Adımın biri Oğuz, biri Mustafa Kemal
Irkımın istediği ya ölüm ya istiklâl
Samih Rıfat
Çanakkale savaşı devam ederken 1915 senesinin Haziranında İstanbul’da Savaş Bakanlığı İstihbarat Şubesi tarafından bir grup yazar-çizere bir davet yapılır. Bu davetle onlardan, Çanakkale savaş alanlarını ziyaret etmeleri ve elde edecekleri izlenimleri halka, tarihe ve gelecek kuşaklara aktarmaları istenir.
15 Temmuz 1915’te başlayan ve on gün süren ziyaretin ziyaretçileri arasında İbrahim Çallı, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin gibi dönemin tanınmış ressamları, şairleri, yazarları vardır. Bu ziyaret sonrası Ömer Seyfettin “Yeni Kahramanlar” başlığı altında bir dizi hikâyeler yazmaya başlar. “Kaç Yerinden?”[1] adlı hikâye de o günlerin meyvesidir.
İki ana kahraman iki de alt kahraman olmak üzere dört kahramanı olan bu hikâye, ana kahramanlardan anlatıcı/yazar ile vapurda karşılaştığı doktor arkadaşı arasında geçen diyaloglardan oluşmaktadır. Diyaloglarda ilim ve sanat adamı kıyaslanırken aynı zamanda hâl ve mazi de karşılaştırılır.
“-Heyhat azizim, sen fen adamısın. Mazinin zevkini duyamazsın.”“-Sen de hayal adamısın. Hâlin hakikatini göremezsin.” (Ö. Seyfettin s.659)
Bu kıyaslamalar, kahramanlık ve kahramanların aldıkları yara sayısı üzerine yoğunlaşınca anlatıcı geçmişteki kahramanları, doktor ise bugünün kahramanlarını öne çıkarır. Sohbet böyle devam ederken vapurun bir köşesinde oturmakta olan gerçek bir kahraman karşımıza çıkar. Doktorun yakından tanıdığı bu kahraman asker, savaşta cepheden cepheye koşarken bacaklarını kaybetmiş ve takma bacağına henüz alışamamıştır ama hâlâ cepheye gitme arzusu ile yaşamaktadır. Hatta pilot olarak savaşmak için dilekçe vermiştir.
“-Pilotlukta bacağa lüzum yok. İnsan oturduğu yerde rahat rahat savaşacak… Hem binlerce metre yukarıda bulutların arasında… Ne zevk ne zevk!” demektedir. (Ö. Seyfettin s.665)
Gerçekten uçmanın, bulutlarla sarmaş dolaş olarak engin ufuklara açılmanın heyecanını duymak elbette büyük bir zevktir. Ancak mermilerin arasından kanat çırparak geçip gitmek öyle kolay kolay yapılacak bir iş değildir. Kocaman bir yürek, müthiş bir cesaret ister, diyerek sizi yüz yıl öncesine Millî Mücadele yıllarına götürmek ve onca yokluğun, yoksulluğun içinde mavi göklere tırmanan kartal bakışlı kahramanlardan biriyle tanıştırmak istiyorum:
Vecihi (Hürkuş) Bey’i bilirsiniz. Sivil havacılık tarihimizin öncülerindendir. Aynı zamanda herhangi bir askerî unvana sahip olmadan Hava Kuvvetlerimize katılan bir savaş pilotudur. Birinci Dünya Savaşında Rusların “Kara tehlike“ namıyla aradıkları Vecihi Bey, ilk hava zaferimize, arkadaşı Yüzbaşı Şükrü Bey’le birlikte 26 Eylül 1917’de Erzincan’da imza atmıştır. Gökyüzünde kazanılan bu büyük zaferin ardından Ruslara ikinci yenilgiyi tattırmak isteyen Vecihi Bey ne yazık ki 8 Ekim 1917’de büyük bir felaketle karşılaşır. Uçağı ve kendisi aldıkları mermilerle yeryüzüne doğru âdeta hızla yuvarlanırlar. Sonuç hüsrandır. Arkadaşı Bahattin Bey’le birlikte Ruslara esir düşerler. Uzun bir yolculuktan sonra Türk, Alman, Avusturyalı binlerce harp esirini sinesinde barındıran Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına getirilirler. Ölüm adası denilen bu adada mutlaka diğer esirler gibi sıkıntılı günler yaşayan Vecihi Bey, nedense büyük bir alçakgönüllülükle hatıralarında bunlara fazlaca yer vermez. Hâlbuki arkadaşı Salih Bey’le birlikte bu adadadan kaçma denemeleri ve ardından özgürlüğe atılan kulaçları sayesinde 19 Şubat 1918’de İran sınırındaki Astara’ya yüzerek çıkmaları; 1000 kilometreden fazla bir mesafeyi yayan yapıldak aşarak bir zamanlar bize ait olan Süleymaniye bölgesine girmeleri başlı başına büyük bir olaydır.[2]
Bundan sonra istikamet yine İstanbul’dur, yine hasret kaldığı tayyareleridir. Lakin İstanbul, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması gereği teslim bayrağını çektiğinden Yeşilköy’deki hava istasyonumuz da İngiliz ve Fransız hava kuvvetleri tarafından işgal edilir. Bunun üzerine hava istasyonundaki görevliler ve tayyareler İstanbul’un Anadolu yakasına, Maltepe’ye taşınır.
Bu istasyona Osmanlı Kuvay-ı Havaiye Müfettişliğince Pilot Yüzbaşı Fazıl, komutan olarak tayin edildiğinde istasyonda Binbaşı Latif, Yüzbaşı İsmail Hakkı, Sivil Pilot Vecihi Bey de görevlidir. Yalnız bu havacılar görev yaptıkları yerde öyle pek akıllı uslu durmazlar, Anadolu’ya geçmek Milli Mücadeleye katılmak gibi birtakım garip teşebbüslere girişirler. Hatta bu faaliyetlerini (7 Haziran 1919’da) uçakları kaçırarak gerçekleştirmek isterlerse de başarılı olamazlar. Meydandaki dört tayyareden üçü kalkış sırasında diğeri ise İznik yakınlarında telgraf tellerine takılarak kırıma uğrar.[3]Bunun üzerine havacılarımız küçük gruplar halinde farklı zamanlarda, farklı yollardan, oldukça sıkıntılı, zorluk derecesi yüksek yoluculuklarla, Konya’ya ulaşırlar. Vecihi Bey bu kaçışı şöyle anlatır:
“Evet, cüretimiz büyük ve cürmümüz ağırdı. İmparatorluğun hava kuvvetlerinden vasıta ve silah çalmaya teşebbüs etmiştik. Osmanlı devleti nazarında birer şaki idik… Bu hareketimiz tabii cezasız kalmayacaktı…(V. Hürkuş s.63)
O günlerde İstanbul gazetelerinin hakkımızda takip neşriyatı ve bilhassa bu takibe mükâfat vaadi vaziyetimizi daha korkunç safhaya sokmuştu.” (s.65)
Ateşkesten dolayı uzun zamandan beri uçuşlardan uzak kalan havacılar ellerindeki kıt imkânlara rağmen Konya’da büyük bir gayretle çalışmalarını sürdürürler. Kısa zamanda büyük başarılar elde etmek gibi bir özelliğe sahip olan bu cesur yürekli havacılar, Uşak’ta ve Eskişehir’de iki bölük oluşturmaya karar verirler. 2 av ve 2 keşif uçağı Eskişehir’de, 3 av, 1 keşif uçağı ise Uşak’ta hazır hale getirilir. “Kartal Müfrezesi” adını verdikleri 8 uçaklı bu iki bölük TBMM ordularının ilk hava gücü olarak tarihe geçer.
Vecihi Bey’in hatıralarına dönelim:
“15 Ağustos 1920 Pazar. Saat 8.00, güzel bir yaz sabahı. Aldığımız emir üzre… Kula’yı turladıktan sonra, önümde büyük Alaşehir ovası açılmıştı. Yurdumun bu güzel parçası düşman işgali altındaydı… Alaşehir’in umumi durumunu tespit ettikten sonra istasyon mevkiine döndüm. İstasyon çok kalabalıktı… Bu kalabalık, düşman kuvveti idi. Türklerin henüz tayyareleri bulunduğundan haberleri olmayan düşman askerleri, belki kendi tayyareleri sandıklarından vaziyetlerinde en küçük bir değişiklik bile olmamıştı. Bu güzel vaziyeti kaçırmadan birinci bombamı bıraktım. Yükselen bir infilak dumanı bana tam bir isabet zevki vermişti.”( V. Hürkuş s.69)
Bundan sonrası tahmin ettiğimiz gibi kesin bir zaferle neticelenir. Bu İstiklâl savaşımızdaki ilk uçuştur ve ilk zaferdir. Hava kuvvetlerimizin tarihine geçen bir ilk daha vardır: Çine’ye zorunlu iniş yapmak durumunda kalan İngiliz yapımı bir Yunan keşif uçağı askerlerimiz tarafından ele geçirilir ve uçağa “Ganimet” adı verilir.[4]
Birinci İnönü ve İkinci İnönü savaşlarında kahraman pilotlarımızın hazırladıkları keşif raporları zafere giden yolda büyük rol oynamıştır. Albay İsmet Bey, kazanılan zaferden sonra havacılarımızın ödüllendirilmelerini teklif etmiş. Çünkü mevcut tayyarelerle uçmak hemen hemen imkânsız gibidir. Ancak, bütün olumsuzluklara rağmen Sivil Pilot Vecihi ve Behçet Bey’ler, Yüzbaşı Muhsin, Teğmen Sıtkı, Üsteğmen Yusuf Kenan görevlerini kusursuz yerine getiren kahramanlar olarak nakdi mükâfatı hak etmişlerdir.
Nasıl hak etmesinler ki bakın işte o günlerden bir sahne “10 Ocak 1921. İnönü Harbi’nin dördüncü ve en çılgın günüydü” (V. Hürkuş s.83) diye anlatmaya başlamış Vecihi Bey… Önce yükseklerden düşman kuvvetlerini nasıl takip edişini, sonra alçalıp elindeki birkaç bombayı hareket halindeki nakliye kolunun üzerine nasıl büyük bir isabetle bırakışını, ardından İnönü taraflarında düşman siperlerine doğru yaptığı müthiş taarruzlarını sular seller gibi anlatıp yaşadığı faciayı bir film karesi gibi gözlerimizin önüne serer.
“Ben bu etkili hücumlarımı en yoğun noktalar üzerinde toplayarak 4-5 defa tekrarladım ve son mermiyi de de sarf ettikten sonra, gördüklerimi bir an evvel haber vermek üzere döndüm. Henüz ayrıldığım noktadan 10 kilometre kadar açıldığım bir sırada motorumun, devri düşmeye başladı ve büyük bir sıkıntı içinde çırpınarak sustu.”( V. Hürkuş s.85)
Artık tayyarenin nereye ineceği kaderin bir takdiridir. Neticede bir yere inmeyi başarır. Lakin indiği yerde iki ateş altında kalır. İnce vızıltılar haline mermiler uçmaktadır. Etrafında kimseler yoktur. Motorun alt tarafındaki mermi deliklerini fark eder. Bulunduğu yerden kurşun yağmurları altında hızla uzaklaşır. Bir tepenin üzerinde düşman kuvvetleriyle çarpışan askerlerimizi görür. Genç bir subayın “Tayyareci çabuk sırtı atla!” komutuyla son bir gayretle askerlerimizin saflarına karışır. Fakat aklı hâlâ uçağında ve son vazifesindedir. Elini cebine atar, ancak aradığını bulamaz. Zabite yaklaşır, bir kibrit vermesini rica eder. Zabit, ne yapacaksın diye sorar. “Son vazifemi. Tayyareyi yakacağım.” Kibrit kutusunu alır. Kulaklarının içinde vızıltıları inleyen kurşunların altında düşe kalka yaklaşık 500 metre koşup tayyaresine ulaşır. Elindeki kibritle bir an durur, bir ihanet suçu işler gibi titrer. Bir an Kafkas cephesinde yaşadıklarını hatırlar ve tayyarenin musluğunu açıp akan benzinin üzerine yaktığı kibriti atar. Yükselen alevler biraz sonra tayyareyi sarar. Vazifesi bitmiştir. Geldiği yolu yine büyük bir ateş yağmuru altında geçerek. Saflarımıza karışır.
Bu cesur yürekli adam, yüz binlerce kahramanın arasından sadece biridir. Vatan söz konusu olduğunda yediden yetmişe, kadınıyla erkeğiyle, mücadeleden kaçmayan Türk milleti, en zor şartlarda dahi zaferlere ulaşmayı başarmıştır.
İşte 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi ki (23 Ağustos 1921- 13 Eylül 1921) İstiklâl Savaşı’mızın dönüm noktasıdır. Bu büyük savaş için İsmail Habib Sevük, “13 Eylül 1683 günü Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştur.” der.
Bu savaşta Türk ordusunun 2 uçağı, Yunan ordusunun ise 50 uçaklık hava gücü vardır. Türk uçaklarından birinin adı İsmet diğerinin adı İzmir’dir. Sakarya savaşında kendilerine verilen görevleri fazlasıyla yerine getiren Vecihi Bey, biraz da gurur duyarak şöyle not düşmüş hatıralarına: “6 havacı: Yzb. Fazıl, Mlz. Basri, Mlz. Hamdi, Mlz. Bahattin, Tayyareci Hayrettin Bey ve Vecihi 19 gün içinde tam 40 uçuş vazifesi görmüştür.” (V. Hürkuş s.115)
Ve ardından 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz ve sonra Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdiği 30 Ağustos 1922’deki Başkomutanlık Meydan Muharebesi dünya tarihine altın harflerle Türk milletinin bağımsızlık destanı diye geçmiştir.
Bu destanın büyüklüğünü anlamak için gelin üç yıl öncesine, 14 Mayıs 1919 gecesine dönelim: Samsun’a gitme görevi tebliğ edildikten sonra Mustafa Kemal Paşa, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın Nişantaşı’ndaki evine, akşam yemeğine davet edilir. Üç kişilik bir sofra hazırlanmıştır… Yemek sonrası Mustafa Kemal Paşa konaktan ayrılırken yanında Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa da vardır. İkisi de dalgındır. Düşüncelidir. Bir aralık Cevat Paşa yanında yürüyen arkadaşını bir müddet süzer ve sorar:
“Bir şey mi yapacaksın Kemal?”
“Evet, Paşam, bir şey yapacağım!”
“Allah muvaffak etsin!”
“Mutlaka muvaffak olacağız!”[5]
İşte bu inançla, bu ülküyle çıkar 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Mustafa Kemal Paşa.
“Ordu yok! derler; “Kurulur” der.
“Para yok! derler; “Bulunur” der.
“Düşman çok! derler; “Yenilir!” der.
Elbette, düşman ve düşmanlar yenilir. Dün olduğu gibi bugün de yarın da zafer Türk milletinin olacaktır. Çünkü Türk milleti esarete alışık bir millet değildir. Tarihin sayfalarına bakın, hep özgürlük uğruna, bağımsızlık uğrana verdiğimiz mücadelerle doludur. Şair Halit Fahri Ozansoy’un dediği gibi;
O kadar dolu ki toprağın şanla,
Bir değil, sanki bin vatan gibisin.
Yüce dağlarına çöken dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin.[6]
Şimdi sözü Türk’ün başbuğu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım:
“Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât;
Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere
daha yazdıran muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğum için bahtiyarlığım sonsuzdur.”[7]
Aynı bahtiyarlıkla kendinden geçen Vecihi Bey de hatıralarında, duygularını şu cümleyle ifade etmiş:
“İstiklal savaşımızda ilk uçuş gibi, son uçuş da benimmiş.” (V. Hürkuş s. 127)
Evet, havada, karada, denizde Milli Mücadelemizin kutsal ateşini yakan kahramanlarımıza, bu vatanı bize armağan eden şehitlerimize, gazilerimize bin selam, bin rahmet olsun!
[1] Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeler, Ötüken Yay. İst. 1974, C II. s.657
[2] Vecihi Hürkuş, Bir Tayyarecinin Anıları, YKY. İst. 2023,s 28-42
[3] E. Rezzan Ünalp, Türk İstiklal Savaşında Batı Cephesinin cesur kanatları: Türk Tayyare Bölükleri, Türkiye Günlüğü S 150-Bahar, s. 168
[4] E. Rezzan Ünalp, age s.170
[5] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, Cilt 1, Bas. 32, İst. 2011, s.369
[6] Halit Fahri Ozansoy, “Vatan Destanı” TDK Yay. Ank. 2011, s.190
[7] Atatürk, “Nutuk” Haz. M. Ali Ayyıldız, İtalik yay. Ank. s.488