Hilmiye KETENCİ
Hamd, Âlemlerin Rabbinedir. Salât ve selam O’nun en hayırlı yarattığı Muhammed (s.a.v) ve O’nun bütün ehlinin üzerine olsun. Bundan sonra Âlemin ayın 14’ ü gibi aydınlık ve en yüksek mevkide olanı, insanların Efendisi, bütün varlıklara mûcize olarak gönderilen, bütün kâinatın en büyüğü, en yücesi ve ümmetinin bağışlanmasına aracı olan, kıyâmet gününde ümmetine baş olan ve temiz olanların en yücesi, vefâ kubbesinin ay yüzlüsü, temiz ve sâfiliğin veli ve başlangıcının en iyisi, başı, reisi, mevcudâtın bütün varlıkların en şereflisi, âlemlerin sevinci, insanlığın en iyisi ve zamanın tamamlayıcı son peygamber, bütün varlık âlemi içinde en seçkin olan, kendisine tesbih edilen ve yüce hikmetlerin ululuk sıfatına mahsus olan yüceltilmiş, arınmış seçilmiş olan Muhammed Mustafa sallallahu ve sellem. Allah’ın selamı O’nun, ehlinin, dostlarının, eşlerinin, soyundan gelenlerin üzerine olsun.
Rivâyet edilir ki; Allah (c.c) kendi nurundan bir parça aldı. Daha gökler, yer, arş, kürsi, cennet ve cehennem yaratılmadan üçyüzyirmidört bin sene önce O nurdan, Peygamber Efendimizin ruhunu yarattı. Dünyada göründüğü gibi O’nun için ruhâni bir şekil var etti. Başına hidâyeti, boynuna alçak gönüllülüğü, gözlerine hayâyı, alnına yâkîni, ağzına sabrı, diline doğruluğu, yanağına muhabbeti, göğsüne nasihati, kalbine verâyı, içine zâhidliği, dizlerine korkuyu, ayaklarına istikâmeti yerleştirdi. Kalbine merhamet doldurdu. O’nu şefkatle terbiye etti, ikramla yüceltti, risâlet vazifesiyle seçkin kıldı. O’nu ezelden ‘’sevgili’’ diye isimlendirdi.
Peygamberler tarihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünya âleminde zuhûruyla da nihâyet bulmuştur. Yani bu yüce nûr, en temiz ve en asîl soylardan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh Efendimiz’e kadar gelmiş, Âmine Hâtun annemizin hâmileliğiyle birlikte, Hazret-i Abdullâh Efendimiz’in alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.
Hz. Âmine annemiz, soy ve mevki açısında Kureyşin en üstün hanımı idi. Peygamber Efendimize hâmile kalınca, eşi Hz. Abdullah, Şam yolculuğuna çıkmıştı. Dönüşte hasta olarak, Medine-i Münevvere’ye uğradı, orada Hakk’a yürüdü. O zamanlar Efendimiz (s.a.v)’in ana rahmine düşüşünün ikinci ayı olduğu söylenir.
Sehl b.Abdullah et-Tüsterî Hazretleri; “Allah(c.c), Peygamber Efendimiz (s.a.v), annesinin rahminde Recep ayının, cuma gecesi yaratmayı murad edince, cennet bekçisi Rıdvan, Firdevs cennetini açmasını emir buyurdu. Göklerde ve yerde bir münâdi şöyle seslendi:
-Dikkat ediniz ki! Bu gece Hidâyet üzere olan Nebiyi meyve verecek gizli ve saklı nur, annesinin karnında karar kılmış ve yaratılışı tamamlanmıştır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak insanlar arası çıkacaktır.”
Hz.Âmine annemiz şöyle buyurmuştur: “Muhammed’e (s.a.v) hâmile olduğumu hissetmedim, hâmileliğimde bir ağırlık duymadım, bana uykuyla uyanıklık arası birisi geldi ve şöyle buyurdu: Gelen zât Cebrâil (a.s) idi.
-İnsanların Efendisine hâmile olduğunu hissettin mi?
Sonra bana biraz mühlet verdi.
Doğumum yaklaşınca geldi ve şöyle söylememi istedi: -O’nu her hasetçinin şerrinden, Bir olan Allah’ın korumasına hâvale ederim. Adını Muhammed(s.a.v) koydum.”
Hz.Âmine annemizin, rüyasında ona gayp âlemleri açıldı. Kendisinden, bedeninden bir nur çıktı. Bu nur, doğuyu ve batıyı arasında ne varsa, hepsini aydınlattı. Öyle ki, Hazreti Âmine annemiz, Şam’ın meşhur pazarı Basra’yı hiç görmediği halde o nur aydınlığında görüyordu.
İki gün sonra Rebîülevvel 12. Gecesi, pazartesi günü akşam vakti Âmine annemiz ağırlaştı.
– “Beni odaya alın, sanırım artık yeryüzünün beklediği Efendilerin Efendisi şeref verecektir, bu gece” buyurdu.
Odayı alıp yatırdılar, o gece bulutlar, yıldızlar secde etmek ister gibi O nura kapanmışlardı. Öylesine yaklaştılar ki dünyaya, yıldızlar ay büyüklüğündeydi. Melekler inmişlerdi, konakta sanki cennette gibi geziniyorlardı ve nur saçıyorlardı.
Hz. Âmine annemiz asla bir doğum ağırlığında değildi, odası pırıl pırıldı. Yeryüzünün en güzel kokuları dolmuştu odaya. Peygamber Efendimizin hizmetine Abdullah bin Avf Hz.annesi, “Şifâ Hatun”, Osman b.ebul As’ın annesi “Fatıma (r.a)”, ebeliği “Ümmü Eymen Hz.”yapacaktı. Bu değerli hanımların üçüde hayretler içindeydi.
Hz. Fatma sık sık pencereye giderek gökyüzündeki güzellikleri seyrediyor, odadakilere haber veriyordu.
-“Bu nasıl bir nur yağmurudur? Yıldızlar üzerimize dökülecek gibi sarkıyorlar!” buyuruyordu. Hârikulâde olaylar, sadece orada değil Mekke-i Mükerreme içinde, yakın kabilelerde, dünyanın her yerinde bu hâl dikkatle inceliyordu. Kilise hahamları, papazlar gözlerini gökyüzünden ayırmıyorlardı. Kitaplardaki âhir zaman peygamberinin “Ahmet” adıyla geleceğini anladılar.
Hz.Âmine annemiz de hiçbir olağan hâl yoktu. Bazen terliyor, terini “Ümmü Eymen Hz.” silmeden teri kuruyordu. Odaya gül kokuları yayılıyordu. Hazreti Âmine annemizin başında melekler bulunuyordu, her türlü yardımı yapıyorlar. Adeta birbirleriyle yarış halindeydiler. Bir şerbet içirdiler Âmine annemize:
-“Acı duymuyorum” buyurdu, oda da hoş bir esinti vardı. Esintiden Allah’ı ululayan tekbirler, ilâhiler vardı.
-Ümmü Eymen Hz.buyurdu ki; “Kâbenin İlâhına yemin ederim ki, kâhinlerin haber verdiği mühür, bu oğlanda var”.
Hz.Âmine annemiz: “Kâbenin ilâhı değil, âlemlerin Rabbi, Ey Ümmü Eymen!” diyerek hem sevincinden ağlıyor, hem de söylüyordu.
Nihâyet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rebîulevvel, Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Hz. Abdullâh ve Hz.Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.
Tıybül-kelâm, toplumu da rahatlatır, aileyi de rahatlatır, kişiyi de rahatlatır ve pek çok faydaları vardır. Eğer edebiyatımız olmasaydı, eğer o güzel ilâhîler olmasaydı, eğer Yunusumuz olmasaydı, eğer Mevlîd-i şerifimiz, Süleyman Çelebimizin o mübarek manzume-i nefîsesi, vilâdet-i peygamberiyyesi olmasaydı ne yapardık?.. Onları ne kadar seviyoruz.
Bir söz, atasözleri, büyüklerimizin hayatlarında elde ettikleri tecrübelerin hulâsası, özü, bal gibi, baldan damla gibi, süzme bal gibi sözler… İnsanı mutlu ediyor. O sözleri, o ilâhîleri okudukça, gözlerimizden inci gibi ılık ılık yaşlar döküyoruz. Cevher gibi sözleri dinlerken, insanlarda cevher gibi yaşlar döktüğünü görüyoruz.
Ama gel gör ki, Süleyman Çelebî Hazretleri, daha dünyaya geldiği andan itibaren Kâinatın Efendisini yere yurda koymak istemez:
” Hem hava üzre döşendi bir döşek,”
” Adı sündüs, döşeyen ânı melek.”
Diyerek, meleklerin hizmetine ve cennetten gelen giysilere layık gördüğü Peygamber Efendimize Olan sevgisini dile getirir.
Yunus Hazretleride;
” Hûri kızları vardılar,
Nurdan kundağa sardılar,
Nurdan kundağa sardılar,
Muhammed’e yüz sürdüler.
Muhammed doğduğu gece.”
O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve Gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu. Bu bereket, bütün kâinâtı yani bütün zaman ve mekânları kuşattı.
Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyayı teşrîf etmeseydi, insanlık, kıyâmete kadar zulüm ve vahşet içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esîri olurdu. Muvâzene şer lehine bozulurdu. Dünya, zâlimlere ve güçlülere âid olurdu. Şâir bu hâli ne güzel ifâdelendirmiştir:
“Yâ Rasûlallâh, eğer Sen gelmeseydin âleme,
Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhûl esmâ Âdem’e
Varlığın mânâsı kalmaz garkolurdu mâteme!.”.
Büyük Hak dostu Mevlânâ Hazretleride, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek zulmü bertaraf eden ve putları kıran Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar minnet duymamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:
“Ey bugün müslüman olan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”
Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei ve feyz kaynağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, Nûr-i Muhammedî’ye duyulan muhabbettir. Bu sebeple bütün kâinât, âdeta Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ithâf edilmiş gibidir. Bütün kâinât, Nur-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir mazruf olarak yaratılmıştır. Zîrâ O, öyle bir şahsiyettir ki, Cenâb-ı Hak O’na «habîbim» buyurmuştur.
Ne mutlu o mü’minlere ki, Allâh ve Rasûlü’ne gönül verir, muhabbet beslerler. Bu muhabbeti de, bütün muhabbetlerin üstünde tutmaya muktedir olabilirler!..
Hakîkat-i Muhammediye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyâde muhabbet ve aşkla mümkündür.
Ancak bilmelidir ki, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı da, Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve selem) Efendimiz’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber (sallâllâhü aleyhi ve sellem-‘)e muhabbet, Allâh’a muhabbet, O’na itâat, Allâh’a itâat, O’na isyân Allâh’a isyân sadedindedir. Buna göre Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei, yâni sığınağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcûdatın varlık sebebi, muhabbet-i Muhammedî’dir. Bu sebeple bütün kâinât, Varlık Nûru Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem-‘e ithaf edilmiştir.
Aşkı gönülde yaşamanın ilk şartı, Allah Resûlünü (s.a.v) aşk ile sevmektir. Allah Teâlâ onu sevmiş, beğenmiş, âlemlere üstün kılmış, kıyâmete kadar hükmü bâkî İslâm’ı tebliğ ile görevli kılarak göndermiş ve adına “Levlâke levlâk, vemâ halaktü’l eflâk” (Sen olmasaydın, sen olmasaydın eflâki yaratmazdım, yâni hiçbir şeyi yaratmazdım) buyurmuş. Şânında ise “Vemâ erselnâke illâ rahmetenlil âlemîn” “Biz seni âlemlere, ancak rahmet olarak gönderdik” buyurmuştur.
Kişinin ruh ve gönül dünyâsını kuşatan, onu tahayyül edilemeyecek rûhî mecrâlara sürükleyerek, “vuslat” yolunda deli-divaneye döndüren tılsımlı güç, “Ey Sevgili”diye hitap edilen Efendimize duyulan sevgiden başka bir şey değildir.
Allah Teâlâ bizim için muhabbet dînini kurmuştur. Dîni yaşamanın itâatte kemâlin değil, aşkta kemâl olduğunu bize Sâhabe-i Kirâm ve Ehli Beyt göstermişlerdir. Özellikle Asr-ı Saadet’te gönüldeki “Muhabbet-i Muhammedî”nin nasıl hayata yansıdığını en müthiş şekilde gösterdiler. Ashâb-ı Güzinin hayatlarına baktığımızda, Muhabbeti ifâde etmenin en üst derecesi kendilerini fedâ etmek olduğunu görüyoruz. Hz. Ali (k.v.) daha on üç yaşındayken Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) sevgisini şöyle haykırdı; “Canım canına, kanım kanına, her şeyim sana fedâ olsun, yâ Resûlallah.” Bu sebepledir ki, varlıkların en şereflisi olan insanı, fanîlere bağımlılıktan kurtararak Rabb’ine yücelten ve ahsen-i takvîm mertebesine ulaştıran yegâne müessir budur. Ancak bu yolda, Rûhaniyetin harcı olan aşk ve sevgi yerine nefsanî heva ve heveslerin peşinde koşmak, bu ilahî gayeye ters düşen bir bedbahtlıktır.
Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile muhabbet yaşanır. Gerçek muhabbet iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder.
Rivayet edildiği üzere birgün Peygamber Efendimiz (s.a.v) hastalanmıştı. Bunu duyan Hz.Ebû Bekir (r.a) derhâl mübârek hâl ve hatırlarını sormak için,Nebî sallâllâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in ziyâretine koştu. Ancak o Âlemler Efendisi’ni rahatsız bir hâlde görünce dayanamadı ve eve döndüğünde teessüründen yatağa düştü.
Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz (s.a.v), Hz.Ebû Bekir (r.a)’da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e:”-Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!” dediler. O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve tarifsiz bir mutluluk içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi’ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh Efendimiz hayretle:
“-Yâ Ebâ Bekr! Senin hasta olduğunu söylemişlerdi.” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Hz.Ebû Bekir (r.a), Rasûli Kibriyâ Efendimizin, ziyâretinden mest bir hâlde şu mukâbelede bulundu:
“-Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..” buyurdu.
Hz.Ebû Bekir (r.a) Efendimizin bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan «ikinin ikincisi» olma şerefine nâil eylemiştir.
Onun için bütün mes’ele, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî muhabbet bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasib alabilmekdir.