sempozyum Tebliğler Kitabı 28-30 Nisan 2015 (hzr. Ahmet Kartal – Hilmi Özden, Eskişehir 2015) isimli esere bakılabilir.

Yazar
Ahmet KARTAL

Prof.Dr. Ahmet KARTAL, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesidir.

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen