Nurettin TOPÇU: Başkaları gibi düşünmeyen adam

Cemal A. KALYONCU 

İnsanların hoşlanacağı şeyleri değil, hakikatleri söyleyen, 40 yılını öğrenci yetiştirmeye adamış bir ahlak filozofu olan Nurettin Topçu, doğumunun 100. yılını geride bıraktığı hâlde bu topraklarda hak ettiği yeri bulmuş değil. 

Çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer’e söylediği “Çok perişanım Sırrı; hoca da papaz da insan aldatıyor.” sözü ilk duyanda bir irkilmeye sebebiyet verecek türdendi. Onun, her biri insanı derin düşünceye sevk edebilecek, duruşunu, hayata bakışını anlatan başka ifadeleri de vardı: “Anadolu’nun kurtuluş savaşı, ruh cephesinde henüz yapılmadı. Bizim halkımızın belden yukarı namus anlayışı yoktur. Namus, sözünde durmaktır hâlbuki. Hür ve kuvvetli olan insan, yırtıcı olan değil, yaratıcı olan insandır. Kin ve din birleşmez. Hukuk ahlakın asgarisidir, asgari kurallarıdır. Ümitsizlik imansızlıktan gelir. Gerçek dinî hayat, ahlakımızla birlikte kimsesiz ve yoksuldur. Şark dünyasında çalışmak, ibadet değildir. Şarklı, henüz çalışma aşkını tatmış değildir. Ahlak sahibi olarak büyük sermayeye ve mülke sahip olmak imkânsızdır. Bilgisizliğin üç çeşidi vardır; gerekeni bilmemek, kötü bilmek, gereksiz şeyi bilmek.”

1974 yılında, Bolu’da, bütün müftülerin bir arada olduğu toplantıda söyledikleri de din adamlarına mesaj yüklüydü: “Dünyanın en cesur insanları siz din adamlarısınız. Ahiret sermayesini dünyalık edinmek her babayiğidin harcı değildir.” Ayrıca, dindarlığı iddia hâline getirenlerden tiksindiği anlatılırdı. “Dostlarınıza karşı zekânızı kullanmayınız.” diyen de oydu.

Geride bıraktığı fikrî ürünleri hep bir ıstırabın neticesiydi. Zira, ona göre “Istırabını duymadan yazmak riyakarlık ve samimiyetsizlikti.”

Kısacası zor zamanın kahramanıydı o. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonraki dönemlerde kendisiyle görüşmek isteyen darbecilere de yüz vermemişti. 

Doç. Dr. Nurettin Topçu, bir ahlak filozofuydu. Anadolucu milliyetçi ve toplumcuydu; düşünce, hareket ve fikir adamıydı. Kimine göre 20. yüzyılın Hz. Ömer’iydi. Onu ahlak filozofu kılan, hürriyet ve sorumluluk konusundaki fikriyatıydı. Öğrencisi olmadığı hâlde sohbet ve eserleri yoluyla Türkiye’deki en iyi Nurettin Topçu uzmanlarından olan Prof. Dr. İsmail Kara, Topçu’da sorumluluk kavramına, ‘insanın yaptıklarına katlanması olarak değil, yapması gerektiği hâlde yapmadıklarının şuurunda olması ve bundan dolayı harekete geçmesi olarak açıklık getiriyordu. Zira, hürriyet sorumluluktan ayrıldığında vahşi hayvandan aşağısı demekti.

Ahlak, en önemsediği hususlardan biriydi. Aslında her Müslüman’ın en önem vermesi gereken husustu ahlak. Zira Peygamber Efendimiz (sav)’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” hadis-i şerifi ortada iken, bu hususu kendisine şiar edinmiş birinin fazladan bir özellikmiş gibi öne çıkarılması bütün Müslümanların düşünmesi gereken bir husustu. Topçu, Sorbonne’da felsefe doktorası yapan ilk Türk’tü ve doktora konusu da İsyan Ahlakı’ydı.

Peki, böylesine bir geçmişe sahip Nurettin Topçu, neden Türkiye’de gerekli ilgi ve alakayı görmemiş, geniş kitlelerce anlaşılamamıştı?

Bu hususa tekrar dönmek üzere şimdi 1900’lerin başına gidelim.

Nüfus kâğıdındaki ismi ile Osman Nuri, yani Nurettin Topçu, Erzurumlu Topçuzade Osman Efendi’nin torunuydu. Nurettin Hoca’nın dedesi Osman Efendi Rusların Erzurum’u işgali sırasında orduda topçuluk yaptığı için kendilerine verilen bu lakabı daha sonra soyadı olarak almıştı aile.

Osman Efendi vefat edince oğlu Ahmet, küçük yaşta yetim kaldı. Büyüdüğünde tahıl ve canlı hayvan ticareti yaparak geçimini sağladı. İyi para kazandı. Bir süre sonra da İstanbul’a yerleşti. Sultan Abdülhamid zamanında birkaç gün hapis yatmışlığı da bulunan Ahmet Efendi, Eğinli Ayşe Hanım’la evliliğinden iki çocuk sahibi oldu. İkisini de Balkan Harbi’nde şehit veren Ahmet Efendi, ilk eşi de vefat edince, bu sefer yine Eğinli olan Hasan Ağa’nın kızı Fatma Hanım’la birleştirdi hayatını. Fatma Hanım’ın, ilk evliliğinden Hatice (Karamürsel) adında bir de kızı vardı.

Nurettin, ailenin Süleymaniye’de oturduğu sırada, 7 Kasım 1909’da gözlerini açtı dünyaya. Ondan üç yıl önce de Hayrettin doğmuştu. Savaşlar ve içerideki milliyetçi akımlarla Osmanlı İmparatorluğu çatırdamaya başlamıştı o yıllarda. Buna paralel olarak Ahmet Efendi’nin işleri de bozulmaya yüz tutmuştu.

Küçük Nurettin de, Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi’nin ana sınıfında okullu olmuştu. Ardından Büyük Reşit Paşa İlkokulu’na devam etti. Bu dönemde, öğretmenlerinden Nafiz Bey’in etkisiyle Mehmet Akif’e yakın alaka duymaya başlar. Ardından Vefa’da orta eğitimini alan Nurettin, sınıflarını da birincilikle bitirir. 1928 yılında ise İstanbul Erkek Lisesi edebiyat bölümünden yine birincilikle mezun olur.

Aynı yıl Avrupa’da tahsil imtihanına girer. Kazandığı bilgisini alınca da Fransa’nın yolunu tutar. Fark dersleri ve Fransızca eğitimi için Aix Lisesi’nde iki sene eğitim alır. Sonraki yıllarda ilişkisini ilerleteceği Fransız filozofu Maurice Blondel’le bu dönemde tanışır. Onun hareket felsefesinden etkilenir.

Fransa’da başka Türk öğrenciler arasında Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu ve ondan önce Paris’e gelen Ali Fuat Başgil gibi isimlerle daha sıkı ilişki içinde olur. Strasburg Üniversite’sinde eğitimine başlar. Mehmet Akif ve Nurettin Topçu’nun ağabeyi Hayrettin Bey’in ‘akrabasıyız’ dediği I. Meclis’teki muhalif II. Grubun lideri Hüseyin Avni Ulaş’tan sonra düşünce dünyasında, bu dönemde en çok etki yapan Remzi Oğuz Arık olur. Nurettin Topçu, Blondel’den sonra tasavvuf tarihçisi Louis Massignon ile de tanışır. Hoca’nın Hallac-ı Mansur ilgisi onunla başlamıştır denebilir. Ayrıca Yunus Emre ve Mevlana’nın izini sürmesinde de bu sürecin etkisi vardır. Topçu, Adnan Adıvar’ın Türkiye’ye dönmesi üzerine, Massignon’a, onun yerine Türkçe dersi verir.

1934 yılında Sorbonne’da Conformisme et Revolte, yani İsyan Ahlakı isimli tezini sunar. Tezini savunurken Halide Edip Adıvar, ‘bir Türk nasıl bir felsefe tezi yapar’ diye savunmasını izlemeye girer, ancak sonuçta gözyaşları içerisinde Topçu’yu tebrik eder. Topçu’nun hazırladığı İsyan Ahlakı, Türkiye’de, ancak 1990 yılında Kültür Bakanlığı’nca tıpkıbasım olarak bastırılabilirken, kitap, Fransa’da tezin kabul edildiği 1934’te yayımlanır.

Blondel’in, Paris Üniversitesi felsefe bölümünde kalma teklifine karşılık Topçu, millî ve manevi değerleri üzerine felsefe üretme yolunu tercih ederek geri döner. Bunun üzerine Blondel, ona, şu uyarıyı yapma ihtiyacı hisseder: “Şunu unutma ve hiçbir zaman ümitsizliğe kapılma. Şarkta en az bir asır daha felsefe yapılamaz.” Topçu, mutlaka, Türkiye’de kendisini nasıl zor bir sürecin beklediğinin bilincindedir.

Topçu, 1934’te Galatasaray Lisesi’nde felsefe dersi vererek öğretmenlik hayatına adım atar. Tezi bile ahlak üzerine olan Topçu, ilk hayal kırıklığını yaşar. Lise Müdürü Behçet Bey, altı öğrencinin sınıf geçirilmesini ister kendisinden. Tabii, inandığı değerlere aykırıdır bu. Sonuçta herkese hak ettiği notu verince ilk tayin cezasını 1935’te İzmir Erkek Lisesi’ne gönderilerek alır.

Nurettin Topçu, bu arada hayatı Hüseyin Paşa Yalısı’nda geçmiş, gerçek manada paşa torunu Fethiye Hanım’la evlenir. Hüseyin Paşa’nın kızı ve Hüseyin Avni Ulaş’ın eşi Ferhunde Hanım’ın ilk evliliğinden doğan Fethiye Hanım’la Nurettin Topçu arasında uyumsuzluk yaşanır. Dolayısıyla iki yıl sonra boşanırlar. Hoca, bu hususta yakın çevresine ‘benim de kusurum vardı, idare edebilirdim’ demiştir. Annesine bağlılığı bilinen Topçu, ikinci kez evlenmemiştir.

Topçuzade ailesi bugün iki koldan devam ediyor. Nurettin Bey’in ağabeyi Hayrettin Topçu’nun, Rize/Çamlıhemşinli Melahat Hanım’la evliliğinden, İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde iken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın edebiyat öğretmenliğini de yapacak Ayşe, Emre ve Hüseyin Avni isimlerinde üç çocuğu olur. Adile Sultan’ın eşi, yani padişahın damadı Mehmet Ali Paşa, Ayşe Hanım’ın dedesinin dayısıdır. Ayşe Hanım, ailenin bir ucunun da Mesut Yılmazların ailesine dayandığını söylese de konu hakkında detaylı bilgiye sahip değildir. Ailenin diğer kolu ise Nurettin Topçu’nun anne bir baba ayrı kız kardeşi Hatice Hanım kolundan sürmektedir. Hatice Hanım’ın kızı Nebahat Hanım, albay emeklisi Mahmut Zihni Enginertan ile evlenmiştir. Çiftin oğlu, TRT’de çeşitli görevler üstlenmiş Tuncer Enginertan ise Hacı Ali Demirel’in kızı Aynur Hanım’la birleştirmiştir hayatını.

Nurettin Hoca, askerliğini de o süreçte, 1936-37 yılları arasında levazım asteğmeni olarak yapar. Askerlik arkadaşları arasında Kasım Gülek, Tahsin Banguoğlu, Hıfzı Oğuz Bekata, Gafur Soylu, Halil Vedat Fıratlı, Hariciyeci Kıbrıslı Şinasi gibi isimler vardır.

Topçu, hayatına heyecan katan yayıncılık işine 1939’da başlar. Hareket’in ilk sayısını İzmir’de olduğu yıllarda çıkarır. ‘Çalgıcılar’ başlığıyla ve müstear isimle yazdığı yazı yüzünden hedefe konur. Yazıda, kurucu kadro ile ilgili eleştiriler olduğu iddiası ile göz önünde bir yere nakledilmesi gerektiği rapor edilir. Buna rağmen Emin Işık, Atatürk muhalefetinin başladığı yıllarda İsmet İnönü’nün, ‘Bu çocuk güzel yazıyor. Bırakın yazsın.’ dediğini anlatılır.

Nihayetinde Hoca, Vefa Lisesi’ne tayin edilir. Burada dört sene ders verdikten sonra da sicil dosyasında suç olmamasına rağmen 1943’te Denizli İsmet İnönü Lisesi’ne tayini yapılır; bir sürgün gibi yine.

Hoca, Denizli’de, 1944’te, Bediüzzaman’ı ziyaret edip din, ahlak, gençlik ve cemiyet meseleleri üzerine sohbet etme imkânı bulur. Bir görüşmelerinde, Bediüzzaman, Denizli’de bir zamanlar altmış iki medresenin bulunduğunu, bunların hepsinin kapatıldığını üzülerek anlatır. Ve “Bu sebepten ben muallimlere dargınım” der, kendisine. Ama ona dua etmeyi de ihmal etmez. Topçu, 1952 senesinde, Gençlik Rehberi mahkemesi için geldiği İstanbul’daki Akşehir Palas Oteli’nde de görüşür Bediüzzaman’la.

Bu yıllarda II. Dünya Savaşı olanca hızıyla sürmektedir. Herkes Amerika’nın Hitler’in safında savaşa dâhil olacağını tahmin ederken, Hoca, konuya başka bir açılım getirir. Emin Işık Hoca’nın anlattığına göre Topçu, Amerika’nın Hitler’e değil Ruslara yardım edeceği öngörüsünde bulunur. Karşı çıkanlara da şöyle bir açıklama getirir: “Çünkü laik liberaller ile materyalist komünistlerin dünya görüşü aynıdır. Birisi kişisel menfaatten çıkıyor aynı yere gidiyor, öteki toplumsal menfaatten aynı noktaya varıyor. Ama ikisinin de amaçladığı menfaattir, yani dünya nimetleridir. İkisinin de maneviyatı, dinî endişeleri, ruhsal ve ahlaki diye bir değerleri yoktur.”

Evinde Mehmet Akif, Hüseyin Avni Ulaş’la birlikte resmi bulunan ve en çok komünizme karşı verdiği mücadele ile irade adamı oluşunu takdir ettiği Hitler’in bir ahlak meselesi olduğunu düşünen Topçu, Akif’i ahlakından, Hüseyin Avni Ulaş’ı da hiç eğilip bükülmeyen karakterinden dolayı benimsemiştir aslında.

Topçu, Denizli sürgününü tamamlayınca mezun olduğu 1944 yılında İstanbul Erkek Lisesi’ne gelir. 1946 ile 55 yılları arasında yeniden Vefa Lisesi’nde ders verir. Ardından bir yıl Haydarpaşa Lisesi’nde, sonra da 1956’dan, kendi isteği ile emekli olacağı 74 yılına kadar İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciler yetiştirir. Topçu, 40 yıllık muallimlik hayatında, bunların dışında, Erenköy Kız Lisesi, Cağaloğlu Kız Enstitüsü, Hayriye Lisesi, İstanbul İmam Hatip Lisesi ve Robert Kolej’de de tarih, psikoloji, din psikolojisi, dinler tarihi ve felsefe dersleri verir. Bu okulların bir kısmından ücret de almaz.

Bergson üzerine hazırladığı teziyle doçent olan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Hilmi Ziya Ülken’in kürsüsünde eylemsiz (kadrosuz) ahlâk doçentliği yapan Topçu’ya, yetiştirdiği binlerce talebesi üniversitelerde yer bulmasına rağmen, çeşitli oyunlarla kadro verilmez. Mason olmadığı için kadrosunun çıkmadığı dile getirilir.

Topçu, uzun süre manevi arayış içerisindedir. Bu arzusunu çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer’e açar: “Ben bir din adamı ile görüşmek istiyorum.” Hayatının dönüm noktası olacak süreç böylece başlar. Nakşi-Halidi Şeyhi Hasbi Efendi’ye gider. Sonra, Tüzeer’le beraber Celal Ökten Hoca’yla temasa geçer: “Geç saate kadar sohbet ettiler. Çıkınca da ‘yahu Sırrı’ demiş, ‘hoca çok mübarek, çok âlim, çok kıymetli adam ama ben ilim aramıyorum, ben maneviyat arıyorum.” Bunun üzerine Tüzeer, onu, Zeyrek Çivicizade Camİi İmamı Abdülaziz Bekkine’ye götürmeyi düşünür. İlk görüşmeleri bir yatsı namazından sonra başlar. Saatler saatleri kovalar. Neredeyse sabah olmuştur. Topçu o kadar etkilenmiştir ki vedalaşıp ayrılmışken bile tekrar geri dönmek ister. Topçu, artık Abdülaziz Efendi’ye bağlanmıştır. Abdülaziz Efendi, görüşmelerinde Nurettin Topçu’ya iki konuda ikazda bulunur ve “Yoksa hizmet sahan daralır!” der.

Topçu, 1950 seçimlerinde, Demokrat Partili dostları aday olmasını istediklerinde de Abdülaziz Efendi’ye danışır. “Tarikten ayrılma. Muallimlikte kal. Her sene İslamı bilen ve tatbik eden on öğrenci yetiştirsen kâfi.” cevabını alınca bu işlerden vazgeçer. İlişkileri, Bekkine’nin 1952’de vefatına kadar devam eder.

Ama o sohbetlerde ‘İslami bir parti kurmak için kendisinden izin isteyenler’ Abdülaziz Efendi’nin izin vermemesine rağmen, sonraki yıllarda ondan onay almışçasına hareket edince, Topçu onların notunu daha o yıllarda verir.

Nurettin Topçu, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra oluşan boşluk ortamında hizmet etmek için Adalet Partisi’nin kuruluş çalışmalarını destekler. İzmit, Bursa ve Konya’dan aldığı teklifleri değerlendirir. Mevlana’ya olan sevgisi ağır bastığından senato seçimlerinde Konya’dan aday olur. Seçim gezilerine de gider. Ancak kazanamaz. Çevresindekilerin bir kısmına göre kazanamayacağı bir yeri tercih etmiştir, bir kısmına göre de parti içi oyunlara gelmiştir.

Hoca, Hareket dergisi ile düşüncelerini anlatmaya devam eder. İlk devresi 1939-1943 yıllarını kapsayan dergi, 1947-49 arasında yeniden çıkmaya başlar. Demokrat Parti iktidarı döneminde de, 1952-53 yılları arasında yayınını sürdürebilir. Derginin dördüncü dönemi ise Ezel Erverdi ve çevresindekilerin çabaları ile başlar ve 1982 yılına kadar devam eder.

Adnan Menderes dönemi sağda da hareketli günleri beraberinde getirir. 1952’de, Rahmi Eray’ın önderliğinde biri esnaf, diğerleri de üniversite öğrencilerinden müteşekkil bir grup tarafından kurulan Milliyetçiler Derneği de Ahmet Emin Yalman’ın vurulması hadisesi üzerine kapatılır. 27 Mayıs, vicdanlı kesimin içinde yer eder ki 1961’den sonra yeniden açılan derneğe büyük rağbet olur. Ancak ilerleyen yıllarda, dernek içindeki çekişmeler gün yüzüne çıkar. Sonuçta ‘Nurettin Topçu’nun askerleri’ olarak adlandırılan Topçu’ya bağlı olanlar 1964’te Türkiye Milliyetçiler Cemiyeti çatısı altında birleşir. Ve sonradan anlaşılır ki ilk kuruculardan olan o esnaf ‘görevlendirilmiş’ biridir.

27 Mayıs, organize öğrenci olayları ile geldiğini haber vermektedir âdeta. İnsanların CHP ve DP’li şeklinde ikiye ayrıldığı o yıllarda, gençler için aranılan bir limandır Hoca ve çevresi. Hangi saat olursa olsun kapısı gelenlere hep açıktır. MTTB Başkanı Rasim Cinisli, o karmaşık günlere dair şunları hatırlıyor şimdi: “Üniversite olayları sıklaşınca, benim, üniversite içinde yaşadığım olayları paylaşıp derdimi açacağım insanlara ihtiyacım oluyordu. O dönemlerde hep Hoca’ya müracaat eder, üniversitede olup bitenleri anlatırdım. O da kendi fikirlerini söylerdi. Bu zamanla öyle bir hâle geldi ki Soğanağa’da o üç katlı ahşap evde gecenin saat 12’lerinde hocanın kapısını çaldığım çok olmuştur.” İsmail Kara’nın deyişiyle, ‘ciddi olmakla beraber mesafesiz bir ilişkisi vardı’ Topçu’nun çevresindekilerle.

Bir defasında Topçu’nun teklifi ile Milliyetçiler Derneği adına Menderes’e bir telgraf çekmeye karar verilir. Metni de bizzat Hoca hazırlar. Menderes’in cevabı olumludur. İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Kemal Aygün, CHP destekli, yıkıcı talebe hareketlerine karşı ne yapmayı düşündüklerini konuşmak için dernekteki gençlere haber gönderir. Aygün, İstanbul Örfi İdare Kumandanı’nın da devrim hareketinin içinde olduğunu, orada haber verir gençlere.

27 Mayıs darbesinden aslında hükûmetin haberdar olduğu ve Menderes’in de bile bile bu kuyuya düştüğü ortaya çıkıyor. Zira, o dönemde Dışişleri Bakanı olan Fatin Rüştü Zorlu’nun Topçu’ya söyledikleri bunu ispatlıyor. Kemal Aygün, Topçu’ya telefon ederek, Zorlu’nun kendisiyle görüşmek istediğini iletiyor. Topçu da önce ‘Bizim onunla bir münasebetimiz yok” diyerek kabul etmiyor. Sonra İstanbul Belediye’sinde görüştüklerinde Zorlu, Topçu’ya “Menderes’e savunma bakanı yapılması hâlinde bu işi engelleyemezsem de hallederim dediğini” anlatıyor. Ama Menderes buna inanmıyor ki sonları sehpası oluyor. Topçu’nun üvey kız kardeşi Hatice Hanım’ın torunu Tuncer Enginertan’ın, bu konuda dayısından dinlediği de bu yönde.

Darbeciler 27 Mayıs’ı gerçekleştirdiğinde, ihbarcılar da devreye girer tabii. Behçet Kemal Çağlar, Topçu’yu, ‘devrime karşıdır, Abdülhamid’i methediyor’ diye ihbar edince Hocanın Robert Kolej’deki tarih dersi sona erer. 1953’te, Milliyetçiler Derneği’nin kapatıldığı sırada, Topçu’nun bir yazısı vesilesi ile tanıştıp dost olduğu Ali Fuat Başgil’in evi de ikide bir aranmaktadır. Tuncer Enginertan da o ziyaretlerden birinde dayısı ile birlikte Başgil’in evindedir: “Başgil, evrakları ortaya koymuştu. ‘Nurettin Bey, yahu gelip ortalığı karıştırıyorlar!’ falan diye şikâyet etti. Ama dayıma hiç kimse gelmiyor. Dayım da ‘Yahu niye gelmiyorlar bana?’ falan filan diye merak ediyordu. Sonra birisi diyor ki ‘Hocam siz zaten her zaman bakılıyorsunuz.’ ‘Nasıl?’ diyor dayım. Eve sıklıkla gelip giden talebelerinden biri, yani okul talebesi değil. Dışarıdan o işle görevlendirilmiş. İsmini de söylüyor, ama size söyleyemem. O da vefat etti.”

Topçu, İsyan Ahlakı’nı doktora konusu yapmıştı. Ama bunu komünist ve solcuların anlamak istediği anlamda kullanmıyordu. Topçu’nun, özellikle Yarınki Türkiye kitabını her sayfasında notlar alarak, satırları çize çize okumuş, onu, dert çeken, muzdarip biri olarak tanımlayan Fethullah Gülen Hocaefendi’ye göre, Topçu, isyan ahlakını iradenin davası olarak değerlendirmişti: “Ona göre, gerçek ve tam irade, fertten başlayan, aile ve devlet gibi otoriteleri kabul eden, millet ve insanlık basamaklarından da geçerek Allah’a ulaştıran iradedir. Dolayısıyla da, isyan ahlakı, bir insanın kendi inanç, düşünce, his, kanaat ve karakteriyle kendini ifade etmesi; taklit, şablonculuk ve basmakalıpçılığa başkaldırması; her meseleyi öz değerlerinin süzgecinden geçirdikten sonra kendi idrak ufku itibariyle yeniden değerlendirmesi ve kendine mal etmesi demekti.”

Topçu, buna rağmen sağ kesim tarafından anlaşılamadı. Veya yanlış anlaşıldı. Sonuçta geniş çevrelere ulaşamadı. Anlaşılamamasının birkaç nedeni vardı. Onu da Prof. Dr. İsmail Kara’dan dinleyelim: “Birincisi, Nurettin Bey’in bizzat kendisi. Yani Nurettin Bey’in üslubu, meseleleri anlatma tarzı, yer yer sertleşen yönleri okuyucu ile arasına bir mesafe koyuyor. Kendisinin bunu bile isteye yaptığını düşünüyorum.” Kara, bunu Topçu’nun sadece kendi dönemi için değil bugün için de geçerli bir sebep olarak anlatıyor: “Piyasadaki eserleri okuyan bir okuyucu Nurettin Bey’i rahat okuyamaz. Ona alışabilmesi için bir gayret sarf etmesi veya çok iyi bir yerden başlaması lazım.” Ona göre bu sıralama da şöyle olmalı: “Mesela eline ilk geçecek kitap Var Olmak veyaYarınki Türkiye olması lazım. Var Olmak değil de İradenin Davası ile başladı ise işi zor. İsyan Ahlakı’nın adı çok cazip fakat onunla başlıyorsa yine çok zor. Yani İsyan Ahlakı ile ona ısınamaz bir insan. Çünkü takip edemez onu. İsyan Ahlakı’nı belki İradenin Davası’ndan sonra okuması lazım. Ama Var Olmak,Yarınki Türkiye veya Türkiye’nin Maarif Davası ile başlarsa Nurettin Bey’e ısınması daha düzgün gidebilir.”

Prof. Dr. Kara’nın, deneyerek edindiği intibaa göre ardından İslam ve İnsan gelmeli. Ancak şu ikaza da dikkat etmeli: “İslam ve İnsan’ın bir tehlikeli tarafı var; din adamları konusunda çok ağır tenkitleri var orada. Bunları okuyan bir insan ‘bu adam din düşmanı’ kanaatine varabilir. Çünkü din adamları ile ilgili tenkitleri çok serttir hakikaten,. Onları tabii çok inanarak yazmıştır.” 

Topçu’nun anlaşılmamasındaki ikinci sebep ise Türkiye’deki insanların okudukları eserler ve dolayısıyla insanların ortalaması. Kara, bunun da onun eserlerine gidişi kolaylaştıran bir şey olmadığını söylüyor. Üçüncüsü, belki en önemlisi de fikirleri itibariyle piyasa şartlarına ve piyasa yönelişlerine göre ayarlanmış bir dokusu yok Nurettin Topçu ve eserlerinin: “Ortalıktaki fikirleri aşmadıktan sonra herhangi bir yola girmeniz mümkün değil diyen metinler bunlar. Şimdi bu davetkâr bir şey değil. Piyasadaki mevcut fikirleri hakikatin önünde bir engel olarak görürseniz Nurettin Bey size açılmaya başlar. Piyasadaki söylemler istikametinde bir şey aradığınız zaman Nurettin Bey size kapanır. Bence Müslüman, muhafazakâr, milliyetçi kesimin hâlâ Nurettin Bey okuyamamasının önemli sebepleri buralarda aranmalı.”

Çünkü Topçu, Cemil Meriç gibi tesir altına almayı ve büyülemeyi tercih etmemiştir. Cemil Meriç’in bu üslubu onun okunmasını kolaylaştıran bir yoldur Kara’ya göre. Topçu’da ise okuyucu, kendisi dâhil olmadığı müddetçe takip edemez onu; öyle bir yazım tarzını tercih etmiştir çünkü Nurettin Bey.

Bir de Nurettin Topçu’nun kendisini fark ettirme derdi yoktu. Bu, özellikle konuşmalarında tercih ettiği bir yöntemdi. Günlük hayatında da aslında böyle biriydi Hoca. Uzun yıllar öğretmenlik yapıp emekli olduğu İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinden Ali Saydam, ‘doğumunun 100. yılında’ konuşmuş, ‘her türlü ‘tasallut’u reddeden, belki biraz da bu nedenle ‘ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmiş’ olan bu büyük adamı, lise yıllarında nasıl ıskaladığını, sonradan nasıl ‘yeniden keşfettiğini’ anlatmaya çalışmıştı.’

Zira, Nurettin Topçu, konuşmalarının sonunu öyle bağlardı ki konuşmasının bittiği anlaşılmazdı. Mesela, Türkiye’nin sağ-sol diye kırıldığı 1960’ların o ortamında, Necip Fazılların hararetli konuşmalarına karşı Topçu, Milliyetçiler Derneği, Millî Türk Talebe Birliği ve Aydınlar Ocağı’ndaki konuşmalarını kimse alkışlamasın diye böyle bitiriverirdi. Tevazu önemli idi bunda. Onun derdi İsmail Kara’nın söylediği gibi “Anlayan anlayacak ve bundan istifade edecekti.” Onun tarzı bir ortam açmakla sınırlıydı.

Zaten, İsmail Kara’ya göre Topçu, insanların istendiği gibi yetiştirilebileceğine inanan bir insan da değildi. Veya bu yolu tercih eden biri değildi. Yoksa, yakın çevresindeki talebelerinden Ezel Erverdi başta olmak üzere onunla konuşup sohbetler tartışmalar yapmayı isteyenler olmuştu: “İnsanlar kendi şahsiyetlerini, ne kadar bulacaklarsa o kadar bulacaklar. Yani hocanın tarzı, ‘istidatlı olan insan açılan sofrayı görecek ve buradan istifade edip kendisini yetiştirecek. İstidatlı olmayan adamdan da bir şey olmaz zaten.’ Öyle sıkı bir denetim tavrı yoktu. Ben bunu hem kendi hocalık tarzından hem yazdıklarından çıkarıyorum.”

Topçu’nun şahsiyetçilik konusundaki fikirleri de burada belirleyiciydi şüphesiz. Birçok kişinin, Nurettin Topçu’nun hocaları olduğunu hayata atıldıktan sonra fark etmeleri de bu yüzden aslında; tıpkı Ali Saydam gibi.

Bütün bunlara rağmen Hoca’nın bugüne kadar hak ettiği değeri bulamamasının önündeki engellerin önemlilerinden biri de ‘sosyalizm’ kelimesini kullanması idi belki de. İslam Sosyalizmi ifadelerini 1951 yılından itibaren kullanıyor. Bu tarih önemli, çünkü DP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin ABD ve kapitalist dünya eksenine doğru kaydığı yılların başlangıcı. Muhafazakâr ve Müslüman kesim de bu istikamete doğru kayıyor. Hoca buna şiddetle karşı çıkıyor ve İslâm Sosyalizmi / Anadolu Sosyalizmi fikrini savunuyor. Bu da bir set oluşturmuştu sağ kesimle onun arasında.

Ona ilk karşı çıkanlardan biri, sosyalizm kelimesinin komünistlerin bir sloganı olduğunu söyleyen Necip Fazıl Kısakürek’tir. Ancak Topçu’nun bu kelimeyi kullanmaktaki amacı, onun pek çok çeşidinin olduğunu göstermektir. Topçu, burada, Anadolu milliyetçiliğine dayalı Müslüman Anadolu sosyalizmini savunmaktadır. Bunun komünizmle alakası olmadığı gibi ona karşı da bir tutumdur.

Peki sol buna nasıl bakıyordu?

12 Eylül’e kadar sol kanattan ilgilenler olsa bile açık bir itiraf gelmemişti. İsmail Kara’nın bu konudaki tespiti şöyleydi: “Aslında Nurettin Bey’in Hareket dergisini ve Nurettin Bey’in açtığı yolda Hüseyin Hatemi’nin başlattığı İslam sosyalizmi tartışmalarını çok sıkı ve yakın bir şekilde takip ediyorlar. Bunu 12 Eylül’den sonra itiraf ettiler. Hatta benim İletişim Yayınları çevresinde tanıştığım birçok insan ‘Hapishanede bile Hareket dergisi gazeteye sarılmış olarak bize gelirdi, okurduk. Fakat hapishaneyi paylaştığımız solcu çocukların hiçbir zaman bundan haberdar olmasını istemezdik; bu, sağcı, faşist derginin burada ne işi var?’ demesinler diye.”

Yön dergisi, o yıllarda Millî Sosyalizm meselesini tartışır. Nurettin Topçu da Doğan Avcıoğlu ve Hikmet Kıvılcımlı ile görüşür. Talebesi Sadık Göksü’nün ayarladığı görüşmeyi ‘Kıvılcımlı iyi bir adam ama biz ne konuşacağız?’ diyerek talebesinin ısrarı üzerine kabul etmiştir. Doğan Avcıoğlu ile görüşmesine de Yakın Tarihimiz dergisini çıkaran Cemal Kutay aracı olur. Yine Kara’ya bırakalım sözü: “Görüşmüşler, anlaşılmış ki Nurettin Bey’in yazıp ettiklerinden çok haberdarlar. Ama dönüşte ‘Bunların davası başka bir şey. Bunlarla bizim konuşacağım fazla bir şey yok.’ demiştir.”

Nurettin Topçu, buna rağmen, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanlığı da yapan ve 1965 ile 69 seçimlerinde İstanbul milletvekili olarak TBMM’ye giren Mehmet Ali Aybar için “Hele şükür, Meclis’e bir adam oğlu adam da girmiş.” demiştir.

Topçu, insanların hoşlanacağı şeyleri değil hakikatleri söyleyen biriydi. O yüzden 1969’daki Kanlı Pazar için “Kin ve din birleşmez” yazısını kaleme alabilmişti.

Kamuoyunda beyanatlar yoluyla kimseleri eleştirmedi, talebeleri ve yakın çevresindekilere danışmaları hâlinde fikirlerini söylerdi. Rasim Cinisli, bunlardan biriydi: “Vekildim. Bana bazı telkinlerde bulundu. Falana inanma, filana güvenme falan diye.” Devrin siyasi aktörleri için söylendiği muhakkaktı. Doç. Dr. Emin Işık’a göre, parti kurduktan sonra yazdığı yazı ile Necmettin Erbakan’la mesafe koymuştu arasına. Prof. Dr. Kara ise Milliyetçiler Derneği çevresinde yakın olduğu insanların hemen hepsinin, partinin başına geçtiğinde Süleyman Demirel’e yaklaşmaları ile Topçu’dan uzaklaştıklarını ifade ediyor.

Osman Bölükbaşı da o sıralarda sürekli gidip gelmekte ve Ali Fuat Başgil’i ‘bize katıl’ diyerek kendine çekmeye çalışmaktadır. Başgil, gözü pek tutmayınca Nurettin Topçu’ya haber verir. Bunun üzerine Bölükbaşı ile Topçu Gülhane parkında bir görüşme yapar. O konuşmada Bölükbaşı’nın demokratlara atıp tuttuğunu ama yine onların reyinin peşinde olduğunu görünce Topçu, Başgil’e “Bölükbaşı ile yapamayız.” der. Ve böylece AP’yi desteklemeye karar verirler.

Bugün Aydınlar Ocağı adını alan Aydınlar Kulübü’nün kuruluşuna da destek vermiş Topçu, maaşının beşte biri, belki de daha fazlasını yardımlara ayıran bir anlayıştaydı. Onca yıllık muallimlik hayatında sınıfa abdestsiz girmeyen biriydi. Denize, tabiata, özellikle suya merakı vardı. Bazen talebeleri ile bazen yalnız gittiği subaşı gezmelerini çok severdi. Talebesi Emin Işık, böyle bir subaşı yolculuğundan sonra ona “Hocam siz felsefeyi yaşıyorsunuz.” deyince unutamayacağı bir cevapla karşılaşacaktı: “Yaşanmayan felsefe neye yarar, zevzekliktir.”

Abdülkadir Gölpınarlı’nın birçok konuyu Şiiliğe dayandırdığı, kürsüsünde çalıştığı Hilmi Ziya Ülken için ise “Dünyanın felsefesini bilir ama hiç filozof değildir. Hep tercümeler yapmıştır.” düşüncesindeydi.

Bülent Ecevit’ten Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’a sayısız öğrenciye öğretmenlik yapmış, duygusal, mütevazı, gösterişi sevmeyen, güncelin, heveslerin, modanın peşine takılmayan, başkaları gibi düşünmenin gelip geçiciliğine düşmeyen, ulvi değerleri asla yere indirmeyen, makam, mevki, para sahibi insanların kibrine karşı da hiç tahammülü olmadığı söylenen Nurettin Topçu, bütün bunların ışığında Türkiye’de eksik ve yanlış anlaşılmış bir kişilikti. Nurettin Hoca bu durumu ta o zamanlardan görmüştü sanki: “Beni hakkiyle anlayanlar, ancak sınıfta bana talebelik yapmış olanlardır. Ötekilerin anlayışı eksiktir.”

Yazlarını Eğin’de geçiren, son zamanlarında Mevlevi ayinlerine de giden, ‘başkaları gibi düşünmeyen adam’ Nurettin Topçu, 10 Temmuz 1975’te rahmete kavuştuğunda yarınki Türkiye’nin fotoğrafını da çekmişti aslında: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz, çalışan ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi insan yetiştirmektir. Hünerleri, hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir. (…) Ve onların eseri olacak yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh…”

 

Kaynak:

http://www.aksiyon.com.tr/portreler/baskalari-gibi-dusunmeyen-adam_526485

Yazar
Cemal A. KALYONCU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen