Sosyolojik Din Algısı ile Hikemî Yapıyı Karıştırıyoruz!

Sayın Dr. Sait Başer ile sosyolojik din algısı üzerine, dünyamızı yeniden ve ama daha doğru tanımaya fırsat verecek, ufuk açacak söyleşi; Türk müslümanlığı, Türk felsefesi, bizim sosyolojimiz…  

Dinin toplum hayatındaki anlamı üzerine bir girişle başlayalım Sait Bey…

Din ve toplum ilişkisinde Yahyâ Kemal’in teşhisini önemli buluyorum. Yahyâ Kemal, dinlerin,  toplumların okulları olduğunu söyler. “Milletlerin mektebi dindir” der.

Toplumların hayatıyla dinin yorumu, dinin yapısıyla da toplumun kimliği arasında karşılıklı bir etkileşim var. Bir tarafıyla toplumu din yaratıyor;  diğer taraftan da toplum, kendi hayat imkânları ve şartları içerisinde bir din yorumu geliştiriyor.

Dinin şöyle bir tarafı var. Bilimlerin açıklamadığı veya açıklayamadığı metafizik alanları  din açıklıyor. Dinî açıklamanın “doğru” veya “yanlış” olması ayrı konu. Ama bu açıklama toplumun karakterini ve yönelişlerini belirliyor.  Meselâ “Şehadet” kavramı olmadan Türkler’in askerlik yeteneği konuşulabilir mi? Peki “şehâdet” kavramının müsbet ilimlerde bir ispatı var mı? Türkler’in şehadet kavramına bağlılıklarının nasıl bir tarih yarattığı ortada. İşte bu, din ve toplum ilişkisidir.

Kezâ bizim toplumumuz “mütevekkil” bir toplumdur. Tevekkül eder. Felaketleri tevekkülüyle absorbe ederek aşar. Türklüğün son yüzyıllarda yaşadığı, neredeyse bir felaketler tarihidir. 1683’ten itibaren alın;  adım adım bir felaket tarihidir. Buna rağmen toplum kendini kaybetmemiştir. Bu kadar uzun süreli felaket tarihi yaşayan toplumun yükü büyük olur. Varlığını devam ettirmesinin sırlarından biri de tevekkül etmesindedir. Bunun kaynağı İslamiyet’tir. Ama her toplum aynı dini aynı pencereden yorumlamıyor. Mesela İran toplumu inancını kahırla yorumluyor. İran’da bir “matem kültürü” gelişirken; bizde mutlak fâili Hakk bilişten ileri gelen, hayatla barışık, felaketleri kolay hazmeden bir toplumsal yapı var.

“Modern bilim” ile birlikte gelişen “modern toplum” anlayışının tesiriyle insanımızın hayatında beliren farklı bir “hayat tarzı” söz konusu. Bu da ayrı bir felaket olarak değerlendirilebilir mi?

Çok büyük bir mevzu. Bu hususu birkaç cümleye sıkıştırmak hem anlaşılırlığından kaybettirir hem birçok şeyi dışarıda bırakır. Başlıklar halinde ele almak lazım

Modernite dediğimiz hadise, esasında pozitivist telakkînin muhtelif varyantlarıyla hayatın bütün alanlarında hâkim olması… Bu şekilde özetlenebilir. Yani materyalist, maddeci, çıkarcı bir anlayış. Metafiziği reddeden, metafiziksiz ilim, kültür, sanatı topluma empoze eden bir anlayış. Metafiziğin reddinin bütün dünya toplumlarında birtakım yansımaları oldu. Modernitenin sonuçları sadece bizi vurmadı. ABD’yi, İngiltere’yi, Japonya’yı… farklı farklı etkiledi. Küresel bir hadise.

Modernitenin tesiriyle birlikte “ilerleme” iddiaları ileri sürüldü. Bundan dine dair anlayışlar da etkilendi. Din de “modernizme dahil” şekilde reform başlığı altında yorumlandı. Reform nedir?

Reform kavramı Hristiyanlığa ait bir kavram. Çünkü Hristiyanlık bir “form” üzerinden şekillendi. Kendisini bir formla var kıldı. Bu formun bir yüzü kiliseydi, diğer yüzü ruhbanlıktı, öteki aforoz kurumuydu, yanında cennet ve cehennemin kilisece belirlenmesi meselesi vardı. Cennet’ten arsa satış olaylarını hatırlayın.

Martin Luther, problem olarak ele aldığı bu başlıkları ters yüz eden bir yaklaşım getirdi. Kilisenin teslis inancını, ruhbanlığı, aforoz etme otoritesini reddetti. Kilise, ortaçağ boyunca o kadar köklü ve kuvvetli bir anlayış inşa etmişti ki, müzik türlerini bile kilise belirliyordu. Toplumun müzik repertuarını, hangi şarkının söylenip söylenmeyeceğine kadar tayine kalkıştılar. Reformdan sonradır Batı müziğinin gelişmesi. O döneme kadar sınırlıdır.  Reformdan sonra, aynı şekilde felesefe de canlandı. Batı müktesebatında eski Yunan felsefesi vardı, bir de Descartes ve Kant’la başlayan Aydınlanma…Protestanlık öncelikle Alman filozofların zuhuruna yol açtı. Üç şey oldu; Kilise’nin tahakkümü kırıldı, teslis doktrininin cenderesinden çıkıldı, fikir ve sanat özgürleşti.

Kendimize dönecek olursak, bugüne gelinceye kadar özellikle İslâm tarihi içinde baktığımızda, üçlü sacayağına oturan bir anlayış var. Bunlar Yesevîlik, Maturidîlik ve Hanefîlik. Yesevî anlayışın en yetkin sözcüsü Yunus Emre‘dir. Onda çok ciddi bir Yesevî etkisi var. Yunus’un dünyasında zihni âtıl bırakan statik bir otoriterleşme göremeyiz. “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası?” diyor… Şimdi, reform öncesi “yenilenme”nin önündeki kilise engeline mukabil, Batı’da fikir ve sanatta engeller korunurken, bizdeki en yerleşik anlayış bu. Bizim dünyamızda fikir ve sanatın, çağındaki emsallerine göre çok ciddi bir özgürlük içinde gerçekleştiği açıktır.

O kadar ki, dinin ibadetleri içinde mesela âyin-i şerifler var. Mevlevîler’in yaptığı. Bir Mevlevi’nin gözünde âyin ibadettir. Dine yeni bir ibadet getirecek ölçüde özgürlük var. Bunu sadece Mevleviler yapmadı. Kadirilik, Rufailik, Halvetilik… hepsi yaptılar. Müzikler? Askeri müzikten eğlence müziğine, zikir eşliğinde müzikten matem müziğine kadar… Kadızadeliler’in meş’um tesiri ortaya çıkıncaya kadar müziğimiz de tefekkürümüz de kendi zeminlerinde sereserpe tekâmül etmiştir…

Tabii bazı müzik türleri yok.

Modern Batı’nın uydurduğu erotik müzik, panik müziği, gerilim-korku müziği yok. Kezâ Arap oryantali Türk müziğinde yok. Veya Batı’da modernizmle birlikte ortaya çıkan pornografik anlayışa eşlik eden müzik türünün benzeri bizde yok.

Bu bilinçli olarak engellidir. Yani ahlâkî bir sınır konulmuştur ve bu sınırı resmî otoriteler değil, sanatkarlar belirlemişlerdir…  Çeşitli alanlarda müzikal yaratmaya alan tanınmıştır. Savaş müziği, şifa müziği, muhtelif spor etkinliklerine eşlik eden müzikler, ibadet, düğün-dernek müzikleri gibi…

Romantizm’in etkisi var mı?

Bizim klasiklerimize o mânâda etkisi yoktur. Bildiğim kadarıyla bu mânâda etkilenmedik. Bizim Batı’ya dönüşümüz 18, hatta 19. asırdan sonra. Kültürümüz, kendi yağıyla kavrulan, kendi dinamizmiyle üretmeye devam eden bir yapıdır. Batı Ortaçağında kilisenin yasakladığı müziklere mukabil; bizde 18. Asırdan sonra “müzik haram mıdır, değil midir” tartışmasıyla karşılaşıyoruz.

Bunun sebebi ne?

Bunun sebebi modernizm değil. Bunun sebebi Arap dünyasındaki anlayışların Osmanlı coğrafyasında hakim hâle gelmesidir. Mesela önce 16. Asırdan itibaren itikatta Eş’arilik, 18-19. Asırlarda güçlenen ve Eşarilik’in itikadi yapısıyla uyumlu tasavvuf anlayışı da Hindistan’dan geldi: Müceddidiye!Yani İmam-ı Rabbani tesiri. Tasavvufta Müceddidi-Nakşilik, itikadda da Eşarilik hakim olunca musikiye haram gözüyle bakanların ağırlığı daha fazla hissedildi. Eşarilikle Müceddidilik mutabık bu hususta.

Bizim dünyamıza once Eşarilik girdi ve medresede hakim oldu. Müceddidî tasavvuf güç kazanıncaya kadar Tekkeler medresenin karşısına geçti o dönem. Tekkede müzik vardı, zikir vardı; fakat sonraları, Müceddidi tesirin hakim olduğu muhitlerde haram kabul edildi.

Aynı şekilde resim de haramdır denildi.

Dediler de ne oldu? Gerçekten haram kılınabildi mi?

Hayır.

Ancak ne oldu bu sefer?

Sağlıklı kültürel üretimin yerini arabeskleşme aldı. Mimaride, müzikte arabeskleşme. Bu da toplumun alışageldiği geleneğiyle uyumsuz olunca bir çok sosyal problem ortaya çıktı. Dar Müceddidî çevrelerdeki tarikat zümrelerinin etki kazanmasıyla  beraber halkın büyük bir kısmı bu defa adeta “ikinci sınıf insan muamelesi” görmeye başladı.  Oysa Türk toplumu bütün tarihi boyunca sınıflaşmaya kapalı olagelmiştir. Halbuki Eşarilik’in geldiği Arap dünyasında hem sınıflı bir yapı, hem de kuvvetli bir kölecilik geleneği var. Aslında Eşariliğin şekillenmesini sağlayan arka plan, sosyoloji de budur. Bu arka plan elemanlarını analiz edersek, Eşariliğin sınıflı bir toplumun şartlarına göre  kurgulandığını görürüz.

Köle-Efendi ilişkisi üzerine mi demek istiyorsunuz?

Tabii… Tanrı-Varlık ilişkisini efendi-köle ilişkisi olarak gören bir yaklaşım hakim Eşarilik’te. Bugün İslam dünyası içinde en yaygın yorum bu.

Bugün, tecdid yani yenilenme, “güncellenme” ihtiyacına sebeb olan şey, işte bu yaklaşımın  hüküm alanının genişlemiş olmasıdır. Müzik, resim, müsbet ilimlere menfi bakışla yaklaşırsanız; buna mukabil hayatın akışında, Batı tesirinin de içimize sızmasına kapıları açarsanız ne olur? Dinî realitenin yanında, hayatın asıl seyrettiği alan, yani fizik realite hakimiyetini ilan eder!.. Elbette haliyle de dinî realitenin alanı günden güne daralır. Hayatta bilime, teknolojiye hükmeden kim ise, hayata da o hükmeder. Fizik alanda işleyen ilke ve kanunlar senin dinî dünyanda karşılık bulmuyorsa, hayata hükmeden taraf oluşu sebebiyle, İslâm dünyasında da adı İslâm olmakla beraber işleyen sistem Batı sistemi oluyor…

Pozitivist modernism!

İlahiyatçılarımızın dünyasında bile bu Batı formasyonu hakimdir.

Yani içtihada ihtiyacı olan İslamiyet değil, içtihada ihtiyacı olan Eşarilik ve Müceddidiye’dir.

Malesef, bunun ayırımını yapabilecek durumda olmayan önemli bir kısım ulemamız, tutuyor sanki bunun Eşarilik İslam’ı ihata eden tek cereyanmış gibi, veya günümüzde Müceddidi muhitlerin iktidarda oluşuna dayanarak, sanki bunların dışında hayatı yorumlayan bir millî gelenek yokmuş gibi davranıyorlar.  Aslında hastalık da bir kısım muhitlerdedir, tedavinin muhatapları da oralarda aranmalıdır…

“Her dem yeniden doğarız” diyen Yunus’un anlayışı, hayatın her an  kendini tazelemesiyle ben de tazelenirim, diye  düşünür. Bizim millî üzlubumuzda bir yandan da özneyi Cenab-ı Hakk ile görmek vardır. Çünkü Tanrı kelimesi de “durmadan doğan” demek. Bizim gelenekte Cenab-ı Hak’ka verilen Tanrı ismi bu anlama geliyor. Yakınlığı görüyor musunuz? Bu perspektife sahip insanlarda “yenilenme ihtiyacı” yok. Çünkü ben her an kendimi yenileme ihtiyacına cevap üretmek gayretindeyim. Müslümanlığın böyle bir hayat tarzı emrettiğini düşünüyorum.

Bunu düşünmeyen muhitler var. Dini, cübbe-sarık-sakal-başörtüsüne indirgeyen şekilci, “statik bir hakikat fikri” üzerinden din yorumu yapanlar var. Halbuki hakikat statik değildir. Hakikat ve adalet dinamiktir. Bu dinamizmi görmüyor, asırlar öncesinde kurgulanmış fıkıh üzerinden bir dinî hayat zorlamasına giriyor.

Fıkıh eşittir din oluyor!

Diyelim ki o fıkıh yüzde yüz doğru olsun. Tamamen başka bir yere gelinmiş, o külliyattaki sebep sonuç ilişkileri tamamen kaybolmuş, elimizde bir kuru laf kalmış.

Allah Resulü’nün henüz hayatta olduğu dönem için konuşacak olursak, fıkıh hangi ölçüleri haizdi?

Fıkıh İslamî ilimlerin hepsinin ortak adıydı. Fıkıh aslında hikmet mânâsında kullanılıyordu. “Bizim fakihimiz Ali’dir”, diyor Hz. Ömer. Buradaki fakihten kasıt Kur’an hikmetlerine vakıf olmak mânâsına. Fakat zamanla bu kavramlaştı ve belli bir hukuk anlayışının adı oldu. Bunu görmezlikten gelemeyiz.

Yesevî, Maturidî, Hanefî sacayağından bahsetmiştiniz. Biraz açar mısınız?

Bu bir terkip. Yani hukuki yönü Hanefilik, felsefi açıklaması Maturidilik, tasavvufi-metafizik boyutu da Yesevilik olan bir anlayış. Bunun “üç kişi”den çıkışı, fikrin tekliğini ortadan kaldırmıyor. Bu anlayışı üç kişi inşa etmiş. Yüzde yüz bütün kültür de bu isimlerin ürünüdür diyemeyiz tabii. Bu kültüre hizmet eden yüzlerce ilim ve fikir adamı var. Temsil kabiliyeti yüksek olduğundan maksadımızı bu üç sembol isimle ifade ediyoruz…

Maturidilik ve Eşarilik arasındaki etkileşim nasıl değerlendirilebilir?

Maturdilik bir defa reaksiyon değildir. Türkler müslüman olurken mevcut yaklaşımlardan birini benimsemek yerine, Muhammed Mansur Maturidi’nin yaptığı açıklama üzerinden İslamiyet’i kabul ediyorlar. Maturidi’nin vefat tarihi 944.

Arap dünyasının Osmanlı geleneğine dönük olumsuz bir reaksiyonundan bahsedilebilir. Böyle zaman içinde görünmeden güçlenen bir reaksiyon var. Devleti kuran Yeniçeri Ocağı’nın ikide bir kazan kaldıran bir ocağa dönüşmesi durduk yerde olmadı.

Bir anlayış dönüşümünün Yeniçeri Ocağı’ndaki tecellisidir bu. Astronomi, fizik, kimya gibi müsbet ilimlerin ocağı bir Osmanlı medresesinin, kazan kaldıran Yeniçeri’ye destek kurumuna dönüşmesi olağanüstü bir durumdur.

Yani Kutbuddin İznikî’nin medresesi nasıl oldu da “kazan kaldırma operasyonları”nın yanında yer almaya başladı?

Bu sorunun üzerinde durmadık biz. İşte gidin Süleymaniye Külliyesi’ne bakın. Dar’üş-Şifası, yani hastahanesi var. Fizik-Kimya-Matematik okutulan bölümleri var.

Sahn-ı Seman denilen medreselerde dönemin en ileri ilimleri okutuluyor. İstanbul’da Ayasofya, Fatih, Süleymaniye’deki medreseler sahn-ı seman medreseleridir, büyük medreselerdir. Sağlıklı devirlerinde yüksek seviyede ilim tahsili vermişlerdir.

“Fikirler Sosyolojiden Bağımsız Gelişmez”

Esasında fikirler sosyolojiden bağımsız gelişmez.

Eşarilik Arap, Maturidilik Türk sosyolojisinin ürünüdür diyebiliriz. Arap ve Türk sosyolojisi arasındaki en önemli fark da, Arap sosyolojisinin sınıflı/köleci bir toplum anlayışını kemikleştirmiş olmasıdır. Sınıflı toplum geleneği, İslam’ın özündeki Tevhid fikrini hazmedememiştir. Hristiyanlık nasıl ki Roma ile mutabakat sağlarken,  “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” ilkesine razı olmuştu. Kilise’nin alanı siyasetin alanıyla ayrıldı.

İnanç dünyası?

Hayatla inancın alanını ayırdığınız vakit, inancın alanı hayat lehine giderek küçülür, donar, katılaşır. Arap sosyolojisi sınıflı yapıdan geldiğinden, İslam’ın özündeki Tevhid fikriyle aslında hiçbir zaman barışamamıştır.  Barış dininin içine doğduğu bu toplum, kölelerinden vaz geçmek yerine adalet emreden Tevhid ilkesini çarpıtmayı tercih etmiştir.

Türk toplumunda geleneksel bir kölecilik yoktur. Dolayısıyla hikmetin adaletle buluşması kolaydır. İslamiyet köleliği tasvip etmiyor tabii ki. Ancak kölelik sosyal bir realite olarak benimsendi. Vakıa bu!.. Araplar’a “kölenize iyi davranın” diyor, fakat men etmiyor. İçki gibi yasaktır denilemiyor. Çünkü çok büyük bir realite. Köleliğe açıktan karşı gelinseydi, İslamiyet Arap toplumunda tutunamayabilirdi. Bu riskin göze alınmadığı, tedricen fırsat buldukça azadçı bir yaklaşımın benimsendiği ortada. Cariye kavramı mesela? Kur’an’da geçer. Bu mantık o kadar yerleşik ki, Arap olmayana “mevali” deniliyor. “Mevali”, mal kelimesinin çoğuludur. Yani başka insanları köleleştirilebilir “mal” olarak görüyor Arap. Müslüman bile olsa kendinden olmayanlara mevali veya acem deyip çıkıyor… Kadını erkeğin kölesi hükmünde almaya göre şekillenmiş…

Hasan el-Eşari’nin iyi niyetten mahrum biri olduğunu katiyen düşünmüyorum tabii ki. Ancak hangi topluma, hangi şartlarda hitap edildiğini göz önüne almaksızın konuşamayız.

Yenilenmeye muhtaç olan yorum bizce budur.

“Güncelleme Hikemi İlkeye Göre Yapılmalı”

Güncelleme hikemi ilkeye göre yapılacak. Güncellenecek olan fenomenlerdir. Bunun “nomen”i, dinin hikmet boyutu. Dinin hikmetindeki ilkeler esas alınır; geri kalan kısım o hikmete göre tekrar akort edilir.

 

Bu ilkeler nelerdir?

En başta Tevhid.

Tevhid deyip düalist yorumlamaya başlayan da var. İslam dünyasında böyle büyük bir sıkıntı var. Hatta zaman zaman politeizme varan yorumlar. Bir yığın kutsallar var. Cenab-ı Hakk’ın yerde ve gökte aynı iradeyi işlettiği noktasında buluşamıyoruz. Halbuki Tevhid dediğimiz vakit, bunun bir manevi dünyaya bir de maddi dünyaya mahsus varyasyonu olmaz. Maddenin de mananın da buluştuğu bir Tevhid’dir bu.

Esmâü’l- Hüsna’da: el-Evvel, el-Âhir, el Bâtin, ez-Zâhir isimleri de Allah’ındır. “Allah’tan geldiniz O’na döndürüleceksiniz.”,  “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.”,  “Biz ona kendi ruhumuzdan üfledik.” diyor…  

         Tevhid’i buradan çıkaracaksınız.

         İslam tarihinde tartışılan hususlardan biri rüyetullahtır. Allah’ı görmek? Bu soru nerede soruluyor? İlk şartı şehadet olan bir dinde soruluyor! Şehadet ne demek? Görmek! Yani müslümandan İslamiyet’in ilk istediği şey şehadet. Ancak bir topluluk “Allah görülür mü, görülmez mi?”  diye tartışıyorlar. Bunun temel sebebi Tevhid’i doğru anlamamaktır.

         Allah’tan geldik derken nereye geldik?

         Önü ve sonu Allah olan bir hayat var.

         Geldiğimiz yerde Allah nerede? Geldiğimiz yerin düzeni kimden?

         Güncellenmesi gereken, İslamiyet’in usul-erkan-muamelatından önce ontolojisidir.

         Yeniden anlaşılması lazım. “Taklidî  îman” kavramının toptan reddedilmesi lazım. Bunun sebebi taklidî iman kavramının meşru kabul edilmesidir. Eğer bu kavram meşru kabul edilmeseydi, taklit bu kadar yaygın biçimde karşımıza çıkmazdı.

         Bakın şehadet de bir kere değildir.

         Süreklidir.

         “Her an bir işte olan”ın her an müşahade edilmesi icab eder. Müslümanlarımız şehadeti bir kere olur zannediyor. Gerçi o bir kereden de şüpheliyiz.

         Allah görülür mü görülmez mi tartışması, bu tartışmayı yaratanların  zımnen “ben müslüman olmadım” itirafı olarak kabul edilmeye kadar gider.

         Varlıkla Allah’In ilişkisini görüp,  kabul etmektir şehadet. İşte o sebeple  Yunus Emre “Senin ile bakayım, seni göreyim Mevla” diyor değil mi!

         Niyazi Mısrî:

         “Hak’tan âyan bir nesne yok. 

         Gözsüzlere pinhan(gizli) imiş”

         demiş. Hak’tan açık, görünür bir varlık yoktur; ama adam körse gösteremezsin.

         Niyazi Mısrî’ye gore, “görünür mü görünmez mi” sorusunu sormak körlüktür.

         Buna evvela kendi nefsimizde şahit olacağız. Biz nefs murakabesini kaldırdık. Bir ibadet seramonisi içinde şekiller yerine getiriliyor, müslüman kabul ediliyoruz. Yerine getirmeyeni de kendimizden saymıyoruz.

         Yahu din denetlenemez.

         Böyle bir hak kimsede yok. Sen benim dinimi denetleyemezsin. Ben de seninkini edemem. Hakkım, gücüm, imkanım yoktur.

         Hüküm neye göre veriliyor? O seramonilere göre, şekile göre.

        

         Bakın kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Ben bir şeker hastasıyım. Fakültedeyim. Üç saat birşey yemezsem ders yapma şansım yok. Günde 70 ünite insülin vuruyorum. Çıktım bir Ramazan günü, birşeyler bulayım dedim.

         Bakkal, lokanta kapalı.

          Tabiî bir tarafıyla memnuniyet verici. Bir yer buldum sonunda, girdim; “-Bana çeyrek ekmek arası bir miktar peynir verir misiniz!” dedim.

         “-Ne münasebet! Vermiyorum, kocaman adamsın!” dedi. Ramaza günü oruç yiyorum diye beni cezalandırdı!..

         Görünüşe göre yargılayan yaklaşım. Dininde zerre kadar metafizik derinlik yok. Asıl önceliğin bir Tevhid ahlâkı içinde yaşamak olduğu görülemiyor… İbadetini, taatini kendine göre yapıyor; ondan sonra kalkıyor ya hırsızlıkla, ya soru çalarak, bütün insanların hakkına giriyor. Bir milletin hakkını yemeyi, inancı icabı olarak meşrulaştırıyor. Böyle bir İslam var mı? Öbürü de benim orucumu yediğime hükmedip, hasta olup olmadığımı tahlil etmeden beni cezalandırmayı kendine hak görüyor; aynı sığlık! Yani çeyrek ekmek arası peynir istediğim kişideki sığlık neyse, üniversite sınavlarında soru çalan adamın cehaleti aynı.

         Tevhid inancı tefekkür geleneğimizde nasıl anlaşılmış?

         Bakın; mümin müteyakkız olur. Alarm halinde olur. Bu, şuurun devamlı işler halde olması demektir. Tefekkürün faaliyet halidir. Bizim müslümanlığımız, aslında tefekkür ve ahlak müslümanlığıdır. Murakabe, kendini gözleme müslümanlığıdır.

         Muhatabını değil, kendini.

         Bir müslüman kendi kusurlarını görmekten başkalarının kusurlarını göremez. Bu hususta hadis var. Bugün özellikle Müceddidi çevrelerde kendinde hiçbir kusur görmeyenler var. Şu “Adnan hoca”nın teşhirciliğine  bakar mısınız? “Cübbeli”ye bakar mısınız? “Nakşi şeyhi” bu adam yahu? Şeyh ne demek? İslam’ın idealize ettiği insan demek. Şimdi bizim şeyhimiz Cübbeli Ahmet Efendi mi? Nazım Kıbrisi mi? Açın youtube sayfasını, Kıbrisi, Adnan Oktar ve Cübbeli Ahmet’in nasıl beraber çalıştıklarının bir yığın örneği var.

Örtüşüyor diyorsunuz yani?

Örtüşüyor ne demek elele. Yardımlaşma halindeler. Adnan Oktar’ı Kıbrisi belirlemiş. Kıbrisi’nin eline ibrikle su dökerken de Cübbeli Ahmet’le konuşmaları var. Bunlar bir ekip. Kendilerine dönük murakabe sıfır, durmadan cemiyete lanet yağdırıyorlar. “Bizim bir karıncaya ulu nazarımız vardır” diyen Yunus ahlakı nerede, yetmiş iki millete bir gözle bakmayan bir insanın ahlakı nerede, bunlar nerede? Yani aslında güncellenmesi, parazitlerinden temizlenmesi demektir. İslam’ın üzerinde bir yığın asalak var. İslam adına hareket ettiğini söyleyen ve söz hakkını başkalarına bırakmayan -afedersin- yırtık, edepsiz, erkânsız ama kılık kıyafetiyle, belli üniformasıyla fotoğraf verenlerin birçoğunun yabancı gizli servislerin emrinde olduğunu düşünüyorum.

“Selefilik” dedikleri akımı buna dahil edebilir miyiz?

         Cinnettir selefilik. Sen kendini tekrar edemezken, bundan bin yıl önceki bir insanın hayatını nasıl tekrar edeceksin? Ben yirmi yıl önceki konuşmalarımın muhtevasını video kayıtlarından izliyorum. Zaman zaman denk geliyor. Ben kendi içimde tekrar yaşamıyorum. Nasıl olur da dünyasının bütün unsurlarını kaybettiğimiz insanların hayatını tekrarlama iddiasında bulunabiliriz? Zihnini iptal etmeden bu mümkün değil. Zihni iptal olmuş bir adam da müslüman olamaz. Müslüman aklı baliğ olana denir. Selefilik aklı prangaya vurmadan mümkün değildir. Oysa “Anlama” hep yenidir ve hep yaratmadır. Bu yüzden selefilik dini bir cereyan değil, bana göre bir cinnettir. Zannediyoruz ki, Hz. Peygamber, insanları cahiliyeden kurtardı ve asr-ı saadeti yaşattı; ondan sonrakilerin tamamı uzatmaları oynayan figüran? Böyle birşey yok, olamaz, olsa da kabul edilemez zaten.

Ölçüleri kaçırdık galiba?

İslamiyet’le ilgili tarihi ve sosyolojik yönlerden sıyrılıp hikemî oluşla temas kurup yüzleşsek, tartıştığımız birçok konunun ne kadar absürt olduğu daha mevzuya girmeden ortaya çıkar. Biz havanda su dövüyoruz, tartıştığımız filan yok.

         Bakıyorum kadın meselesi tartışılıyor.

         Tartıştığın konu “İslam’da kadın” değil ki? “İslam’da kadın” başlığı ile “Arap toplumunda kadın” başlığını aynı şey zannediyoruz. Arap toplumu sınıflı, köleci bir toplum. Köleci bir gelenek, diline bile yansımış. Müennes-müzekker kelimeler var değil mi? Kameri-Şemsi kelimeler var. Şemsi olanlar eril, maskülendir. Kadını erkeğin malı addediyor adamlar. Çocuk o sebeple erkeğin sayılır. Anne çocuğuna meme vermek zorunda bile değil, Arap geleneğinde. Çünkü çocuk onun sayılmıyor!

         Türkçede eril-dişil ayrımı var mı?

         Yok.

         Neden yok?

         Çünkü köleci bir geçmiş yok. Türk toplumunda kadın ve erkek ayrılmadan “kişi”dir. Kişi insan demektir. Hatun kişi, er kişi. Tartışmayı iyi bir analiz etrafında yapmamız lazım. Sosyoloji ile din ilişkisini görmeden, farklı sosyolojik yapılardaki toplumları aynı ilkeler üzerinden değerlendiriyor  ve bir türlü işin içinden çıkamıyoruz.

         Söze din ve toplumla başlamıştık. Din toplumu, toplum da dini şekillendiriyor. Biz bu ilişkiyi görmeden, Arap toplumunun mecburiyetlerinin belirlediği dini hükümleri, dinin ilkeleri zannediyoruz.

Bizim de dine hürmet hissimiz, edebimiz derin ve sonsuz olduğundan…

O hürmet, işte o hikmetleredir. Tabii bu mevzu büyük bir mevzu. İslam’ın tarihte geçirdiği aşamaları, sosyolojileri, ihtiyaçları, yorumları hesaba katmadan ulu orta konuşanlar hata yapıyorlar. Diyelim ki falan toplumun dinden beklediği cevapla, filan toplumun dinden beklediği cevap aynı olmaz. Finlandiyalı’nın beklentisiyle, Çad’da, Sudan’da yaşayan toplumun beklentisi aynı olmaz.

         Çöl toplumunun vaha kültürü içinde yaşayan insanıyla, devlet geleneğine sahip, yüzyıllarca Avrasya kıtasını yönetmiş bir toplumun kavrayışı, ufku, derinlik idraki bir olur mu?

         Bakın Arapça’dan üç kelime vereyim; Hikmet, dinin ana temeli değil mi?

         Siyaset? Devlet yönetimi demek.

         Feraset? İnsanı değerli kılan zihin cevvaliyeti.

         Hikmet, etimolojik açıdan baktığınızda, “ata gem vurmak demek. Siyaset “ata bakmak” demek. Feraset “ata hükmetmek” demek. Feres, at demek.

         Arap mantalitesine göre hikmetin, devletin ve ferasetin yani insanlığın bulunduğu yer atlıların yaşadığı yer.

         Ata kim gem vurmuş?

         Atın yurdu Orta Asya’dır. Ata hükmeden hikmetin ehli demektir. Ata hükmetmeyi bilen devlet kurabilir demektir. Ata hükmetmeyi bilen ferasetli adamdır anlamında…

Tam isabet olmalı…

Tabii…

         Araplar bu hususta doğruyu görmüş.

         İnanmayan El Câhız okusun.

         Biz ise, bu genellenmiş Arap kabulün zıddına, Hz. Peygamber’in Arap oluşuna hürmeten tüm Araplar’a hak etmedikleri, âdetâ kudsiyet yükleme sınırında bir saygı duymuşuz. “Kavm-i necip” demişiz…  Ve bu kudsiyet  atfımız birçok Arap hastalığını kapmamızın da yolunu açmış. O, hikmeti bizde görüyor; biz ise kendi geleneğimizin değerlerine ters düşmüş olarak onun geleneğinde keramet arıyoruz. Arap dünyasının hali ortada işte.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen