Âşık Mahsuni diyordu ki;
“Ey erenler bir kâmile danıştım,
Er olana edep, erkân hoşumuş.
Kalırsa dünyada insanlık kalır,
Kuru hayal, fani dünya boşumuş.”
Biz Âşık Mahsuni’de kanadımızı sevdaya değdirmiştik. Uçup gittik parsel parsel eğlenilen dünyadan kendi dünyamıza. Biliyorduk ki fani dünyanın sonu bir dikili taştı.
Bahtımız karalansa da çeşm-i siyahtan da gider olduk dağlar ardına. Derdimizi sermaye, âhımızı servet bildik…
Ama gam gerekmezdi bize.
“Kara gündür gelir geçer,
Gam yeme gönül gam yeme” diye diye gönlümüzle konuştuk.
Biliyorduk ki “Mevlâ’m gül, gör diyerek iki göz vemişti.
Özlerdik memleketimizi, dağlar bizimdi. Dumanlı dumanlıydı bizim eller. Belki dumanları âhımızdandı.
Yolumuz Hakk’a, hakikate idi. Kalemi de bilirdik, Zülfikâr’ı da.
“Gel ey gönül yanlış gitme,
Gidip cananı incitme,
Bu yolda acele etme,
Acelede bin zarar var” idi.
Acele işe zevzekler karışırdı belki.
Ya “Bağladım canımı zülfün teline” diyorduk. Ya da Mihriban’ın sarı saçlarına bağlamıştık gönlümüzü isteyerek.
Hepimizin zamanı gelince söyleyeceği bir türküsü ve her gönlün bir Mihriban’ı vardı.
Biz ne güzel bir aileydik.
Bugün de Âşık Mahsuni Şerif’in Abdurrahim Karakoç’a yazdığı şiiri okuyalım.
Ağlasak da olur…
Öyle işte…
Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç…
Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.
Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar Ketizme’nin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç.
Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…
Âşık Mahzuni Şerif.