14 Mayıs 1950 Seçimleri; Güzel Başlayan, Hüsranla Sonuçlanan Bir Demokrasi Hikâyesi

14 Mayıs 1950 seçimlerini Demokrat Parti’nin kazanması,  27 yıllık CHP iktidarının sona ermesi siyasi tarihimizde dönüm noktası olan tarihi bir olaydır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan 1945’in son aylarına kadar “tek partili cumhuriyet” olarak yönetilmişti. Cumhuriyetin ilanından aylarca sonra TBMM’de görüşülerek kabul edilen Anayasa “Kuvvetler Birliği” esasına göre hazırlanmıştı. Meclis’e sunulan Teşkilat-ı Esasiye yani Anayasa tasarısını hazırlayan Komisyonun raportörü Celal Nuri bunu şöyle açıklıyordu: “Bu Meclis-i âli doğrudan doğruya millettir, istediği gibi icraatı tanzim eder.” Bu anlayışla hazırlanıp Meclis’e sunulan tasarının 5. maddesinde yasama ve yürütme yetkisinin TBMM‘nde toplandığı açıkça belirtilmiştir. Bütün erklerin tek elde toplandığı kuvvetler birliği ilkesi J.J. Russo’nun millî egemenlik hakkındaki görüşlerinden esinlenir. Ancak Meclis çoğunluğunun millet sayılması ve ona hudutsuz yetki verilmesi demokrasinin özünü oluşturan çoğulculuk anlayışıyla bağdaşmayan otoriter bir görüştür. Şevket Süreyya Aydemir bu eğilimi dönemin şartlarına bağlar: “Kurucu iktidar tasarladığı radikal reformları süratle yapabilmek için giderek daha otoriter hâle gelmektedir.” Anayasaya aykırı bir yasa çıkarılamayacağı açıkça belirtilmiş olmasına rağmen Meclis kararıyla özgürlükleri askıya alan Takriri Sükûn yasasının çıkarılması, özel mahkeme niteliğinde olan ve verdiği idam kararları Meclis’te görüşülmeden infaz edilen İstiklâl Mahkemelerinin teşkili yasama erkinin yani Meclis’in tasarruflarını engelleyecek yahut denetleyecek bir gücün bulunmadığını gösterir. TBMM’ni oluşturan 280 mebusun her biri bu makama Halk Fırkası listelerinde Mustafa Kemal’in tercihiyle yer alıp seçilmişlerdir; Gazi karizmatik kişiliğiyle, Millî Mücadele’nin muzaffer Başkomutanı sıfatıyla, üstün liderlik kabiliyeti ve millet nezdindeki itibariyle vefatına kadar “erklerin üzerindeki erk” özelliğini taşıdı.

Dünyada iki blokun oluşmaya başladığı 2. Cihan Savaşı’nın sonuna doğru Türkiye bir yol ayrımına gelmişti. Almanya’nın teslimine bir ay kala şeklen savaş ilan ederek San Fransisco’daki toplantıya katıldık ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurucu üyeleri arasında yer aldık. Sovyet tehditlerine karşı demokrasiyle yönetilen Batı yanlısı bir ülke olmak istiyorduk. Böylece çok partili döneme geçildi. DP’nin yurt sathında teşkilatlarını kurmasına fırsat verilmeden 1946 Haziran ayında yapılan seçimlerde devlet görevlileri birer CHP elemanı gibi müdahaleler yaptılar. Siyasi tarihimizde “şaibeli” diye anılacak seçimlerde DP 65 milletvekili çıkararak Meclis’te yer aldı. Sonraki aylarda iktidarla muhalefet arasında adeta sinir savaşı yaşandı. DP seçim yasası değişmedikçe seçimleri boykot edeceğini açıklayan karar aldı; 1947’deki yerel seçimlere katılmadı. CB İnönü “millî şef” kimliğiyle ülkeyi yönetemeyeceğinin farkındaydı. CHP Genel Başkanlığını bırakmak gibi bir dizi reformlar yaparak otoriter görünümden uzaklaşmaya çalışıyor, bu eğilimin temsilcisi konumundaki Recep Peker’in yerine başbakanlığa önce Hasan Saka’yı, ardından mütedeyyin kimliğiyle bilinen Prof. Şemsettin Günaltay’ı getiriyordu.

14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlere iki ay kala iki partinin uzlaşmasıyla seçim kanunu değiştirildi. Seçimler artık Yargıtay üyelerinden oluşan YSK’nın gözetiminde ve sandıklarda görevli hâkimlerin nezaretinde “gizli oy ve açık tasnif“ tarzında yapılacak, hiçbir kamu görevlisi seçimlere müdahale edemeyecekti. Bu çok olumlu bir karardı. Bu yasayla birlikte 2007 yılına kadar yapılan seçimlerde, siyasi ortam ne kadar gergin olursa olsun YSK görevini hakkıyla yaptı ve sorun yaşanmadı.

Ancak bu güzel düzenleme ne yazık ki seçim yasasıyla sınırlı kaldı, çoğunluk sisteminin değiştirilmesi gerektiğini iki taraf da gündeme getirmedi. Çünkü iki parti de çoğunluğu kendisinin sağlayacağından Meclis’te çoğunlukta olacağından emindi. Ayrıca kuvvetler birliği ilkesinin modern demokrasilerde yerinin olmadığını, hiçbir Batı ülkesinde bunun uygulanmadığını görmekten kaçındılar. Tamamıyla dar particilik zihniyetin eseri olan bu tavrın sonucu olarak çok geçmeden demokrasimizin gelişmesini engelleyen büyük sorunlar yaşandı. Halkın oylarıyla iktidara gelen DP, on yıl sonra askeri darbeyle yıkıldı.

Oysa her şey DP ve ona oy veren çoğunluk adına çok güzel başlamıştı. Yeni iktidar hukuka saygılı, yasaları titizlikle uygulayan, devlet görevlilerinin özellikle jandarmanın baskı yapmasına imkân vermeyen tutumuyla büyük takdir topluyordu. Basın özgürleşmişti, hükûmet üyelerini eleştiren yazılar hatta karikatürler gazetelerde yer alıyordu. Ekonomide de çok olumlu bir görünüm vardı. İklim şartlarının elverişli gitmesi sonucunda tarım üretiminde rekorlar kırılıyor, ihracat bile yapılabiliyor, uzun yıllardır yoksulluğun pençesinde kıvranan köylünün cebine para giriyordu.

Diğer yandan iktidar köklü altyapı yatırımları başlattı. Ortaokul coğrafya kitaplarımızda baraj bahsinde örnek olarak Çubuk barajının fotoğrafı yer alırdı. Çünkü Türkiye’nin başka bir barajı yoktu. Büyük şehirlerin çoğunda elektrik de yoktu, çünkü Çatalağzı’nın dışında elektrik santralımız da bulunmuyordu. Atatürk’ten sonra savaş şartlarının etkisiyle bütün yatırımlar durdurulmuştu. Çukurova’da her ilkbaharda mutlaka sel sorunu yaşanırdı. Arka arkaya büyük barajlar inşa edildi; bir taraftan topraklar sulanıp, sel tehdidi giderilirken, yurdun tamamına yakınına elektrik verilmeye başlandı. İzmir’in dışında ithalat-ihracat yapılacak kapasitede limanlar yoktu. Bunlar yapılmaya başlandı. Demiryollarının dışında ulaşım imkânı bulunmuyordu. Ankara-İstanbul arasında bile çok mecbur kalınmadıkça karayolu tercih edilmezdi. Karayolları açılmaya başlayınca köy ve kasabaların kentlere ulaşması kolaylaştı. Bu gelişmeler iç ticarete yansıdı, ticaret hacmi ve bu sektör hızla büyümeye başladı.

Bu gelişmelerin sonucunda DP 1954 seçimlerinde daha çok oy alarak milletvekili sayısını artırdı. Fakat bu güçlenme iktidarın psikolojisine olumsuz yansıdı. 24 Anayasası’nın otoriterleşmeye imkân veren yapısının etkisiyle hukuk devletiyle bağdaşmayan adımlar atılmaya başlandı. Kırşehir’e siyasi ceza verilerek ilçe yapıldı. İlk yıllardaki özgürlükçü iktidar değişmiş, eleştirilere müsamahasız hâle gelmişti, gazeteciler hapse atılarak basına ayar verilmek isteniyordu. Öte yandan iklim şartlarının elverişsiz döneme girmesi, altyapı yatırımlarıyla boşalan hazineye dış yardım alınamaması ekonomiyi sarstı, piyasada sıkıntılar yaşanmaya başladı. Bütün olumsuz şartlara rağmen DP, muhalefet partilerinin işbirliği yapamamasından yararlanarak ciddi oy kaybı yaşamasına rağmen 1957 seçimlerinde Meclis çoğunluğunu bir kere daha sağladı. Ancak bu durum siyasetteki gerginliği daha da tırmandırdı. İktidar nasıl tavır alacağını bilememenin şaşkınlığı içerisinde tansiyonu düşürmeye çalışacağına, tam tersini yaptı. 1960’ın Nisan ayında darbeci girişimleri soruşturma gerekçesiyle kurulan Tahkikat Komisyonu ateşe benzin dökmek gibi vahim bir yanlıştı. Anayasa’da Meclis’e böyle bir karar çıkmasını engelleyecek hüküm ve kararın hukuka uygunluğunu inceleyecek anayasa mahkemesi de yoktu; ama yasal olarak mümkün görülen bu karar evrensel hukuka aykırıydı.

Tasarı görüşülürken İnönü kürsüden “bu yola girerseniz sizi ben bile kurtaramam“ uyarısını yapmıştı. Çünkü Silahlı Kuvvetlerin içerisindeki tepkilerden ve iktidarı devirmek amacıyla cuntalar oluşturulduğundan haberdardı. DP yönetimi, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Menderes derin bir gaflet içerisinde bocalarken, 27 Mayıs sabaha karşı on yıllık DP iktidardan kolayca alaşağı edildi. Kurulan MB Komitesi’nin en büyük yanlışı DP yöneticilerini yargılamak üzere Yüksek Adalet Divanı adıyla yargı yapılanmamızda mevcut olmayan özel bir mahkeme oluşturmasıydı. Dönemin Yargıtay Başkanı Recai Seçkin heyete Başkan olmasını isteyen askeri yönetime bunun doğal hâkim ilkesine aykırı olduğunu öne sürerek teklifi kabul etmemiş, emekliliğini istemişti.

Yassıada’daki gerek yargılama sürecinde sanıklara yapılan insanlıkla, vicdanla ve hukukla bağdaşmayan uygulamalar, gerekse verilen kararlar siyasi tarihimizin esefle anılacak sayfalarından biridir.  Ada komutanı Alb. Tarık Güryay ve emrindeki genç teğmenler sanıkları ezilmeleri gereken sürüngenler olarak görüyor, esir muamelesi yapıyorlardı. Savcılık makamının hakkındaki suçlamalarının asılsızlığını ifade eden Fatin R. Zorlu duruşmanın ardından bir gözü kapanacak kadar vahşice dövülüp zindana atılmıştı. Alb. Güryay, Prof. Osman Turan’ı ayağa kalkmadı diye tokatlamaya kalktığında, karşılığını alınca, O da zindana atılmıştı. Eski Başbakan Adnan Menderes’in aylarca sistematik eziyetler yapılarak intihara kalkışacak derecede psikolojisi bozulmuştu. Darbeden 14 ay kadar sonra, 15 sanık hakkında idam kararı verildi. Kararlar 23 kişilik MBK’de görüşülürken toplantının yapıldığı Meclis binasının çevresi ve koridorlar yeni bir darbenin hazırlığını yapan Alb. Talat Aydemir yanlısı silahlı subaylar tarafından kuşatılmıştı, idamların onaylanması için baskı yapılıyordu. MBK Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın kararlarını onayladı, Celal Bayar’ınki yaş haddi gerekçesiyle müebbette çevrildi.

Zaman en gerçekçi hükümleri veren adil bir olgudur. 26 yıl sonra 103 yaşında vefat eden Celal Bayar’ın tabutunu 12 muvazzaf general taşıdı. Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun naaşları İmralı’dan Topkapı’da inşa edilen Anıt Mezara görkemli bir törenle nakledildi; rahmetle, hürmetle anılıyorlar.

Nuri Gürgür
Türk Ocakları Eski Genel Başkanı

Yazar
Nuri GÜRGÜR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen