Doç.Dr. Necdet Neydim: Narsist anne-baba dönemi yaşıyoruz

Bir çocuğun başarılı olmak için çaba göstermesi, onun yaşamın içinde kimlik kazanması, kendi özgüvenini geliştirmesi, hayatın içinde var olması için gereklidir ve doğaldır. Ama bu, çocuğun öznelliğidir ve anne-babanın görevi bunu geliştirmektir. Onlar asla çocuğun yerine geçme, onun kimliğini ele geçirme hakkına sahip değillerdir. Bilinmesi gereken şey: Çocuğu anne-baba dünyaya getirir. Onlar onu hayata gönderir. Bu süreçte ona destek ve yol gösterici olurlar; ama çocuk, onların malı, onların nesnesi değildir.

*****


Röportaj ve fotoğraf: Hayriye MENGÜÇ

Acısıyla tatlısıyla bir eğitim-öğretim yılı daha geride kaldı. Çocuklarımız büyüyor ve ebeveynler, her yılın kendine has stres, sıkıntı ve kaygısıyla cebelleşiyor. Ortaöğretim dönemi çocuğa sahip ebeveynler; dersler ve sınavlar arasında debelenen çocuklarına; onların tüm ergen ve bilinmez hallerine rağmen, rehber olmaya çalışıyor. Bu dönem, belki de yaşamın en sıkıntılı dönemi olarak karşımızda duruyor. Ailede büyük ebeveynler destek veriyor, okulda öğretmenler yol gösteriyor, sanatsal-kültürel-sportif faaliyetler nefes almamıza yarıyor. Özellikle de edebiyat, imdadımıza yetişiyor. Fakat gelişen çocuk ve gençlik edebiyatı eserleri arasında hangi kitabı seçip çocuklarımıza okutacağımız konusunda bile net değiliz. 

Bu noktada, kendimizi tahlil edip yeni döneme enerji toplarken, aklımızın bir köşesinde kalması amacıyla akademisyen, çevirmen ve yazar Necdet Neydim ile söyleştik. Çocuk ve İlk Gençlik Kültürü ve Edebiyatı Araştırmacıları Derneği ile Çocuk Araştırmaları Merkezi’nin kurucu başkanı, Çocuk Hakları Koalisyonu ve Çocuk İhmal ve İstismarını Önleme Platformu kurucu üyesi, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Neydim; sorularıma verdiği yanıtlarla geniş bir tarihsel perspektifte olaya bakarak günümüz çocuk ve yetişkin iletişimini irdeledi, çocuk edebiyatı örneklerini değerlendirdi. Konuyla ilgili felsefi ve sosyolojik bir metin ortaya çıktı. Çocuk-ebeveyn arası pek çok sıkıntının aslında bir sistem sorunu olduğunu gözler önüne serdi. Bu arada bilenler bilir; Necdet Hoca, tüm sohbetlerinin başında dinleyicilerine hep aynı soruları sorar: Çocuk kimdir ve nedir? Özne midir, nesne midir? Ben de bu sorularla başladım, röportaja. Yanıtları şöyle:

Çocuk özne midir, nesne mi? Çocuklarını nesneleştiren ebeveynler, bir hata işliyorlar belli ki… Bu hatadan dönüş var mı? Neler yapmalılar?

Çocuk kimdir ve nedir? Bu, aslında tarihsel süreçteki çocuğa dönük değişen paradigmalardır. Yani kimdir ve nedir sorusunun cevabı, kişinin ya da kitlelerin çocuğa bakışını belirler. Çocuk kimdir, diye soru sorabiliyorsam eğer, çocuğu özneleştiriyorum, demektir. Ya da kimdir ve nedir sorusuna karşılık hangisi tercih ediyorsam, çocuğa bakışımı belirler. Yani özne olarak mı, nesne olarak mı bakıyorum?

Çocuğu nesneleştirmek

Özne olarak baktığınız zaman olay değişiyor. Yani siz onu kendisi olarak ve kendi gerçekliği içinde bir varlık olarak kabul ediyorsunuz, kimlik atfediyorsunuz ve onun kendi kimliği içinde hayata bakışı, hayata duruşu, algıları, duyguları, korkuları, özlemleri, bunların hepsini önemli sayıp ona göre davranıyorsunuz, öbür tarafta ise senin ne duygun olur, ne düşüncen olur, sen benimsin, bana aitsin ve ben seni kafamdaki figüre göre biçimlendireceğim… Böyle baktığınız zaman siz onu biçimlendirme kaygısına düşüyorsanız ki; bu, aileden başlar, sosyal çevreye ve sisteme, yani eğitim sistemine kadar gider. Eğitim sistemi veya sistemin kendisi çocuğa nasıl bakıyor konusu, nasıl bir çocuk yetiştirmeye çalışıyor ve geleceğini nasıl kuruyor meselesidir. Aynı çekirdekten başlayıp topluma kadar gidebilirsiniz. 

Bütün bunlar vardır, özneleştirici ve nesneleştirici yaklaşımda. Bu nedenle; bunu kavramadan çocuk üzerine tartışamazsınız. Bunu netleştirdikten sonra ancak çocuk üzerine tartışmaya başlarsınız ki; ya özne olarak kabul ediyorsa özneleştirmedeki yaklaşımları belirlemek ve onlar üzerine sorgulamalar yapmak, bir çizgi oluşturmak; nesneletirici bir yaklaşım varsa da o zaman dur bakalım burada onun bir özne yanı var, onu umursamadan bir şey yapamazsın, diye tartışmak, kendi içinde sarsıcı bir düşünce oluşturmak ve ondan sonra yola devam etmek söz konusu olabilir. Yani her ikisinde de tartışılacak çok şey vardır. Özne ve nesne yaklaşımı; nedir ve kimdir meselesi, buradan kaynaklanıyor.

Feodal toplumda çocuk ortaya doğar

Konuya ailelerin yaklaşımı olarak bakarsak, çocuğa yaklaşım aileler ve toplum açısından bayağı değişimlere uğruyor. Feodal toplumlar, toprağa bağlı yaşar ve kendi soyunu devam ettirme kaygısındadır. Kendine özgü gelenekleri vardır. O nedenle çocuğu anne çocuğu doğurur ama bütünüyle anne çocuğu büyütmez. Nine, hala, teyze, komşu anne vardır, büyük ailedir ve o büyük ailenin içinde o çocuğun; masal anlatanı, okşayanı, seveni, gezdireni vardır; herkes besler çocuğu… Hatta o anda o dönemde sütü olan her kadın da ona sütannelik yapar. O zaman herkes annesidir, halasıdır, teyzesidir.

Tüm kent kadınları, özlüyoruz aslında böyle bir düzeni…

Evet, feodalitenin böyle hoş bir yanı vardır. O nedenle çocuk, feodal toplumda evet geleneklere uygun büyür ama bir yanıyla baktığınızda da özgür büyüdüğü hissedersiniz. Çünkü sokaktadır, dışardadır. Düşer, kalkar bütün bunları yaşar. Ancak bir de tabii ki çocuk soyun devamı olduğu için kısmen nesneleştilmiş yanı vardır çocuğun, çünkü çocuk o ailenin malıdır. Hatta anne-babanın bile değildir; ailenin, sülalenin malıdır. Öte yandan bu toplumların doğaya bağlı bir yaklaşımı da vardır. Örneğin çocuk hastalanmıştır, ya da başka bir şey; çocuğun geleceğiyle ilgili ailede bir kaygı yoktur. Doğurulmuş, bırakılmış ve kendi yetişmek zorundadır. Yani bir anlamda; ölen ölür, kalan sağlar bizimdir mantığı vardır. Çocuk çok özel bir yerde değildir, yani özneleştirilmiş değildir. Kendi başıboşluğu içinde büyür. Çocuğun bir değer olarak algılanması, ona özel yatırım yapılması, daha sonraki süreçlerde ortaya çıkmıştır.

‘Aşağılanır, aşırı baskıyla eğitilirdi’

Çocuk ne zaman bir değer olarak algılanmaya başlıyor?

Batı çerçevesinde baktığımızda 1760’lara kadar çocuğun bir değer olarak algılandığını söylemek pek mümkün değil. Korkunç bir bakış açısı var çocuğa. Örneğin, pediyatri alanı tıpta 1880’lerde kuruluyor. 1880’lere kadar doktorlar, çocukların hastalıklarını tanımlıyorlar, ancak tedavi etmeyi reddediyorlar. Çocuk hayatın içine bırakılıyor. Çok önemli değil. Hatta yine inançsal açıdan baktığınız zaman o dönemde çocuk, bir günah ürünü olarak algılanıyor. O nedenle çocukluk kavramı çok aşağılanan bir kavram. Örneğin çocukluktan bir an önce çıkmak gerekiyor. Hatta bu, eğitim sistemine de yansıyor. Çocuklar, kilise ve okullarda aşırı baskıyla eğitiliyor.

Peki ne zaman değişiyor bu süreç?

Ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla. Yani toplumsal paradigmalar değişince… Hem çocuk hem de kadın, toplumsal paradigmaların değişimiyle beraber anlam kazanıyor ya da kaybediyor. Aslında kadın ve çocuk, beraber yaşıyorlar bunu. 1760’larda kentleşme, sanayileşme, modernleşme, sömürge imparatorlukları kurulmaya başlanıyor. Zenginleşme ortaya çıkıyor. Burjuvazinin ortaya çıkışıyla yeni bir toplum yapısı, hatta 1789 Fransız ihtilali, ulus devletlerin ortaya çıkışı ve ondan sonra çocuğa bakışta değişimler ortaya çıkıyor.

‘Çocuk, yetişkinler dünyasına alınmayıp okula gönderiliyor’

Çocuğa bakıştaki bu değişimler nasıl gerçekleşiyor?

Çocuk, devletin ihtiyaç duyduğu elemanı sağlayabileceği bir varlık. Bu nedenle askere, memura, teknik elemana ihtiyaç doğunca, deniyor ki; biz bunları eğitelim. İşte eğitelim dediğiniz zaman çocuk, başka türlü tanımlanmaya başlıyor. Feodalite çocuğu; 0-7 yaş arasındaki insan yavrusu olarak tanımlıyor. 7 yaştan sonra çocuğu üretime sokuyor. Ne yapıyor? Bahçeyi süpürtüyor, ayran dağıttırıyor, su götürtüyor, kardeşine bakıyor; böyle böyle çocuk, işe yarayan bir varlık oluyor, öğreniyor. Ama modern toplumun, sanayileşmiş toplumun farklı bir figüre, farklı bir elemana ihtiyacı var. İşte o elemanı yetiştirmek için de okulu keşfediyor ve okul başlıyor. O zaman deniyor ki; biz seni 7 yaşından itibaren yetişkinler dünyasına almayacağız, sana başka bir şey sunuyoruz, o da okul. Sen okula gideceksin. O da 7-14 yaş arasıdır. Yani çocukluğun bitişi, klasik modernitenin çocukluğu bitiriş yılı 14 yaştır. Ve 7-14 yaş arası da çocuğu okula gönderiyor. Bunun en güzel sembol kitaplarından biri Pinokyo’dur.

‘Tek tipleştirme faşizme yol açıyor’

Çocuk, 14 yaşında yetişkinler dünyasına giriyor. Bu, çocuğa yaklaşımda önemli olan bir şeydir. 14 yaş ne zaman değişiyor? Yine o da uzun bir süreç gerektiriyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra… yani, 1760’larda başlayan süreç, 1950’lere kadar devam ediyor. Yaklaşık 200 yıl, ama o süreçte yaratılan tek tipleştirilmiş, idealize edilmiş bir figür ve eğitim anlayışının faşizme yol açtığı anlaşılıyor ve ondan sonra çocuğa yaklaşım değiştiriliyor. Sonraki süreçte çocuk gerçekliğine ve çocuk eşitliğine, çocuğu özne olarak algılayan bir bakış açısına dönüşüyor olay. Kimdir, nedir meselesi bu aslında… Yaklaşık 2 bin yıllık süreçten bahsediyoruz.

Teşekkürler, bu kadar kısa, öz ve net anlattığınız için… Ebeveyn hata mı yapıyor, dersek…

Bu konuyu ilerde açalım, bir atıf yaptığımızda dönemsel olarak baktığımızda biz, şu an narsist bir anne-baba dönemi yaşıyoruz biz.

Yani çocukerkil mi?

Değil. Tam aksine… Aslında çocuğuna bu kadar özen gösteren annenin ya da babanın; -ama öncelikle anne geliyor burada- aslında yapmak istediği; çocuğu üzerinden iktidar elde etmek. Yani aslında birini seviyorsanız onu kendinize bağlamazsınız… Bırakırsınız, uçsun… Eğer uçmasına izin vermiyorsanız, kanatlarını kesiyorsanız ve sadece sizin istediğiniz gibi kanat çırpmasını istiyorsanız, tüyleri uzadığı zaman uçup gidecektir ve bir daha da geri gelmeyecektir.

‘Otur çocuğum, bilgisayarınla oyna derseniz, olmaz’

Ebeveynlerin çocukmerkezli olması yanlış bir şey mi?

Aslında çocukmerkezlilik denilen süreç, en küçüklükten itibaren kendi sorumluluklarını ve sınırlarını bilerek yetişmektir. Bir Alman ailesine bakın, büyükler seyahate çıktıklarında sırtlarında çanta, ellerinde valiz vardır, çocuğunda da aynı modelde sırtında çanta ve elinde valiz vardır, ama kendi gerçekliği içindedir. Ve o çocuk, onu kendi başına taşır. Çocuğa kendi başına giyinmeyi, yemeyi, bir yere gidip gelmeyi öğretirler, kendi başına çocuk metroya, otobüse biner, okuluna gider, ordan çıkar evine gelir. Bizde böyle mi? Servis kapıya kadar geliyor. Çocuk durağa gidip, otobüse binmiyor. Dünyanın en zengin ülkesi Almanya’dır. Ben orada servisle okula giden çocuk görmedim. Ya bisikletle ya metroyla giderler. Biz öyle yapmıyoruz. Almanya’da bir tane özel okul yoktur, engelli, özürlü çocuklar için özel kurulmuş okullar vardır, ama özel değildir. Bütün okullar devlet okuludur, bütün okullar eğitim eşittir, aynıdır, hiçbir farkı yoktur. Bizde ise özel okul denilince çocuk, kırmızı halılarla okuldan içeri giriyor. Peki, o hayat öyle devam ediyor mu? Etmiyor. Çocukmerkezlilik; çocuğun her zaman kendi ayakları üzerinde durabileceği özgüveni olan, hayata sağlıklı bakabilen, sağlam yorum yapabilen ve kendi yolunu çizebilen biri demektir. Otur çocuğum, yemeği suyunu getiririm, sen bilgisayarınla oyna derseniz… Olmaz. 

Narsist anne-baba derken özellikle bir konuya dikkat çekmek istiyorum: “Başarı odaklılık” Başarı odaklı bir çocuk yetiştirme dönemi yaşıyoruz. Özellikle anneler sosyal medyada çocuklarının yaptığı her şeyi paylaşıyor ve özellikle paylaşılan ise başarıları. “Çocuğumla gurur duyuyorum, çünkü başardı.” Peki ya başaramazsa? O zaman o çocuk gurur duyulmayan bir varlık mı olacak? Hatta ötekileştirilecek ve dahası nesneleştirilecek mi?

Bir anne ya da baba çocuğunu sadece ve sadece kendi çocuğu olduğu için niye sevmez ki?

Bir çocuğun başarılı olmak için çaba göstermesi, onun yaşamın içinde kimlik kazanması, kendi özgüvenini geliştirmesi, hayatın içinde var olması için gereklidir ve doğaldır. Ama bu, çocuğun öznelliğidir ve anne-babanın görevi bunu geliştirmektir. Onlar asla çocuğun yerine geçme, onun kimliğini ele geçirme hakkına sahip değillerdir. Bilinmesi gereken şey: Çocuğu anne-baba dünyaya getirir. Onlar onu hayata gönderir. Bu süreçte ona destek ve yol gösterici olurlar; ama çocuk, onların malı, onların nesnesi değildir. Dahası nesneleştirdiklerinde onlardan korkan, onlara kaygıyla bakan (belki başarısız olduğunda sevmeyecekler), paranoyak derecede endişeli çocuk, kaybetme korkusuyla her şeyi yapar. Başarı odaklılık buna neden olur. Oysa başarma tutkusu yeterli bir motivasyondur. Toparlarsak, kendi eksikliklerini, özlemlerini çocuklarında gerçekleştirmeye ve de hatta çocukla kimlik ve çevre kazanmaya çalışan ebeveyn, aslında çocuğunu bu süreçte ciddi bir biçimde kaybetmektedir. Hayat, üç okul başarısıyla bitmez. Hayatın onlara sundukları kadar bekledikleri vardır ve bunlar okula sığan şeyler değildir.

‘Çocuğun düşünce ve duygu dünyasına müdahale ediliyor’

Peki. Yetişkin dünyasına 14 yaşında adım atan bu insan tipi, yani çocuk için ayrı bir edebiyatın ortaya çıkması gerektiğinden söz ettiniz. Günümüz yayın dünyasında hem çocuk hem de gençlik edebiyatına yönelik çok eser üretiliyor. Çocuklar pazar olarak kabul ediliyor. Eser içeriklerinde; dayatılmış rol modeller, edilgenlik ve nesneleştirme gözlemliyor musunuz? Ebeveynlerin nasıl bir farkındalık geliştirmesi gerekir? İdealize edilmiş çocuk figüründen kaçış var mı?

Evet, Çocuklar, tüketim nesnesi olarak görülüyor ve tüketim nesnesi oluşunda da çocuk, çocuğa dönük edebiyat, bir araç olarak kullanılabiliyor. Bu tehlikeli bir şey. Yani çocuğun düşünce yapısı ve duygu dünyasına müdahale ediyorsunuz ve hayatını biçimlendirmeye çalışıyorsunuz. Öte yandan bütün bunlar kötüdür, bunlardan çocukları uzak tutun ve onları fanusa alın mantığına da karşıyım. Yani çocuk; hayatın içinde, kendi sosyal çevresinde her yer ile ilişki ve iletişim içinde oluyor ve o süreç içinde çocuk, kendini o çevrede bir varlık olarak kabul ettirmeye çalışıyor. Bütün mesele şu: Çocuklar bir yanıyla anne babalarının narsist ve tüketici yaklaşımları, çocukları üzerinden gurur duyma, kendilerini gerçekleştirme ve o şekilde “mutluluk” arayışları, çocukları özneleştirildiği düşüncesi sanki hakimmiş gibi ortaya çıkıyor, ancak bu süreç o çocukları inanılmaz bir biçimde nesneleştiriyor. Tüketim nesnesi oluyor o çocuklar. Yani o aracı kullanıyorsa bir özne, çünkü arkadaş çevresi sende bu yoksa seni gruba almayız, diyorlar. Şu ayakkabıyı giymezsen olmaz, bu aracı kullanmazsan olmaz, bu filmi seyretmiyorsan olmaz, bisikletin şu değilse, kolyen, bilekliğin bu değilse olmaz, saçını şöyle kesmezsen olmaz! Bütün bunlar aslında bir biçimde kimin tarafından destekleniyor? Bunları yaratan çocuklar değil. Bunları üreten ve çocuğa pazarlayan, ulaştıran ve satın alan çocuk değil.

‘Aklından geçenleri size anlatabilmeli’

Öte yandan biz, çocuğu kısıtlamaya çalışırken aslında hayatın içindeki birçok şeyle mücadele etmeyi erteliyoruz. Oysa çocuğun doğal hayatın içinde olması ve o hayatla iletişim kurması, daha doğru bir şey değil mi? Örneğin anne-babalar, çocuklarının sokağa çıkmasına izin vermiyor. Neden? Çünkü sokak tehlikeli. Peki, çocuk odasında oturuyor. Anne çocuğum ne güzel odasında, diyor. Ama o çocuk internet üzerinden öyle alanlara çıkıyor ki, nereye gittiğini bilmiyorsunuz. Yani denetlediğinizi sandığımız alan bile sizin ulaşabileceğiniz bir alan değil ve daha önemlisi; çocuğun o süreçte öğrendiklerini anlayabilecek, sorgulayabilecek, dilselleştirebilecek bir iletişiminiz olmayabilir çocukla. O zaman sadece, çocuk benim gözümün önünde ve ben onu görüyorum, rahatım diyorsunuz. Ama o denetlenemez süreç, çocuğun beyninde oluşan süreç, siz onu izleyemezsiniz. İzlemenin bir tek yolu vardır, iletişim. O çocukla sağlıklı iletişim kurabiliyorsanız, sağlıklı paylaşabiliyorsanız, sosyal çevresinde yaşadıklarını, kafasından yaşadıklarını size güvenle anlatabiliyorsa ve siz onun hayatına, anlatmış olduğu şeylere doğrudan değil, dolaylı müdahale edebiliyorsanız, -doğrudan müdahale ederseniz, anlatmaz size- anladığınız şeyleri nasıl çözerimi düşünmeniz lazım ki, anne-baba için bu çok zor bir süreçtir. Büyük kaygılar getirir. Yani çocuğum nereye gidiyor, diye bunalıma girebilirsiniz… Ama bunu sabırla yapacaksınız. Bekleyeceksiniz, zamana bırakacaksınız. Yani o, anlatabilecek size… Aklından geçenleri anlıyorsanız, o zaman iyi bir iletişiminiz var demektir. Öfke bile olsa ben onun kafasından ne geçtiğini anladım, diyebiliyorsunuz ve ona göre tavır alıyorsunuz. 

Bu süreçte mesele şudur: Ona taviz vermek değil, onu anladığınızı ama onun da sizin gerçekliğinizi anlamasını beklediğiniz zaman özneleştirirsiniz onu… Çünkü o da kendi gerçekliği içinde sizi anlamakla yükümlüdür. Yükümlüsünüz!.. Siz de yükümlüsünüz, o da yükümlü… O zaman çocukmerkezlilik sözkonusu oluyor. Süreç bu.

‘Tartışırken değil, tüketirken adam yerine koyuyoruz’

Edebiyat, çocuğu tüketime değil hayatı sorgulamaya, anlamaya, tanımaya, kavramaya yarıyacak bir metinler dizgesidir. Yani sadece eğlendirsin, güldürsün değil… Arada sorgulatacak, dilini ve düşünce dünyasını, hayatını kavramasını geliştirecek. Bütün bunların olması gerekiyor. Ki günümüz çocuğu; o kadar çok anlamaya hevesli ki böyle şeyleri… O kadar çok istiyorlar ki anlamayı, öğrenmeyi… Ama onların kendine özgü dilleri var. Onların dilini yakalamak gerekiyor. Asıl mesele orada. Bu noktada da edebiyat ürününü sağlam ve sağlıklı seçmek zorundayız. Çocuğun okuduğu, keyif aldığı şeyleri bilip ne okuyorsa o sürece bir biçimde ortak olmanız gerekiyor. Yani anne-baba-çocuk ve edebiyat ilişkisi dediğiniz zaman bu, çok önemli bir şey. Birlikte okuma, birlikte tartışma… Okunan kitabın filmi izlenebilir, doğal bir şekilde. Çocuk fikrini ortaya koyarken tartışabilmesi, adam yerine konması çok önemli. Fakat biz tüketimde adam yerine koymaya çalışıyoruz. Bak seni adam yerine koyduk, şunları aldık ya da yaptık diyoruz. Oysa hayır, Çocuk kabul etsin ya da etmesin; ebeveyn, burada ben bunu yapmıyorum, yapamıyorum ya da yapmıycam… Çünkü ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum, diyebilmeli.

‘Çok iyi edebiyatçı olurlar, kaygılanmayın’

Ya, edebi metin yerine çizgi roman okuyan çocuklar için neler dersiniz?

Çizgi roman okuyan çocuklar ileride çok iyi edebiyatçı olur. Benim bu şekilde çok öğrencim var. O konuda hiç kaygılanmayın. Özelllikle erkek çocukların çok merak ettiği ama anne-baba ve öğretmenlerin aaa çizgroman okuyor diye itaraz ettikleri bir şey olabilir. Halbuki çocuk, görsellikten metin oluşturmaya başlıyor. Ve onu okumasını kolaylaştıracak görsel metni daha da kolaylaştıracak baloncuklar var, baloncuklar üzerinden oradaki konuşmalarla birlikte görsellik üzerinden çocuk kendi metnini oluşturmaya başlıyor. Hoş olan şey şu: size o okuduklarını sözlü olarak gelip anlatıyorsa orada bir metin ortaya çıkıyor. Bu, çok önemli bir şey o. O metni oluştarabilmişse çocuk, edebiyat keyfi oluşmaya başlamıştır. 16-17 yaşına gelince de bu çocuk, daha farklı bir aşamaya geçerek roman okumaya başlayacak. Bence çok da sıkıntı yaratacak birşey değil, hızlı takip edip daha bir heyecanlı olan metinler bulmanız gerek.. Bu da macera türü olacaktır. Mesela Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü’sü vardır. Fantastiktir. Kalındır. Çocuk içine girip yakalarsa inanılmaz hoşuna gidecektir. İnanılmaz bir fantazya vardır. Bence yazı götürecek bir kitap olabilir. Onun dışında 11-12 yaş için Pıtırcıklar olabilir. Olmadı, polisiye romana doğru gidin. Mesela Agatha Christie. Benim kızımın okurdu, polisiye, korku… Hâlâ sever.

Çocuk kitaplarının içeriklerinin denetlenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu girişim sansür mü, çocukları koruma mı? Yoksa çocuğunun okuduğu kitabın içeriğini gözetmeyen ebeveyni rahatlatacak bir uygulama mı?

Edebiyatı, birilerinin kendi köşelediği kurallarla denetlemesi söz konusu olmaz. Yani, bir takım ahlakçı yaklaşımlar var. Ne oluyor? Bazen anne babalar Milli Eğitim’e bir kitap hakkında şikayette bulunuyorlar. Kitabın içinde salak, aptal geçmiş, benim çocuğum bu kelimeleri öğrenmesin, diyor. O anne babaya söyleyeceğim bi tek şey var: bu çocuk hayatın içinde bu sözleri duyuyor mu? Hatta anne babanın kendisi söylüyor mu? Söylüyor. Ve o çocuk sosyal çevrenin içinde her türlü küfrü duyuyor ve okuyor mu? Okuyor? Anne baba ve çocuk akşamları dizi filmler izliyorlar ve o filmlerdeki şiddeti, aşağılamayı, hakareti, cinsiyet ayrımcılığını izliyor mu? İzliyor.Ve bütün bunları o görsellik içinde içselleştiriyor mu? İçselleştiriyor. Yani, Kurbağalıdere yaz döneminde sivrisineklerle dolu olur. Bir tane sivrisineği görüp, vay burası ne kadar iğrençmiş deyip o sivrisineği avlamak, Kurbalığıdere’yi temizlemez. 

‘Kitaplar, sözcükler üzerinden denetlenemez’

Hayatın içindeki her türlü kötü sözle, küfürle, şiddetle çocuk kendi doğal ortamında karşılaştırılıyorsa, anne-baba önce bununla hesaplaşmak zorundadır. Birinci aşama bu. İkincisi ise kitaplar, sözcükler üzerinden denetlenmez. Örneğin, bir kötü baba var ve çocuğunu dövüyor, bu bir yaşam gerçeği değil mi? Peki baba çocuğunu döverken ah canım benim, bir tanecik yavrum, al sana bi tokat, diye mi; yoksa eşeoğlueşşek diye mi döver? Birincisi sahtekarlıktır. Edebiyat bu sahtekarlığı kaldırmaz. İkincisi gerçekliliktir. Ya gerçeği gerçek olarak anlatırsınız ve gerçek okurun karşısına kendi gerçekliği içinde çıkar. Tabii bunu iğrençleştirmezsiniz. Ya da edebiyatın kaldıracabileceği doğallık içinde yansıtırsınız. Ve eğer orada onu söylemeniz gerekiyorsa söylersiniz. Söylemiyorsanız yazar o sahtekarlığı yapmış olur. Okurla iletişimi kopar.

‘Temel mesele metnin paradigmasıdır’

Küfürler, şiddet ve şiddet uygulama konusunda çocukların ne bildiğini, anne babalar bilmiyorlar. Kitap üzerinden koruyacaklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar. Kitabın o şekilde denetlenmesi sözkonusu olmaz. Temel mesele metnin paradigmasıdır. Metnin paradigması derken; en başta konuştuğumuz şey; çocuğu nesneleştiriyor mu, özneleştiriyor mu? Bi kere en temel şey, eşitlikçi yaklaşımdır. Bu kavram çoğu kişiyi rahatsız edebilir. Eşitlikçi yaklaşım derken birincisi; en başta cinsiyet eşitliğidir. Metinler kadın-erkek eşitliğine çok dikkatli olmak zorundadır. Kadın-erkek birlikteliğine eşitlikçi yaklaşmalıdır. Her bir cinsel kimliğin kendi gerçekliğini kabul edecek, önemseyecek, saygı duyacak. Bir başka nokta; kadın ya da erkek, erkek çocuk ya da kız çocuk hiç fark etmiyor, cinsiyet olarak kadın ya da erkek, buna yaklaşırken ve ona bir kimlik oluşumunda ‘destek olurken’, altını çizerek söylüyorum; destek olurken; dayatıcı ve baskıcı bir yöntemle yani; bir metin üzerinden alt metin oluşturarak onda başka bir kimlik oluşumuna neden olmayacak ve o kimlik oluşumu toplumsal gelişimde çocuğun kendisini özne, varlık olarak hissedeceği bir süreci desteklemek yerine, belli özdeşimlerle belli grupların ideal figürü olmasını sağlamayacak. Bunlara dikkat edecek anne-babalar. Yani o çocuk o kitapla iletişim kurarken hayatı öğrenecek, hayatın gerçekleriyle eğlenerek, üzülerek, tartışarak karşı karşıya gelecek o yolculuğu yapacak ve o yolculuğu yaptıktan sonra da tanıdığı, bildiği hayatı kafasının içinde oluşturmaya çalışacak. Çocuğu bu, bağlamda özgürleştirecek.

Günümüz edebiyatı içindeki genç kız edebiyatından söz ettiniz… Geleceğin kadınlarına dayatılan rol modeller var mı, bu eserlerde? Varsa, bu modeller neler? Bu eserler, ataerkil topluma hizmet ediyor, denebilir mi?

Bazı metinler mesela özellikle genç kızlara yönelik yazılmış metinlerde, idealize edilmiş genç kız figürleri ideolojik bağlamda olabiliyor. Mesela bir dizi var; erkekler ölümsüz, kadınlar ölümlü. Kadınların ölümsüz olabilmeleri için başka bir evreye atlamaları gerekiyor. Neden kadınlar ölümlü? Çünkü kadınlar, erkeklerin hayatında gelip geçici varlıklar. Bu kadar aşağılanıyorlar. Bu kitaplar, kadına sen gelip gecici bir varlıksın, erkeğe de sen muhteşemsin diyor. Ama hepsi o kadar güzel ve yakışıklılar ki, ihtişama kapılıp gidiyorsunuz ve içselleştiriyorsunuz. İçselleştirdiğiniz şey, sizi belirlemeye başlıyor. İşte o zaman benim arkadaşımın şusu var, ben de orada varolmam lazım diyor. Anne-babalar buna dikkat etmek zorunda. O yüzden çorbanın üzerine düşen sinekle uğraşmayın, çorba sağlam mı diye kontrol etmek gerekiyor.

‘Eğitim sistemi kitapları kutsallaştırıyor’

Ebeveynlerin kitapları bu açılardan izlemesinde yarar var. Tabii her şeyi parayonak şekilde takip edemezsiniz, ama paylaşırsınız. O çocukla birlikte yolculuk yapmak zorundasınız. Kitabı çocuk alabilir ama sorgulaması birlikte yapılabilir. 

Bu arada eğitim sistemi, kitapları kutsallaştırıyor. Bu kitaptan hangi dersi çıkardın, diyor. Böyle bir saçmalık olmaz. Kitaplar öğretmen değildir. Kitaplar hayatı anlatır ben o hayatının tanıklığını yaparım, sorgularım, eleştiririm, her şeyi yapabilirim, okur olarak. Benim için önemli olan onun anlatım şeklidir, dilidir, kurgusudur, biçimidir, biçemidir. Bana farklı bir yolculuk yaptırıyorsa o hayatın içine girerim. O nedenle dil sizi belirler. Kullandığınız dil sizi gerçekleştiren şeydir.

 ————————————–

Kaynak: https://hthayat.haberturk.com/yasam/roportajlar/haber/1063240-necdet-neydim-narsist-anne-baba-donemi-yasiyoruz

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen