Nazarbayev’in Dinler Kongresi Girişiminin Tarihsel Derinliği

8. yüzyılın ilk çeyreğinde Maveraünnehir bölgesi, insanlarının İslam’ı içselleştirmesiyle beraber Emevi hükümdarlarının Arap şovenizmine desteğini sorgulayan dini bir hareket oluşmaya başlamıştır. Bölge halkının İslam’ı kabul etmesine rağmen vergi vermeye devam etmesi; Mürcie hareketinin temellerini atan ilim adamları tarafından “dine aykırılık” olarak kabul edilmiştir. Söz konusu hareket: erken İslami dönemdeki iç savaşlara dair yargıda bulunmaktan kaçınılması; Ali ile Muaviye arasındaki iktidar mücadelesinde taraf tutmaktan uzak durulması; bir bireyin mümin olarak kabul edilmesi için açık bir şekilde inancını tasdik etmesinin yeterli sayılması ve günahkârlara yönelik ılımlı bir tavır sergilenmesi şeklinde temellendirilmiştir. Günah işleyenleri doğrudan öldüren Haricilerin aksine, Mürcieler bu tür bireyleri inançsız olarak nitelendirmemekte, günahların affında yalnızca Allah’ın kudreti olduğunu savunmaktadırlar. Mürcie anlayışında, insanın ibadetlerine bakmaksızın Kelime-i Şehadet getirmesi, onun Müslüman sayılması için yeterli görülmüştür. Bu anlayışın daha sonraki süreçte Hanefi mezhebinin temelini oluşturduğu kabul edilmektedir.[2] Türk-İslam etkileşiminden doğan bu hoşgörü kültürü, yavaş yavaş bütün İslam Dünyası’na yayılmaya başlamıştır.

*****

Dr. Dinmuhammed AMETBEK

10-11 Ekim 2018 tarihlerinde Kazakistan’ın başkenti Astana’da “Semavi ve Geleneksel Dinlerin 6. Liderler Kongresi” gerçekleşmiştir. Belirtilen kongre, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in 2003 yılından bu yana yürüttüğü önemli girişimlerden biridir. Dünyada yaşanan dini ve mezhepsel krizlerin giderek arttığı bir dönemde Kazak liderin böylesi bir adım atması oldukça yerinde bir yaklaşımdır.

Nazarbayev’in Semavi ve Geleneksel Dinlerin Liderleri Kongresi’ni düzenleme girişiminin Astana’nın iç politikasıyla doğrudan bağlantılı olduğunu belirtmek faydalı olacaktır. Bilindiği üzere Kazakistan’da çeşitli din ve etnik kökene sahip insanlar bir arada yaşamaktadır. Dolayısıyla 1990’lı yılların başında yabancı uzmanlar kısa sürede Kazakistan’da etnik çatışmalar yaşanacağı ve söz konusu devletin ayakta kalamayacağı öngörmüştür. Nazarbayev, böyle bir senaryoyu önlemek ve ülkede yaşayan farklı dini ve etnik gruplar arasında güvenin oluşması için yoğun çaba sarf etmiştir. Ayrıca farklılık içeren bu gruplar arasında düşmanlığın oluşmasını önlemeyi politik öncelik olarak görmüştür.

Ulusal uyumu öngören bu politikada Nazarbayev’in güvendiği unsur, Kazak halkının hoşgörü anlayışı olmuştur. Çünkü yeni ulusun sahibi olan Kazaklar, diğer etnik grupları ve dini azınlıkları da “kucaklayacak”lardır. Bu konuda Cumhurbaşkanı’nın kendi halkının tarihini, dünya görüşünü, duygu ve algılarını çok iyi bildiği belirtilmelidir. Dolayısıyla Elbası’nın Kazak halkının bilgeliğine olan güveni de tamdır. Kazak obasında büyüyen ve Kazakların engin dünya görüşünü derinden bilen Nazarbayev, kendi politikasını da bu güven üzerine inşa etmiştir. Nitekim Kazakların tercih ettiği bayrak rengi ve üzerindeki güneş ve kartal gibi simgeler ise evrensel nitelikteki barışı, huzuru ve sükûneti simgelemektedir.

Kazak halkı her ne kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) döneminde asimilasyon sürecinden geçmiş ve bunun sonucunda atalarına ve geçmişlerine dair pek çok ulusal değeri kaybetmişse de toplumsal hafızada devlet geleneğine dair önemli unsuru yaşatmaktadırlar. Bunların ilki, insana saygı anlayışıdır. Bu gelenek hem coğrafi koşullardan hem de Kazak toplumunda yüzyıllar boyunca gelişmiş olan göçebe kültürden kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, dağlar insanlar arasında doğal bir sınır teşkil etmektedir. Dağın bir tarafındaki insanlar diğer tarafındakileri “öteki” olarak kabul etmektedir. Bozkırda ise böyle bir doğal sınır olmadığı için insanlar daha hoşgörülü olmaktadır. Uçsuz bucaksız bozkırlar ve kendisini kucaklayan masmavi gökyüzü, insanlar arasında fark olmadığını ve nihayetinde kardeş olduklarına dair ikna edici koşullar yaratmaktaydı. Kazaklar doğayla iç içe yaşadıkları için bir büyük evrenin parçası olduğu inancını daha güçlü hissetmektedirler. Birbirlerini öldürmek bir yana doğaya verilen herhangi bir zararın kendilerine “kıtlık” olarak geri döneceğinin bilinciyle yaşamışlardır. Orhun Yazıtları’nda “Tanrı” kavramıyla beraber “Yer-Su” kavramının telaffuz edilmesi de bu bakımdan manidardır.

Göçebelik yaşam tarzının çetin şartları insanın değerini arttırmaktaydı. Diğer bir ifadeyle, Türkler, insan kaynağının öneminin farkındaydılar. Zaten bu nedenle eski Türklerde kadın-erkek ayrımı ve kadınların aşağılanması yoktur. Kadim zamandaki göçebelerin hem batı komşusu olan Yunanlılar hem de doğusunda yer alan Çinliler, ele aldıkları eserlerde konargöçerlerin kadınlarının saygın olduğunu belirtmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, “kadınların dışlanması” ve “kölelik” gibi insanlık dışı kavramların yerleşik “medeniyetler” tarafından çıkarıldığı ortadadır.

Ayrıca, yerleşim yerleri arasındaki mesafe uzun olduğu için konargöçerler her insanı bir “haber kaynağı” veya “başka bir dünyanın temsilcisi” olarak kabul etmişlerdir. Bu durum onların konukseverliğinin de temelini oluşturmaktadır. Diğer yandan Türklerin yabancılara duyduğu merak da buradan kaynaklanmaktadır. Bugün hala Türkler arasında “Tanrı misafiri” kavramı yani “Tanrı’nın konuk olarak gönderdiği insan” algısı söz konusudur.

Devlet seviyesinde “insana saygı” anlayışının yansıması yine Orhun Yazıtları’nda ifade edilmektedir. Yazıtlar “Üstte gökyüzü ve altta kara yer yaratıldığında ikisinin ortasında insan oğlu yaratılmıştır” diye başlamaktadır. Özellikle belirtmek gerekir ki; söz konusu yazıtlarda, “Türk yaratılmıştır” ya da “Türklerin ataları yaratılmıştır” şeklinde bir ifade yer almamaktadır. Bu bağlamda Kazakçada “insanoğlu” kavramının yerine “adam balası” sözcüğünün kullanılması Kazakların bütün insanları Hz. Âdem’in oğulları olarak gördüğünü hatırlatmaktadır.

Hunlardan Göktürklere, Altın Orda’dan Kazak Hanlığı’na kadar bütün Türk Devletleri insana değer vermiştir. Türk Törelerine göre, savaş haricinde insan öldürmek kesinlikle yasaktır. Zaten bu sebeple Türklerin devlet kavramını ifade eden “el/il” kelimesi, aynı zamanda “barış” anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki; “elçi” kelimesi, daha çok “devletin temsilcisi” olarak “barış getiren” anlamına gelmektedir. Kazakların “Eldestirmek elşiden, jawlastırmaq jawşıdan/ Savaşçı savaştırır, elçi barıştırır.” atasözü bu anlayışı ortaya koymaktadır. Diğer bir ifadeyle, devletin kuruluş aşamasında “insanları öldürmekten kaçınmak” zordur. Ancak devlet kurulduktan sonra kimse diğer bir insanı öldüremez. Bu kural, “han” dâhil olmak üzere “hanedan” için de geçerli olmuştur. Örneğin, Kazakların son büyük hanı Abılay’ın oğlu Kasım, hizmetçisini öldürdüğü için han seçilememiştir.

İnsana saygı anlayışından türeyen hoşgörü anlayışının Kazaklarda çok önemli bir yeri vardır. Bu kültüre göre insanlar farklı dinlere mensup olabilmekte ve farklı dilde konuşabilmektedir. Aynı gökyüzü altında herkes eşittir. Her şeyi kapsayan sonsuz Tanrı inancı, Türklerin dünya görüşünün temelini oluşturmuş ve farklı dinlerin mensupları, barış içinde yan yana yaşayabilmişlerdir. Türkler, tarih boyunca farklı din dairelerinde yaşamış olmalarına rağmen hoşgörü anlayışı, kültürlerinin temel köşe taşı olmaya devam etmiştir. Türkistan’da İslam, Hristiyanlık, Budizm, Manihaizm ve Zerdüştlük gibi farklı dinlerin bir arada yaşamasının[1] sebebi de bu hoşgörü kültürüdür. Türkler, İslamlaşma sürecinde İslam ve Türk kültürü sentezi yaşamış; böylece İslamiyet’in hoşgörü unsuru daha da güçlenmiştir.

8. yüzyılın ilk çeyreğinde Maveraünnehir bölgesi, insanlarının İslam’ı içselleştirmesiyle beraber Emevi hükümdarlarının Arap şovenizmine desteğini sorgulayan dini bir hareket oluşmaya başlamıştır. Bölge halkının İslam’ı kabul etmesine rağmen vergi vermeye devam etmesi; Mürcie hareketinin temellerini atan ilim adamları tarafından “dine aykırılık” olarak kabul edilmiştir. Söz konusu hareket: erken İslami dönemdeki iç savaşlara dair yargıda bulunmaktan kaçınılması; Ali ile Muaviye arasındaki iktidar mücadelesinde taraf tutmaktan uzak durulması; bir bireyin mümin olarak kabul edilmesi için açık bir şekilde inancını tasdik etmesinin yeterli sayılması ve günahkârlara yönelik ılımlı bir tavır sergilenmesi şeklinde temellendirilmiştir. Günah işleyenleri doğrudan öldüren Haricilerin aksine, Mürcieler bu tür bireyleri inançsız olarak nitelendirmemekte, günahların affında yalnızca Allah’ın kudreti olduğunu savunmaktadırlar. Mürcie anlayışında, insanın ibadetlerine bakmaksızın Kelime-i Şehadet getirmesi, onun Müslüman sayılması için yeterli görülmüştür. Bu anlayışın daha sonraki süreçte Hanefi mezhebinin temelini oluşturduğu kabul edilmektedir.[2] Türk-İslam etkileşiminden doğan bu hoşgörü kültürü, yavaş yavaş bütün İslam Dünyası’na yayılmaya başlamıştır.

Tarihsel sürece bakıldığında Türk devlet yapısının dini değerlerin “üzerine” kurulduğu gözlemlenmektedir. Türk hakanları Tanrı’dan “Kut” alarak halkını yönetiyordu. Ancak dinlere müdahale edemezdi. Göktürklerin ve onların varislerinin başkentlerinde farklı dini tapınakların yan yana durmasının sebebi budur. Bu anlayış Türklerde “laiklik” anlayışının oluşmasına sebep olmuştur. İslam Medeniyeti döneminde Türkistan’da gelişen özellikle Maturidilik akidesi, din-devlet ayırımı üzerinde durmaktaydı. Selçuklular döneminde ise bu anlayış, bütün İslam Dünyası’na sirayet etmiştir. Selçuklu sultanlarının dünya işlerine, Abbasi halifelerinin de din işlerine bakması bundan kaynaklanmaktadır. Timurlular dönemine gelindiğinde din-devlet ayırımını Abdurahman Cami şu şekilde özetlemektedir: “Devlet kurmak için ne iman gerekir ne de küfür. Devlet kurmak için adalet gerekir. Dindar ama zalim hükümdardan, dinsiz ama adaletli hükümdar daha iyidir.”

Kazaklar bozkırda yaşayan konargöçer Türklerin varisleri olarak hoşgörü kültürüne dayalı devlet anlayışını bir şekilde toplumsal hafızalarında yaşatmıştır. Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati’t-Türk’te belirttiği “El qalar, Töre qalmas” atasözü; her ne kadar devlet yıkılsa da o devleti ayakta tutan değerlerin yaşamaya devam edeceğini anlatmaktadır. Bu bakımdan, Kazakistan Cumhuriyeti teorik ve pratik olarak Türk Devletleri’nin devamı sayılmaktadır ve Kazak devletinin ulusal simgelerinden başlayarak “Ulu Bozkır” ve “Mangilik El” gibi resmi söylemlerine kadar her şeyiyle Türk devlet anlayışını yansıtmaktadır.

Bu bağlamda Nazarbayev’in Kazakistan’daki ulusal uyum politikasının ve “Dinler Kongresi” girişiminin Türk devlet geleneğinden ayrı bir şekilde değerlendirilmemesi gerekir. Her iki politikanın temelinde de “insana saygı” anlayışı ve “hoşgörü” kültürü yatmaktadır. Daha geniş çerçevede ifade etmek gerekirse; Kazakistan’ın ulusal uyumu, uzlaşı üzerine kurulmaktadır.[3] Bu uzlaşıda gruplar arasındaki güven ve ortak değerlerin oluşturulması önem arz etmektedir. Cumhurbaşkanı olarak Kazak liderin görevi de bu uyumu korumaktır.[4] ABD’li Orta Asya Uzmanı Martha Brill Olcott’un da belirttiği gibi, “Kazakistan’ın mevcut durumunun kırılganlığı göz önüne alındığında, cumhuriyetin istikrarlı olarak gelişmesi Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in yeteneklerine bağlıdır.”[5] Bu bakımdan, Kazakistan’ın barış ve huzur ülkesi olarak ilerleyişine bakıldığında söz konusu politikanın isabetli olduğu sonucu çıkarılmaktadır. Burada Kazakistan’ın ulus inşası sürecini diğer Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinden ayıran en önemli özellik, Sovyetler döneminde oluşan “Büyük Vatan Savaşı” ve “Halkların Dostluğu” gibi söylemlerden vazgeçilmemesidir.

Nazarbayev, devlet seviyesinde etnik ve dini gruplar arasındaki sorunların çözülmesi ve bütün Kazakistan halkı içinde güven ve uyumun sağlanması için “Kazakistan Halkları Asamblesi” kurulması yönünde bir öneride bulunmuştur. Ülkedeki bütün etnik ve dini grupların temsilcilerinin katıldığı bu kurultayın ilk oturumu 1995 yılının Mart ayında gerçekleşmiştir.[6] Devlet kurumu olarak kurumsallaşan asamble, Kazakistan’daki etnik ve dini sorunların çözümü ve çatışmaların önlenmesi yönünde hizmet etmektedir. 2007 yılındaki Anayasa düzenlemelerine göre, Asamble’nin 9 üyesi Kazakistan Parlamentosu’na milletvekili olarak atanmaya hak kazanmıştır. Böylece Asamble’nin resmî kurumlarla olan entegrasyonu sağlanmıştır.

2000’li yıllara gelindiğinde Nazarbayev, ülke içinde uygulanan bu “güven sağlayıcı” önlemlerin sonucunu görmüş ve bu tecrübeyi uluslararası boyuta taşımaya karar vermiştir. Kongrede konuşan Nazarbayev, bu durumu şöyle özetlemektedir:[7]

“Kazakistan’da 18 farklı din ve inanca mensup üç bin beş yüzden fazla cemaat kaydedildi. Bu çeşitliliğe rağmen biz ulusal güvenliğin sağlanması ve din özgürlüğünün korunması arasında bir denge bulabildik. Ülkemizde artık herkes tarafından kabul edilen; Kazakistan’a özel inançlar arası barış ve uyum modeli oluşmuş bulunmaktadır. Kazakistan’ın bu deneyiminin küresel ölçekte uygulanabileceğinden eminim.”

Küresel boyutta Nazarbayev’in iki önerisi söz konusudur. Birincisi, “Conference on Interaction and Confidence Building Measures in Asia (CICA)” olarak bilinen “Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı”nı düzenlemektir. İkincisi, “Semavi ve Geleneksel Dinlerin Liderleri Kongresi”ni gerçekleştirmektir. 1999 ve 2002 yılında Almatı’da Kazakistan’ın dönem başkanlığında yapılan[8] CICA toplantıları daha sonra Türkiye’nin dönem başkanlığıyla devam etmiştir. CICA’nın halihazırdaki dönem başkanlığını ise Çin yürütmektedir. Semavi ve Geleneksel Dinlerin Liderleri Kongresi ise Kazakistan’ın önderliğinde kurumsallaşmaktadır.

Nazarbayev’in ortaya attığı bu girişim, dinler arasında bir fikir alışveriş platformu oluşturmaktadır ve burada iki önemli konu vardır. Birincisi, bütün dinler manevi bir güce inanmaktadır. Bu inanç bütün dinlerin ortak noktasıdır. Belirtilen inancın “din” olarak kurumsallaşma süreci, dinler arasındaki farklılığı ortaya çıkartmaktadır. Buna göre  manevi güç, farklı din mensuplarına tarafından değişik isimlerle adlandırılmasına rağmen bahsedilen güç aynıdır.

İkinci konu; dinler, insanlık tarihi boyunca bir şekilde siyasete karışmıştır. Bu durum “bizden” ve “bizden değil” şeklinde bir “ötekileştirme” ortaya çıkarmıştır. Dinlerin devletin bir parçası olarak kurumsallaşması sonucunda çoğu inanç “kucaklayıcı” kimliğini kaybetmiştir. Her dinin “evrensel” olma iddiası olduğu için her din anlayışı, kendisini diğerlerine göre daha haklı görmektedir. Bunun daha da ötesinde din, siyasal amaçlara alet edilmiş ve neticesinde de tarihte pek çok katliam yaşanmıştır. Günümüzde bu olgu, “terör” adı altında devam etmektedir. Terör eylemlerinin din adına gerçekleştirilmesi, doğal olarak dinlerin itibarına da gölge düşürmektedir.

Bu çerçevede Kazakistan’ın önderlik ettiği “Semavi ve Geleneksel Dinlerin Liderleri Kongresi” uluslararası barış ve güvenlik açısından son derece önemlidir. Terörizmin temelinde bir yandan bilgisizlik, diğer yandan ise bilgilerin manipüle edilmesi yatmaktadır. İnsanlar kendi dinlerinin dışında başka dinleri de tanımaları halinde radikal yöntemlere başvurmayacaklardır. Bu kapsamda Nazarbayev’in dini eğitime olan vurgusu çok önemli ve yerinde bir yaklaşımdır. Ayrıca Elbası’nın kurulmasını önerdiği “Dinler ve Medeniyetler Arası Diyaloğun Geliştirilmesi Merkezi” bu bakımdan kıymetli bir adım olacaktır. Bu merkez, Dinler Kongresi’nin kurumsallaşması açısından da önemlidir. Diğer taraftan kongre, dini bilgilerin ve söylemlerin terörizm için kullanılmasını/manipüle edilmesini engellemek adına önemli bir fırsat sunmaktadır. Bu bağlamda Nazarbayev’in önerdiği “Kongre Bilgi Portalı”nın oluşturulması dikkate değerdir.

Sonuç olarak Nazarbayev, Kazakistan’ın derin tarihine ve büyük bozkırın hoşgörü kültürüne dayanarak ülkesinde barış ve güvenliği sağlamayı başarmıştır. “Semavi ve Geleneksel Dinlerin Liderleri Kongresi” de bu başarının önce bölgesel ve sonra küresel boyuta taşınması için bir girişim olarak değerlendirilmelidir. Bu bağlamda Avrasya’nın “Kazakistan” merkezli bir yapıya bürünmesi, bölgenin Balkanlaşmasına karşı üretilen önemli bir formüldür. Dolayısıyla Nazarbayev’in bu konudaki girişimleri bölge ülkeleri tarafından desteklenmelidir.

Kaynaklar

[1] Ph. Gignoux-B. A. Litvinsky, “Religions and Religious Movements – I”, B. A. Litvinsky, der., History of Civilizations of Central Asia The Crossroads of Civilizations: A.D. 250 to 750, Cilt: 3, UNESCO Publishing, Quétigny 1996, s. 409.

[2] E. E. Karimov, “The advent of Islam: extent and impact”, C. E. Bosworth-M. S. Asimov, der., History of Civilizations of Central Asia: The Age of Achievement: A.D. 750 to the End of the Fifteenth Century, Part Two: The Achievements, Cilt: 4, UNESCO Publishing, Quétigny 2000, s. 84.

[3] Нурсултан Назарбаев-В потоке истории, Nursultan Nazarbayev, Tarihin Akışında, Атамура/Atamura, Almatı 2003, s. 232.

[4] А. Нысанбаев-Р. Кадыржанов, “Нацинальная идея: гражданская или этническая?/A. Nısanbayev-R. Kadırjanov, “Ulusal Kimlik: Sivil ya da Etnik?”, Kazakhstanskaya Pravda, 24 Aralık 2006.

[5] Martha Brill Olcott, The Kazakhs, Second Edition, Hoover Institution Press, Stanford 1995, s. 294.

[6] “1 құрылтай сессиясы (1995ж. наурыз) – «Біздің ортақ үйіміздегі бейбітшілік пен келісім үшін»/Birinci Kurultay Oturumu (Mart 1995): ‘Bizim Ortak Evimizdeki Barış ve Uyum Uğrunda’”, Қазақстан халқы Ассамблеясы (Kazakistan Halkı Asemblesi), http://assembly.kz/1-kuryltay-sessiyasy-1995zh-nauryz-bizdin-ortak-uyimizdegi-beybitshilik-pen-kelisim-ushin, (Erişim Tarihi: 10.10.2017).

[7] “Мемлекет басшысы Әлемдік және дәстүрлі діндер көшбасшыларының VI съезінің пленарлық отырысына қатысты/Devlet Başkanı, Evrensel ve Geleneksel Dinlerin Liderleri Kongresi genel oturumuna katıldı”, Ak Orda, 10 Ekim 2018, http://www.akorda.kz/kz/events/astana_kazakhstan/participation_in_events/memleket-basshysy-alemdik-zhane-dasturli-dinder-koshbasshylarynyn-vi-sezinin-plenarlyk-otyrysyna-katysty, (Erişim Tarihi: 11.10.2017).

[8] “О СВМДА/CICA Hakkında”, CICA, http://www.s-cica.org/page.php?page_id=65&lang=2, (Erişim Tarihi: 13.10.2017).

—————————————-

Kaynak:

https://ankasam.org/nazarbayevin-dinler-kongresi-girisiminin-tarihsel-derinligi/

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen