Budist Cengiz

“Umarım bu haberi, diyanet camiası, ilahiyat camiası, yüzlerce vakıf, dernek ve sivil toplum kuruluşları da okumuşlardır. Aynı zamanda laik kesimimizin benzer kuruluşları da okumuşlardır ümit ediyorum. Bu iki kesimin de yorumlarını merak ediyorum. Bir Türk vatandaşının, maneviyat arayışını İslam dışı bir oluşumda arıyor olmasını acaba ne ile izah edebilirler?. Benim dinimin tabir caizse manastırları mesabesinde olan tekkeleri ve dergahları bu iki kesimin ortak çabaları ile tukaka edildi, dışlandı, kapatıldı. Hatta kendilerini savunma hakkı dahi tanınmadı.”

*****

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nin 14 Mayıs târihli nüshasından alınmıştır.

Prof.Dr. Mahmud Erol KILIÇ

Başlığa bakarak büyük Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın Budist olduğunu ileri sürdüğüm falan zannedilmesin. Çünkü biliyoruz ki ancak ondan dört asır sonra gelen torunlarından Altan Han ile Moğollar Budizm’e resmen girmeye başlayacaklardır.

Hatta sıradan bir olaymış gibi duran bu olayın bir de din ve siyaset ilişkileri açısından mühim bir anlamı ve sonucu vardır. Her ne kadar bugünkü yazımın esas konusu bu olmasa da günümüz dini tavırları üzerinde mukayeseli bir analiz yapma fırsatı vereceği için bu tarihsel olayı yorumlamadan geçmek istemiyorum.

Şöyle ki, Budizm’in müthiş savaşçı olan Moğol gençler arasında yayılmaya başlamasıyla artık askerlik yerine manastırlara gönderilmeye başlanması en çok ezeli düşman Çin’in işine yaracaktı. Zira yıllarca Moğol hücumlarından en çok onlar çekmişti. Bu yüzden tarih metinleri diyor ki Moğolların yaşadığı yerlerde pek çok Budist manastır yapılmasına bizzat Çinliler kaynak sağladılar. Yani can düşmanınız sizin bir dini tavır alışınızı, kendi çıkarına uygun gördüğü için destekleyebilmektedir.

Buradan şu sonucu çıkarmaktayız. Yani siz hangi dini, hangi mezhebi ve hangi tarikatı benimserseniz benimseyin bunun bir de sosyal ve siyasal düzlemde karşılığı bulunduğunu da unutmayın.

Biraz daha açalım; siz ilk dönemin saf İslam’ına, selefin İslam’ına dönme arzusunda olabilirsiniz. Yani selefiyim diyebilirsiniz. Fakat İngiliz Lawrence gelir sizin bu niyetinizi bölgenin güçlü imparatorluğu Osmanlı’yı yıkmak için manipüle eder. Siz ben Ehl-i Beyt mektebindenim, Şiayım diyebilirsiniz. Fakat Amerikalı John gelir sizin bu niyetinizi bölgedeki dengeleri değiştirmek için teşvik eder. Siz ben, bunların her ikisinden de uzağım, sufiyim diyebilirsiniz. Bazı devletler gelir, radikal İslam’ın önüne bir set çekmek için siz sufileri kullanabilir. Siz bölgeden bütün Şiileri temizleyeceğim diye hareket eder ve elinize aldığınız palayla vahşice katliamlar yaparsınız ama sizin bu hareketiniz İran’ın bölgede daha da güçlü bir şekilde bulunmasının gerekçesini oluşturabilir. Yani bu dünyada hiçbir şey saf ve halis bir düşünce olarak bulunmaz. Yol açtığı sonuçlara da bakılır.

Yıllar evvel Aleviliğin teolojik yapısı üzerine iki ilahiyat hocasının sohbetine şahit olmuştum. Birisi salt dini ve metafizik açıdan meseleye bakıyor ve diyordu ki, “Alevilik madem Şia’nın bir kolu o zaman onun en sağlıklı ve doğru zemini Caferi fıkhı temeline oturmasıdır. Ve onlardan doğru bir dindarlık bekliyorsak biz bunu teşvik etmeliyiz. Zira böyle olursa bir Alevi vatandaşı namazı, orucu, haccı bilecektir”. İkinci hoca ise meseleye çok farklı noktadan yaklaştı. Dini ve metafizik açıdan değil daha stratejik ve siyasal açıdan yaklaştı ve dedi ki; “Hayır bırakın Alevi vatandaşlar bu şekilde bir Alevi olarak kalsınlar, Caferi olmasınlar. Çünkü eğer Caferi olursalar İran’ın tesiri altına gireceklerdir. Halbuki şimdiki halleri üzere Aleviliklerini yaşayacak olursalar Türk kültürünün bir parçası olarak kalmaya devam edeceklerdir”. Yani her iki hocanın da yaklaşımları kendi düzlemlerinde haklılık payı taşıyor.

Buraya kadar aktardıklarımdan çıkarılacak sonuç şudur. Özellikle günümüzde saf dini hareket kalmamıştır, bırakılmamıştır. Her şey birileri tarafından matematiksel olarak hesaplanır ya teşvik edilir veyahut işine gelmiyorsa öldürülür. Belki dağların başında, ferdi olarak mutlak inzivaya çekilirseniz bu projeler dışı kalabilirsiniz. O da sizi dağda terörist zannıyla yakalamaz iseler… Modern dünya o kadar saldırgan bir karakterde ki sizi kendi başınıza bile bırakmıyor artık…

***

Bugünkü yazımı bunları söylemek için yazmaya başlamamıştım. Ama bu girişi de yapmak gerekti. Esas yazmak istediğim konu bir gazetede okuduğum bir haber üzerine yorum yapmaktı. Haber şu idi:

Almanya’da teknoloji sektöründe üst düzey bir pozisyonda görev alan ve rahat bir hayat yaşayan 38 yaşındaki Cengiz adındaki Türk asıllı bir Alman vatandaşı uyuşturucu batağına düşmüş. Kokain bağımlısı olmuş, intiharın eşiğine kadar gelmiş. Fakat bu bağımlılığından kurtulmak için Tayland’daki Budist tapınaklarına gitmeye karar vermiş. Bangkok’un 140 kilometre kuzeyindeki Wat Thamkrabok’taki manastıra gelmiş. Reuters’a konuşan Cengiz, “Burası resmen hayatımı değiştirdi. İşim çok stresliydi ve yüksek performans talep eden Batı toplumunda bir köleydim” der. Manastıra ilk olarak 14 yıl önce gelen Cengiz daha sonra sık sık gelir. Bu yolda ilerleyerek uyuşturucu belasından kurtulan bizim Cengiz sonunda Atalo adını alarak bir Budist Rahibi olur. Bu merkezde 1959’dan beri on binlerce insanın rehabilite olduğunu anlatan Atalo kendi deneyimini kitaplaştırmak istediğini de söyler. Hangi yöntemlerle ve nasıl tedavi ettiklerini yazacağı kitapta anlatacağını söyleyen Cengiz şimdi o manastırda bir Budist rahibi olarak yaşıyor. Haber bu kadar..

Umarım bu haberi, diyanet camiası, ilahiyat camiası, yüzlerce vakıf, dernek ve sivil toplum kuruluşları da okumuşlardır. Aynı zamanda laik kesimimizin benzer kuruluşları da okumuşlardır ümit ediyorum. Bu iki kesimin de yorumlarını merak ediyorum. Bir Türk vatandaşının, maneviyat arayışını İslam dışı bir oluşumda arıyor olmasını acaba ne ile izah edebilirler?. Benim dinimin tabir caizse manastırları mesabesinde olan tekkeleri ve dergahları bu iki kesimin ortak çabaları ile tukaka edildi, dışlandı, kapatıldı. Hatta kendilerini savunma hakkı dahi tanınmadı.

Bütün baskı ve zorluklara rağmen Adıyaman’da böylesi bir hizmeti sürdürmeğe gayret eden bir seyyid vardı. Kitleler halinde alkolizm mübtelası insanlar o zatı ziyarete giderlerdi. İstanbul, Aksaray’dan sırf bunun için otobüsler kalkardı. Hatta son kez içelim diyerek otobüse kasalarla alkol depolar, yol boyu içe içe gider oraya hepsi kör kötük sarhoş olarak inerlerdi. Oradaki zikir seansından sonra tövbe etmiş ve alkolü bırakmış pek çok kişi tanıyorum. Peki biz ne yaptık bu kişileri. Benzer bir faaliyette bulunan Amerikalı bir Şeyh Ragıb Baba (Roger Frager) bu hizmetinden dolayı Kaliforniya bölge valisi ve FBI sorumlusu tarafından plaket ile ödüllendirildiğini anlatmıştı. Uyuşturucu müptelası insanları rehabilite edip yeniden topluma kazandırıyorsunuz sizi tebrik ederiz demişler kendisine. Biz ise Adıyaman’daki bu zatı eline kelepçe bağladık ve sürgünde öldürdük.

Sadece alkol müptelaları için değil toplumdan her kesimden insanın tövbe kapısı ve rahabilite yerleri idi dergahlar. Kimse melek değil. Hayatın bir cilvesi olarak cinayet, hırsızlık, cinsel suçlar işlemiş insanların bazıları pişman olmaktadırlar. Onlara yeni bir hayat hakkı, hayatlarında yeni bir sayfa açmalarına da imkan verilmesi gerekiyordu. Gelenekte böylesi yüzlerce şaki insan dergahlara sığındılar ve tedavi oldular. Hatta yol kesen bir eşkıya olan Fudayl b. İyad gibilerini büyük bir veli haline yine bu yapı getirdi. Tasavvuf kültürü modern insana bir iltica alanı sunabilseydi bir Türk çocuğu Cengiz belki de Atalo olmazdı.

Bu ülkenin maneviyat karşıtı iki akımına, Selefistler ile Sekülaristlere ithaf olunur…

———————————————————–

http://www.yenisafak.com/yazarlar/mahmuderolkilic/budist-cengiz-2037901

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen