Lozan Andlaşması Hakkında Bir Değerlendirme

“Lozan, Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirirken, Osmanlının Rumeli’de, Kafkasya’da, Irak’ta, Arabistan’da, Kıbrıs’ta, Girid’te bıraktığı Türklerin ve müslümanların umut kapısı ve sığınak yeri olacak yeni Türkiye Cumhuriyeti devletini meydana çıkarıyordu. Bu yüzden Lozan önemlidir.”

*****

Lozan Andlaşması Hakkında Bir Değerlendirme (24 Temmuz 1923)

Prof. Dr. Bayram KODAMAN

Uluslararası hukuka göre, andlaşma denilince genellikle devletler  arasındaki hak ve görevleri belirleyen, mevcut durumu değiştiren veya kaldıran yazılı belge anlaşılmaktadır. Devletlerin aralarında imzaladıkları yazılı belgelerin birinci derecede öneme sahip olanı hic şuphesiz “andlaşma” (traite) özelliğini taşıyanıdır. Bundan sonra sırasıyla anlaşma (accord), sozleşme (convention), pakt (pacte), protokol, senet gibi belgeler gelmektedir. 24 Temmuz 1924’de Türkiye’nin Lozan’da imzaladığı yazılı belge bu tasnife göre birinci derecede öneme sahip bir andlaşmasıdır.

Hemen ifade etmek gerekirse devletler arasında yazılı olarak gerçekleştirilen İrade uyuşmasının andlaşma özelliğini taşıyabilmesi için önemli bir şartın mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu şart ise, andlaşmayı yapan devletlerin muhakkak hur ve mustakil olmalarıdır. Başka bir deyişle, andlaşmanın hükümran (egemen) devletler arasında akt edilmesi esastır. Ayrıca andlaşmanın uluslararası ‘hukuk kurallarına göre yapılması şarttır. Lozan Andlaşması’nda taraflar hükümran devletlerdir/ uluslararası hukuk kurallarına da uyulmuştur. Öte taraftan devletler arasında yapılan andlaşmaları değişik öğelerine göre sınıflandırmak da mümkündür. Konusuna göre (barış andlaşması, askeri, siyasi, İktisadi, kültürel andlaşmalar gibi), tarafların sayısına göre (ikili veya çok taraflı andlaşmalar) ve nihayet hukuki fonksiyonuna gore (yasa andlaşma ve akit andlaşma) farklı şekilde tasnif edilebilmekte ve adlandırılabilmektedir. Bu acıdan baktığımızda Lozan Andlaşması hem cok taraflı, hem akit özelliği olan, hem de çok yönlü ve harp haline son veren bir barış andlaşmasıdır.

Bilindiği gibi akit­andlaşmalar tarafların değişik menfaatlerini ve gayelerini yapıldığı ve imzalandığı günün şartlarına göre dengelemeye çalışır. Bunun içindir ki akit­andlaşmalar ebedi veya değişmez hukuk kuralı değildirler. O halde değişebilir, değiştirilebilir, yok farz edilebilir. Bu ise taraflar arasındaki güç­kuvvet dengesinin zaman içinde alacağı şekle ve günün siyasi şartlarına bağlıdır. Buna göre, devlet gücü zaafa uğramış veya yöneticilerde millî-siyasî şuur yok olmuşsa, akit­andlaşmanın o devlet aleyhine bozulma ihtimali çok kuvvetlidir. Aksine devlet güçlenmiş ise mevcut andlaşmayı kendi menfaati doğrultusunda değiştirme veya yok kabul etme İmkanına her zaman sahiptir. Tarihte bunun örnekleri pek çoktur. Zaten, devletlerin hayatında savaşın ve barış andlaşmalarının oynadığı rolün önemini görmemezlikten gelmek imkansızdır. Zira, devlet hayatı ya bir savaşla ya da bir andlaşma ile başlar veya sona erer. Bu iki faktörün dışında devlet hayatını değiştirecek başka bir faktor hemen hemen yok gibidir.

Barış veya akit analaşmalarında önemli bir husus da hiç şüphesiz andlaşma hukumlerinin tarafların hakiki ihtiyaçlarına cevap verip vermediği veya taraflar arasında gerçek dengeleri sağlayıp sağlayamadığı hususudur.

Şayet bir andlaşma ihtiyaçları karşılamamış, dengeleri kuramamış ise, uygulanması zordur. Bunun böyle olup olmadığım anlamak için andlaşmanın hangi şartlar altında yapıldığına ve imzalandığına bakmak lazımdır.

Bu takdirde barış andlaşmalarının hükümleri hakkında fikir yürütülebilir ve yorum yapılabilir.

Dünya tarihine bakıldığında da devletlerin hayatında, devletlerarası münasebetlerde ve tarihin akışında andlaşmaların önemi ve rolü görülebilir.

Sadece Selçuklu ve Osmanlı devletleri, gerek 612 yıl (1071-1683) devam eden Batı’ya doğru ilerleyişleri ve gerekse 235 yıl (1683­1918) suren geriye çekilişleri esnasında pek çok andlaşmalar yapmışlardır. Bunun gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti de andlaşmalar yapmıştır, yapmaktadır, yapacaktır.

1683 yılına kadar, daha önce yapılan andlaşmaları daha sonra kendi lehine değiştiren, değiştirten taraf, genellikle Osmanlı devleti olmuştur. 1683’ten sonra ise, yapılan andlaşmaları kendi lehine bozan taraf Düvel­i Muazzama olmuştur. Demek oluyor ki, andlaşmaların ömrü devletlerarası siyasi güç dengelerine bağlıdır. O halde andlaşma hükümlerinin güçlü ve galip devlet tarafından belirlendiği, ihlal edildiği, değiştirildiği veya yok farz edildiği tarihi bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Bilindiği üzere Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı devleti mağlup, İtilaf devletleri galiptir. Her zaman olduğu gibi galip taraf, maddelerini (hükümlerini) önceden kendisinin hazırladığı Mondros Mütarekesini (30 Ekim 1918) ve Sevres Barış andlaşmasını (10 Ağustos 1920) mağlup taraf olan .Osmanlı devletine empoze etmiş ve kabul ettirmiştir. Mondros’un ve Sevres’in İki hedefi kısaca şudur: Osmanlı devletini Türk Milleti’nden; Türk Milletini da ülkesinden koparmaktır. Başka bir ifadeyle Türk Milletini hem devletsiz, ham de ülkesiz bırakmaktır. Her iki hedef de tarihin İtilaf devletlerince inkarından veya görmezlikten gelinmesinden başka; bir şey değildi. Zira, hem Osmanlı devletinin Türk devleti, hem de Anadolu’nun Türk yurdu veya ülkesi olduğu tarihi ve sosyal bir gerçekti. Yıkılan, paylaşılan veya paylaştırılan imparatorluk toprakları üzerinde gayri­müslim ve gayr­i Türk olan her etnik unsura, her cemaate, her millete vatan aranırken, bulunurken ve devlet kurdurulurken Türk milletini, Türk ülkesini yok saymayı hak ve adalet ölçülerine sığdırmak mümkün değildi. Ayrıca bu dünya kamu vicdanının ve Türk milli vicdanının kabul edebileceği bir davranış ve uygulama da değildi. İşte Milli Mücadele’ye haklılık, meşruluk ve güç kazandıran hususlar İtilaf devletlerinin giriştikleri bu haksız tasarruflar ve eylemlerdir.

İtilaf devletlerinin bu tutumu karşısında, “devlet­i ebed müddet” şuuruyla yetişmiş asker­sivil kadrolar Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Milli Mücadele’yi başlattılar. Başlatılan bu Mücadeleye önce milli ve meşru, sonra kanuni [yasal) bir hüviyet kazandırılmıştır. Bunun için evvela Mücadelenin coğrafi zemini (fizikî sınırları) ve beşeri zemini (sosyal tabanı) “Misak-ı Milli” adlı tarihi bir belge ile tesbit edilmiştir. Bu sosyal tabanı Türk Milleti teşkil ederken, bu milletin oturduğu topraklar da coğrafi zemini, yani vatanı oluşturuyordu.

İşte, Türk Milli Mücadelesi’ne “millilik” ve “meşruluk” kazandıran bu iki husus olmuştur. Başka bir ifade ile, mücadelenin milli coğrafya (vatan) üzerinde Türkler (milli topluluk-millet) tarafından başlatılmış olması harekete millilik ye meşruluk özelliğini kazandırmıştır. Böylece Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hem imparatorluk sınırlarından veya topraklarından, hem de İmparatorluğun kozmopolit toplum yapısından vazgeçildiğini, milli sınırlara ve millete donulduğunu veya dönüleceğini dünya kamuoyuna açıklamış oldular. Gerçekten bu hedefler, o günkü dünya siyasi konjonktürüne göre mantıkî, mütevazi ve asgari ölçülerde tutulmuştur. Ayrıca Türk milletinin maddî­manevî potansiyeliyle iyi dengelenmiştir. Böylece, “Panosmanizm (Osmanlıcılık), Pantürkizm (Türkçülük), Panislamizm” (İslamcılık) gibi Avrupa’nın istemediği ve o günkü şartlarda gerçekleştirilmesi imkansız olan bir siyasetten vazgeçildiği ilan edilmiş oluyordu.

Artık Mustafa Kemal Paşa için, millilik ve meşruluk (legitimite) kazandırdığı Milli Mücadele’ye kanunilik (Jegaiite­yasallık) kazandırmak kalıyordu. Nitekim Mustafa Kemal Paşa hareketin milliliğini ve meşruluğunu kabul ettirdikten sonra adım adım yasallık yolunda ilerlemeye başladı. Bunun için evvela mümkün olduğu kadar mevcut yasalara riayet etme ve padişah otoritesini tanıma yolunu seçmiştir. Fakat o, fiili (de facto) bir durum yarattıktan sonra yavaş yavaş yeni bir milli devletin temellerini atıyordu. Bunun ilk ve en büyük adımı 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla atılmış oldu. Zaten devletin teşekkülü icin zaruri uc unsurdan, ikisi, yani toprak (Anadolu – Trakya) ve toplum (Türk milleti) mevcut İdi. Geriye siyasi teşkilatlanma kalıyordu ki, Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılması ve hükümetin teşkiliyle bu da tamamlanmış oluyordu. Artık Ankara’da yasama gücü (Meclis), yürütme gücü (hükümet), yargı gücü (mahkemeler) teşekkül etmiş, belirli bir toprak, parcasına (vatan) ve belirli bir nüfusa (Türk milleti) sahip fiili bir devlet vardı. Ancak bu fiili devletin devletlerarası hukuk kurallarına gore teyid edilmesi gerekiyordu. Bunun mutlaka yapılması lazımdı, zira Ankara’da fiilen kurulmuş olan Milli devletin, coğrafi bütünlüğünü, milli bütünlüğünü ve siyasi varlığını tanımayan, 10 Ağustos 1920’de Osmanlı devleti İle İtilaf devletleri arasında imzalanan “Sevres Andlaşması” resmi ve hukuki belge olarak ortada duruyordu; Bu andlaşmanın iptal ettirilmesi şarttı.

Gerçi, Mustafa Kemal dört yıllık (1919­­-1922) bir mücadele sonunda Sevres Andlaşması fiilen ortadan kaldırmıştı. Ne var ki, bu durumun şeklen dahi olsa devletler hukukuna göre devletler arasında yapılacak barış görüşmeleri sonunda hukuki bir belge ile doğrulanması ve teyid edilmesi gerekiyordu. İşte, Lozan’a bunun için gidilmiş ve Lozan Andlaşması’yla da bu hukuki belge temin edilmiştir.

Maksat, fiilen ortaya cıkmış milli Türk devletini, ilgili taraflara hukuken ve şeklen teyid ettirmek de olsa, Lozan görüşmeleri ve barış andlaşması kolay, olmamıştır. Bu bakımdan ve her şeyden önce Lozan diplomasi olanında mümkün olanın yapılabildiği bir sonuçtur. İstenilen ve arzu edilen hususların gerçekleştiği ve yeni devletin güvenliği ve bütünlüğü için gerekil olanın elde edildiği bir sonuç belgesi değildir. Dolayısıyla Lozan’ı değerlendirirken şu üç soruyu kendimize sormamız gerekir:

Birincisi, Lozan’da mümkün olan her şey yapılmış mıdır veya yapılmamış mıdır? Bu sorunun cevabı verilmeden önce, o tarihte dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu maddi ve manevi şartların gözönünde tutulması ve iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Bu yapıldığı takdirde, ismet Paşa başkanlığında Lozan’da bulunan Türk heyetinin diplomatik alanda mümkün olanı yaptığını ve mümkün olanı elde ettiğini soylemek durumundayız. Lozan’ı siyasi zafer olarak görmemizin sebebi budur. Bu manada da zafer olduğunu kabul etmek gerekir.

İkincisi, yeni teşekkül eden” milli Türk devleti için gerekli olan unsurlar Lozan’da elde edilmiş midir? Sınırlar çizilmiştir, barış temin edilmiştir ve İstiklalin başkaları tarafından tanınması sağlanmıştır. Bu manalarda sorunun cevabı müsbettir.

Üçüncüsü, Mustafa Kemal Paşa, Ankara hükümeti, Türk milleti ve devleti Lozan’da isteklerini ve arzularını elde edebilmiş midir? Bu soruya şöyle bir soru ile karşılık verilebilir: Bu mümkün muydu? veya mümkün mudur?

Şüphesiz İstek ve arzuları tatmin pek mümkün değildir. Zira, bunların sınırı belli değildir; her arzu yeni bir arzuyu, her istek yeni bir isteği doğurur. Arzular fert, millet, devlet için pek değişmez. Bu acıdan baktığımızda Lozan Andlaşması’yla arzu edilenin sağlandığı şüphesiz söylenemez. Mümkün olsaydı Mustafa Kemal Paşa doğduğu şehir olan Selanik’i milli sınırlar dışında bırakır mıydı? Bırakması imkansızdı. Fakat devletlerin kuruluşu, sınırları, rejimleri arzulara gore değil, tarihi şartlara göre belirlenir. Lozan’da da boyle olmuştur.

Kısaca Lozan Barış Andlaşması’yla diplomaside mümkün olanın yapıldığı, yeni devlet için gerekli olanın elde edildiği görülür. Bununla birlikte teorik olarak Lozan Andlaşmasını şu veya bu şekilde tenkid etmek mümkündür ve tenkid de edilmelidir. Zira, ilmi tavrın içinde şüphe ve tenkid olmalıdır. Aksi takdirde İlmi gelişme olmaz ve farklı düşünceler ortaya çıkmaz. Yeter ki tenkid ve şüphe ilmî düşüncenin ürünü olsun.

Lozan Barış Adlaşması’nın Türk devleti ve toplumu için İfade ettiği mana ve doğurduğu sonuçlar bakımından değerlendirilmesini şu şekilde sıralamak mümkün görünmektedir.

t – Lozan Andlaşması, XIX. yüzyıl başından beri Türk toplumu lehine imzalanan önemli ve ciddi bir andlaşmadır. Türk devleti fiilen galip ve hukuken eşit bir taraf olarak barış görüşmelerine katılmış ve mümkün  olanı elde etmiştir.

2 – Lozan hukuken ve fiilen Sevres Andlaşmasını ortadan kaldırmıştır.

3 – Osmanlı devleti döneminde Türk toplumunun içine düştüğü maddi ve manevi yarı sömürge haline ve statüsüne Lozan’la son verilmiştir.

4 – Türk toplumunun başta siyasi istiklali olmak uzere iktisadi, mali, askeri, kültürel bağımsızlığı İtilaf devletlerince kabul edilmiştir.

5 – Lozan’la, Türk devletinin millet esasına dayalı “üniter” ve “millî” bir devlet olduğu tasdik ettirilmiştir. Böylece Osmanlı devletinin ve toplumunun kafalarda uyandırdığı kozmopolit (çok milletli, çok kavimli, çok cemaatti) yapı ve imaj ortadan kaldırılmış oluyordu.

6 – Lozan Batı Trakya, Musul, Adalar, Kıbrıs, Hatay, İskenderun ve Boğazlar gibi meselelerin ilerde halledilebilmesi ve lehimize çözüme kavuşturulabilmesi için Türk devletine hak ve inisiyatif tanımıştır. Nitekim, buna dayanılarak 1936 Montrö Anlaşmasıyla Boğazlar, 1939’da Hatay, 1974 Kıbrıs meseleleri lehimize halledilebilmiştir. Muşu! meselesi, İngiltere’nin diplomatik ve siyasi üstünlüğü ve manevraları sonunda, aleyhimize sonuçlandırılmıştır.

Barış hükümlerine göre Adalar askerden ve silahlardan1 arındırılmış, Batı Trakya Türklerine İse, azınlık statüsü verilmiştir. Adaların bu statüsünü devam ettirme, Batı Trakya Türklerinin haklarını koruma ve kollama işi, Lozan hükümlerine göre her halde Türk devletinin görevleri arasına girmektedir. Bu konularla ilgili hükümlerin ihlali halinde Türk devletinin müdahale etme hakkı her zaman saklıdır. Lozan bu hakkı vermiştir.

Görüldüğü üzere Lozan Barış Andlaşması o günkü siyasi dengelere gore hazırlanmış ve imzalanmıştır. Bu güç dengeleri ve siyasi şartlar değiştiği takdirde tarafların anlaşma hükümlerine uymama ihtimali her zaman vardır. Nitekim, Yunanistan Adaları silahlandırarak, Batı Trakya Türklerine baskı yaparak barış şartlarım ihlal etmiştir. Türkiye Atatürk zamanında Hatay’ı ilhak ederek, “Misak­ı Milli” hudutlarında değişiklik yapabilmiştir. O halde, Türkiye diplomasi alanında çok dikkatli ve şuurlu olmak zorundadır. Şartların ve dengelerin her an değişebileceğini daima gözönünde bulundurmalıdır. .

Netice itibariyle Lozan, Türkiye için sonuç değil, yeni bir başlangıçtır.

Yunanistan için ise, ne sonuç, ne de başlangıçtır. Önemli bir safhadır. Çünkü 1829’da imzalanan Edirne Andlaşması Yunanistan için başlangıç olmuştu.

Lozan, Osmanlı devleti ve imparatorluğu acısından bir sonuçtur.

Lozan yeni, modern, kalkınmış ve güçlü Türkiye’nin başlangıcı ve hareket noktası olurken, aynı zamanda Türk toplumunun üzerinde oturduğu coğrafi tabam ve zemini belirliyordu. Bu bakımdan, devlet ve millet acısından Lozan’ın hem maddi hem de manevi önemi büyüktür. Bu coğrafi taban sınırı, komşuların tavan sınırı olacak şekilde muhafaza edilmelidir. Zira, Lozan’la sadece Türkiye Cumhuriyeti devletine bir coğrafya temin edilmiyor, aynı zamanda Türk milletine önemli derecede siyasi, kültürel, ilmi, iktisadi bir merkez veya istasyon kazandırılıyordu. Lozan, Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirirken, Osmanlının Rumeli’de, Kafkasya’da, Irak’ta, Arabistan’da, Kıbrıs’ta, Girid’te bıraktığı Türklerin ve müslümanların umut kapısı ve sığınak yeri olacak yeni Türkiye Cumhuriyeti devletini meydana çıkarıyordu. Bu yüzden Lozan önemlidir.

Kaynakça

1 – Zeki Mesud ALSAN, Teni Devletler Hukuku, İstanbul, 1955, Cilt: I.

2  – M. Cemil BİLSEN, Lozan, İstanbul, 1933 Cilt: I, II.

3  – Ali Naci KAKACAN, Lozan, (Milliyet Yayınları), İstanbul, 1971.

4  – S.L. MERAY, Lozan Barış Konferansı­­-Tutanaklar­­-Belgeler, Ankara, 1569. (Takım).

5  – Huseyin PAZARCI, Uluslararası Hukuk Dersleri, Ankara 1985, I. Kitap.

6  – Türkiye Dış Politikasında 50. Yıl LOZAN, (1922 – 1923), (Dışişleri Yayınları) Ankara, 1981.

7 – Ahmet YAVUZ, Lozan Barış Konferansı Tutanakları, (Dışişleri Bakanlığı Yayınları), Ankara, 1969.

————————————————————————–

Kaynak:

KODAMAN, B. “Lozan Antlaşması Hakkında Bir Değerlendirme (24 temmuz 1923).” Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk (2005): 194-201.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen