Atatürk’te Bilim, Fen Kavramları ve Çağdaşlaşma

“Öğretmenlerini ve bilim adamlarını toplumun yüksek saygı sınırında görmek uzun asırlar Türk toplumuna egemen bir düşünce olmuştur. Maalesef, son zamanlarda bu düşünce çizgisinden yer yer sapan, öğretmeni, bilim adamını ve üniversiteyi sırf para ölçüleriyle ölçmeye ve değerlendirmeye çalışan bazı kısır görüşler toplumumuzda uç vermeye ve taraftar toplamaya başlamıştır. Bu dü­şüncelerde ve yönde ileri gidilmesi, kuşkusuz, Atatürk’ün zikrettiğimiz düşünceleriyle hiç uyuşmadığı gibi toplumumuzu bir süre sonra kısır bir döngüye sokmak eğilimi gösteren yoz bir anlayışı da yansıtmaktadır.”

*****

Prof. Dr Bülent DAVER[1]

Konferansımızın konusu, Atatürk’ün bilim ve fen kavramları hakkındaki düşünceleridir. Atatürk’ün bu konudaki görüşlerini incelemeye başlamadan önce, belleklerimizi biraz tazelemek için, bilim (ilim, Science) ve fen kavramlarını kı­saca tanımlamanın yerinde olacağını sanıyorum. Eski dilimizde yani Osmanlıca’da ilim; bilgi, vukuf ya da marifet anlamlarına geliyordu. Klâsik Orta Çağ İslâm dü­şüncesi içinde ilim öncelikle, medrese ağırlıklı dinî disiplinleri kaplıyordu. Özetle, o zamanlar ilim denilince öncelikle dinî bilgiler anlaşılıyordu. Günümüzde, bilim denilince de kendine özgü konusu, yöntemi olan ve olayların nedenlerini, ya­salarını (kanunlarını) bulma amacına yönelen disiplinler, sistematik bilgi bütünleri anlaşılmaktadır. Bu anlamda bilim, doğru yöntemle elde edilen ve pratikle sap­tanan bilgilerin bütünüdür, diyebiliriz.

Ünlü İngiliz düşünürü Spencer’e göre üç türlü bilgi bulunmaktadır;

Avami (halka ait) genel bilgiler, Bilimsel bilgiler ve felsefi bilgi.

Bilimsel Bilgi: Bilimsel bilgiyi diğer bilgilerden ayıran şey, onun objektif, yani nesnel olmasıdır. Çünkü, bu bilgi kişiden kişiye değişen biçimlerde yo­rumlanamaz. Bilimsel bilgi aynı zamanda geneldir, çünkü yalnız özel bazı olaylara değil, tüm olaylar topluluğuna uygulanır. Örneğin, yerçekimi yasası yere bırakılan bütün nesneler için geçerlidir. Bunun aksini kimse ileri süremez. Güneşin doğuşu ve batışı da kesindir, tartışılamaz. Öte yandan bütün madenlerin ısıtılınca ge­nişleyeceğini tüm bilim adamları kabul etmektedir. Bu da kesin bir olgudur.

Bilimler, günümüzde kabaca, toplum bilimleri ve doğa bilimleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Doğa bilimleri denilince genelde matematik, fizik, kimya, bi­yoloji, astronomi gibi disiplinler anlaşılmaktadır. Toplum bilimleri içerisine ise tarih, ekonomi, sosyoloji, hukuk ve siyaset bilimi gibi disiplinler girmektedir.

Atatürk’ün söylevlerinde ve konuşmalarında sık sık kullandığı “müspet ilim” (pozitif bilim) kavramına gelince, bu olgulara, olaylara (vakıalara, ha­diselere) dayanan bilim demektir. A. Comte’cu Pozitivizmin olgulara, olaylara ba­kışı genel ve objektiftir. Pozitivizm, özünde akılcılığa, gerçekçiliğe ve deneyciliğe dayanır. Yani, bu bilim anlayışına göre, akla, mantığa, deneye dayanmayan hiçbir bilgi, bilirtısel bilgi olarak kabul edilemez.

 

Fen (Fenn) Kavramı:

Fennin bugün kullanılan genel anlamı matematik, fizik, kimya gibi bil­gilerin iş hayatına ve günlük hayata somut olarak uygulanmasıdır. Bu anlamda fen, daha çok teknik ya da teknoloji anlamına gelir. Şemseddin Sami’nin “Kamus-u Türki”sine göre “fenn” bir anlamda ilimlerin her çeşidi ve dalıdır. Fakat aslında ilim fenden daha geniş kapsamlıdır. Bilim, pek çok disiplini içine alır. Halbuki fen daha dar kapsamlı olup, hukuk, siyaset, sosyoloji, iktisat, etik, estetik, gramer, ede­biyat gibi beşerî disiplinleri; fıkıh, hadis, kelâm, tefsir gibi dini bilgileri içermez. Kısacası, bu anlamda fen daha çok müspet (pozitif) bilimleri ve bu bilimlere da­yanılarak yapılan teknik uygulamaları, teknolojiyi göstermektedir.

 

2. Meşrutiyet Döneminde Bilim ve Fen Hakkında Düşünceler :

Bilim ve fen kavramlarına bu şekilde genel olarak değindikten sonra şimdi de Atatürk’teki bilim ve fen anlayışını etkilemiş olan yerli ve yabancı düşün akımlarına bazı önemli yazarlara ve bunların bu konudaki fikirlerine kısaca göz atmak istiyoruz. Prof. Dr. Sina AKŞÎN’in, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki” adlı eserinde de belirttiği gibi, 1908 yılında Hürriyetin ilânıyla başlayan İkinci Meş­rutiyet dönemi ile birlikte bütün ülkede büyük bir özgürlük havası esmişti.

Bu dönemde, Avrupa’daki çeşitli fikir akımları aydın kamuoyuna ta­nıtılmaya başlandığı gibi bu akımların ülkedeki temsilcileri olan bazı düşünürler de ülkenin içinde bulunduğu duruma karşı ne yapılması gerektiği konusunda, çe­şitli çözümler önermeye başlamışlardı.

Profesör Hilmi Ziya ÜLKEM, İkinci Meşrutiyetteki fikir akımlarını in­celerken, Ziya GÖKALP’i izleyerek, bu dönemde geçerli olan yaygın, etkin dü­şünceleri Garpçılık, tslâmcılık ve Türkçülük olarak üçe ayırmaktadır. Bu akım­lardan Garpçılık (Batıcılık) ta ona göre dörde ayrılmaktaydı: Tanzimat Medeni­yetçileri, yani Tanzimat Batıcıları: Bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nu ıslahatlarla, reformlarla değiştirerek, yenileştirerek korumak isteyenlerdi.

İkinci tür Batıcılar, Anglo-Sakson toplumsal ve siyasal yapısını örnek ala­rak oradaki temel siyasal yapıyı Osmanlı İmparatorluğu’na getirmek isteyenlerdi. Özellikle, Prens Sabahattin’in başını çektiği bu grup “şahsî teşebbüs” (ekonomide özel, kişisel girişim) ve adem-i merkeziyyet ilkelerini, yani yerinden yönetim il­kelerini savunuyordu. Batıcıların üçüncü grubu Pozitivistlerdi. O dönemin en et­kili dergileri olan “Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiyye” dergisi ile “Servet-i Fünuıı” dergisi etrafında toplanan bu grup İkinci Meşrutiyet’in en önemli siyasi partisi olan İttihat ve Terakki’nin temel dünya görüşünü ve programını oluşturmuştu, di­yebiliriz. Profesör Taner TİMUR, İttihat ve Terakki’deki bu görüşlerin önemli bir kısmının daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nde de devam ettiğini söylemektedir. İkinci Meşrutiyet Pozitivistlerinin ünlü simaları arasında, bir ara Meclis-i Me- busan reisliği de yapmış olan, Ahmet Rıza Bey’i burada hatırlayabiliriz.

Prof. Hilmi Ziya ÜLKEN, Batı’ya hayran, köktenci, Radikal Batıcıları bu tasnifinde en sona almış bulunmaktadır. Bu akımın en ünlü siması, İttihat ve Te­rakki Partisi’ne öncülük etmiş ve “îttihad-ı Osmani” adlı örgütü kurmuş bulunan “İçtihat” dergisi sahibi Abdullah CEVDET’in üzerinde burada önemle durmak ge­rekir. Çünkü, Abdullah CEVDET daha İkinci Meşrutiyet’te, Lâtin harflerini sa­vunmuş ve Sirkeci’de şapka giyerek dolaşmıştı. Ünlü Fransız sosyologu Gustave le Bon’nun teorilerine hayran olan Abdullah CEVDET ülkeyi sarmış olan gerilik çemberini bir an önce kırmak ve yurdu esenliğe, refaha kavuşturmak gereğine yü­rekten inanmış bulunuyordu. Abdullah CEVDET askerî bir hekim olarak pozitif bilimlerin ve fennin kalkınmada ve ilerlemede rolünü çok iyi kavramıştı. Daha sonra gittiği Fransa’da bu görüşlerini daha da derinleştirmek fırsatını bulmuştu. O, bilimlerin, felsefenin özellikle Biyolojik Materyalizmin ve Sosyal Darwinizmin bütün insanlığın yönelmesi gereken temel amaçlar olması gerektiğini ve olacağını da söylemekteydi. Prof. Dr. Şükrü HANİOĞLU’na göre de Abdullah CEVDET din bilginlerinin teolojik ve metafizik görüşlerinin materyalist (maddeci) düşünce kar­şısında kesin olarak yenileceğine inanıyordu.

Atatürk’ün bilim ve fen konusundaki düşüncelerinin oluşmasında po­zitivizmin yanı sıra rasyonalizmin, yani akılcılığın da önemli yeri ve katkısı bu­lunmaktadır. Prof. Dr. Şerafettin TURAN’a göre, aklı ve bilimi düşünce ve ak­siyonda temel klavuz, başlıca önder olarak kabul eden ve bu nedenle de safsatalara ve hurafelere karşı çıkan Atatürk düşüncesinde ve özellikle onun lâiklik an­layışında Descartes’ın akılcı görüşünün tüm özelliklerini bulmaktayız. Bu ne­denledir ki Descartes’ın “Metod Üzerine Düşünceler” (Söylemler) adlı kitabı Atatürk’ün isteği ile Türkçe’ye çevrilmiştir. Batıda akılcı düşüncenin bir başka büyük temsilcisi olan Kant hakkında da ülkemizde “Kant ve Felsefesi” adlı bir inceleme yayınlanmıştır.

Atatürk’ün bilim, din, Tanrı, ilerlemede bilimin rolü konularında daha 1916 yılında I. Dünya Savaşı esnasında okuduğu ^itaplar arasında yer alan Şeh- benderzade Ahmet Hilmi Efendi’nin bazı görüşlerinden de burada kısaca bah­setmek yerinde olur.

O devirlerde yetişmiş belli başlı radikal düşünürlerimizden olan Şeh- benderzade Ahmet Hilmi, çağdaş yaşama geçmenin uzun sürecek yavaş bir ge­lişmeyle, yani evrimle, gerçekleşmeyeceğini belirterek, ülkemizde hızlı bir iler­lemeyi zorunlu görüyordu. O, ilerlememize engel olan başlıca nedenleri, yeni fikirlere düşmanlık, durağanlığı (statükoyu) sevmek, derinliğe inmeyen taklitçilik ile yüzeysel bilgi olarak özetliyordu.

Atatürk’ün düşünce oluşumunda, özellikle bilim, fen, ilerleme, uygarlık gibi konularda etkisi altında kaldığı kaynaklardan biri de II. Meşrutiyet’te Kı- lıçzade Hakkı Bey’in de yazarları arasında bulunduğu “İçtihat” dergisidir. Yine, bu fikir adamları içinde burada önemle zikredilmesi gerekenler içerisinde Celal Nuri’yi de salabiliriz. Özellikle hurafelere karşı bakış açısında ve bilimsel dü­şünceyi Türkçülük esaslarına ve dayanışmacı, Durkheim ekolüne sadık kalarak yayan ve geliştiren büyük düşünür Ziya GÖKALP’ı da burada anmadan ge­çemeyeceğim.

Atatürk’ün bilim ve fen kavramları hakkmdaki düşüncelerini etkileyen belli başlı düşünürlere kısaca değindikten sonra şimdi, bir kaç cümleyle de olsa, O’nu. bu yolda teşvik eden, cesaretlendiren bazı ünlü şairlerden söz etmek istiyoruz. Bunlar arasında, kuşkusuz en başta Tevfik Fikret’ten bahsetmek gerekir, sanırım. Fikret, “Ferda” (Yarın, Gelecek) adlı şiirinde zamanın gençliğine seslenerek ba­kınız şöyle diyordu :

“Asrın unutma, harikalar (şimşekler) asr-ı feyzidir

Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir

Bir ufk-u itilâ (yükselme) açılır, yükselir hayat

Yükselmeyen düşer, ya terakki ya inhitat (çöküş)”

Yine Fikret “Sabah Olursa” başlıklı şiirinde gençlere şöyle seslenmişti:

“… Siz ey fezâ-yı ferdanın (geleceğin uzayının)

Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın…

Ufukların ebedi iştiyakı (özlemi) var nura

Tenevvür (aydınlanma), asrımızın işte ruh-i âmali (emellerinin ruhu)”

Fikret, bu çok anlamlı şiirinde gençliğe “aydınlık içinde, şükredilecek bir kurtuluşa” doğru koşmaları mesajını da veriyor ve şöyle devam ediyordu:

            “Ümidimiz bu ölürsek de biz, yaşar mutlak

            Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak,”

Atatürk’ün bilim ve fen konusunda etkilendiği şair ve düşünürler arasında yer alan bir başkası İsmail SAFA’dır. O’nun 1899 yüında yazdığı “İlim ve Fen” başlıklı şu ilginç şiiri de burada sizlere hatırlatmak istiyorum:

   “İlim için kendimizi yormalıyız,

   Çin’de de olsa varıp sormalıyız,

   Medeniyyet gidiyor hep ileri,

   Artıyor komşuların bilgileri

   Hangi sanat elimizden gelmez,

   Fikrimiz hangi kata yükselmez,

            Var mı bir fen ki, biraz gayretle

            Muktedir olmayalım tahsile.”

Şimdi bu son derece ilginç şiiri, Atatürk’ün “Onuncu Yıl” Nutkundaki Türk milletinin “zeki ve çalışkan olduğunu”, ilim ve fen dahil her alanda Türk milletinin mutlaka başarılı olacağını haykıran sözleriyle karşılaştıralım ve düşünelim.

Aslında Şair İsmail SAFA’nın dile getirdiği bu inanç ve özlem, batıya, ba­tının üstünlüğüne, batı uygarlığının temelindeki bilimsel düşünceye ve batının meydana getirdiği büyük teknolojik eserlere Osmanlı-Türk aydınlarında duyulan derin hayranlık ve imrenme duygusunu dile getirmektedir ve Türk milletinin de o milletler gibi büyük işleri yapmaya muktedir olduğunu ifade etmektedir.

Üniversiteler ve Atatürk

Konferansımızın bu son bölümünde bilimin üretildiği ana, temel kay­naklardan biri olan Üniversiteler hakkında Atatürk’ün düşüncelerine kısaca de­ğinmek isterim. O, 1933 yılında şöyle demişti : “Üniversite kurmaya verdiğimiz önemi söylemek isterim. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve yeni kurulan Üniversitede radikal tedbirlerle yürümek kati kararımızdır.” Nitekim aynı yıl Darül-Fünun lağvedilmiş ve yerine İstanbul Üniversitesi adıyla anılan yeni kurum ku­rulmuştu.

Cumhuriyet döneminde Üniversite Reformu diye anılan bu hareketle, Türk devrimcileri halâ eski nakilci skolastiğin ve durağan medresenin izlerini taşıyan Dar-ül-Fünun’un yerine, programları çağdaş bilime ve teknolojiye dayanan bir yeni kurum, bir Üniversite kurmak istemişlerdi. İlâve edelim ki, yeni Üniversitede programların yenilenmesiyle birlikte, bilim adamları kadrosu da yenilenmiş ve bazı hocalar tensikata (ayıklanmaya) tâbi tutulmuşlardı. Üniversiteden ayrılan bu hocaların yerine de özellikle Almanya’dan gelen, daha doğrusu getirtilen, çoğu Musevi asıllı, bilim adamları yerleştirilmişti. Hemen şükranla işaret edelim ki bu yabancı bilim adamlarının yeni Türk Üniversitesinin kurulmasında ve iler­lemesinde büyük katkıları olmuştur. Bunlar, bilimsel düşünceyi ve bilimsel yön­temleri ve modem felsefeyi Türkiye’ye tanıttıkları gibi çok değerli öğrenciler, öğ­retmenler ve kadrolar da yetiştirmişlerdir. Bu hocaların hizmetlerini burada şükranla yâdetmek bizim için bir gönül ve insanlık borcudur. Bu konudaki ilginç noktalardan biri de yurdumuza gelen yabancı bilim adamlarına aylık olarak, o za­mana göre, çok yüksek bir meblağ olan, bin liranın verilmiş olmasıydı. Derhal ha­tırlatalım ki o dönemde bir milletvekili aşağı yukarı üç yüz lira maaş almaktaydı. Bu da, Atatürk’ün üretken, çalışkan, değerli bilim adamlarına verdiği önemi çok açık şekilde göstermektedir, sanırım.

Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK’ün “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri” adlı eserinden öğrendiğimize göre Atatürk, Üniveısite’de yeni ders yılının açılması mü­nasebetiyle kendisine çekilen saygı ve bağlılık telgrafına şu cevabı vermişti: “İs­tanbul Üniversitesi’nin açılışından çok sevinç duydum. Bu yüksek ilim ocağında kıymetli profesörlerin elinde Türk çocuğunun müstesna zekâ ve eşsiz kabiliyetinin çok büyük gelişmelerine erişeceğine eminim.” Yine, Utkan KOCATÜRK’ün be­lirttiğine göre, O, 1932 yılında bilim adamlarına ışık tutacak şu sözleri söy­lemiştir: “İlim tercümeyle olmaz, tetkikle, yani araştırmayla olur.” Bu ilginç söz­lerin yanında Atatürk’ün bilim terimleriyle de ilgilendiğini burada kısaca belirtmek istiyoruz. Prof. Dr. Akil Muhtar ÖZDEN’in naklettiğine göre, O, Üniversitelerde ve bilim âleminde kullanılan Arapça terimler hakkında şöyle demiştir : “Söz ko­nusu tâbirler beynelmilel ilim sahasında kolaylıkla ilerlememize mânidir. Fen te­rimleri o surette yapılmalı ki, mânaları ancak istenilen şeyi ifade edebilsin.”

Sonuç ve Genel Değerlendirme

Atatürk’ün bilim ve fen kavramları ve Üniversite hakkındaki düşüncelerine böylece genel olarak değindikten sonra şu sorulara da cevap vermenin yerinde olacağını sanıyorum. Atatürk’ün ölümünden bu yana geçen elli yıldan fazla zamandan beri Türk Üniversiteleri ve diğer bilim teknoloji odakları onun istediği çağdaş dü­zeye bir bütün olarak, erişebilmiş midir? Her alanda olduğu gibi bu alanda da kay­dedilen ilerlemelere, yetişen değerli bilim ve fikir adamlarına, yapılan bilimsel yayın ve araştırmalara ve ortaya konan eserlere rağmen, dünya genelinde, Tür­kiye’nin bugün çok ileri bir bilimsel ve teknolojik düzeyde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ben, müsaadenizle bu konuda bazı önemli noktaları sizlere ha­mlatmak isterim.

Çağdaş uygarlığa süratle ulaşmak yolundaki Atatürk’ün büyük özlemini gerçekleştirmek için bilim, fen ve teknoloji alanında çok daha büyük atılımlar hatta sıçramalar yapmaya mecburuz. Bu, kuşkusuz toplumdaki bütün katmanların, Parlâmentonun, hükümetlerin, bürokrasinin, üniversitelerin, kamuoyunun, halkın, basın ve TV. gibi etkili medyaların elbirliğiyle, güçlü desteğiyle ve belirli bir plân ve programa göre çözeceği bir problemdir, aynı zamanda şunu da belirteyim ki, bi­limi yükseltmek, bilim adamını yüceltmek sadece bu yolda harcanacak parayla, bütçeyle, fonlarla, ilgili değildir. Bunlar kadar önemli olan başka bir husus da, bi­lime, bilimsel düşünceye, özgür fikre ve özgür tartışmaya gösterilecek itibar ve saygıdır. Öğretmenlerini ve bilim adamlarını toplumun yüksek saygı sınırında görmek uzun asırlar Türk toplumuna egemen bir düşünce olmuştur. Maalesef, son zamanlarda bu düşünce çizgisinden yer yer sapan, öğretmeni, bilim adamını ve üniversiteyi sırf para ölçüleriyle ölçmeye ve değerlendirmeye çalışan bazı kısır görüşler toplumumuzda uç vermeye ve taraftar toplamaya başlamıştır. Bu dü­şüncelerde ve yönde ileri gidilmesi, kuşkusuz, Atatürk’ün zikrettiğimiz düşünceleriyle hiç uyuşmadığı gibi toplumumuzu bir süre sonra kısır bir döngüye sokmak eğilimi gösteren yoz bir anlayışı da yansıtmaktadır. Şu halde, bilime, bilim adamına, öğretmene gereken saygıyı ve önemi göstermek ve gösterilmek en başta bizzat bilim adamlarının kendilerine düşen bir görev olduğu gibi, toplumun yukarıda işaret ettiğimiz bütün katmanlarına ait temel bir ödevdir.

—————————————

Kaynak: 

Bu konferans, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı adına 3 Kasım 1994 tarihinde İstanbul’da Prof.Dr. Bülent Daver tarafından verilmiştir. (Kaynak: Türk Tarih Kurumu Yayınları; XVI. Dizi, Sayı: 80, s.123-130, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75 Yılı Armağanı)

http://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/ataturkte-bilim-fen-kavramlari-ve-cagdaslasma/

[1] Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Em. Öğretim Üyesi (Rahmetli)

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen