Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra 20 Eylül 1921’de yayımladığı “Orduya Beyanname ”de, komutanlara, subaylara ve erlere tek tek teşekkür eder ve der ki:
“Kurtuluş için yaptığımız bu savaştan çok daha önce sizi başka muharebe meydanlarında da tanımıştım. Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle hiçbir korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı nihayet alt eden büyük gayretin için minnet ve şükranımı söylemeyi kendime en aziz bir borç bilirim.”
İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın teşekkürünü hak eden askerlerden biri de Karacasu’dan Jandarma Çavuşu Gazi Osman Akhan’dır. İstiklâl madalyasını ömür boyu göğsünde taşımaktan mutlu olan Gazi Osman Akhan, I. Dünya Savaşında ve İstiklâl Savaşında rol almıştır.
Sözlü tarih konusunda çalışmalar yapan Hüseyin Kuruüzüm’ün gayretiyle kitaplaşan Gazi Osman Akhan’ın anılarında anlatılanlar, aslında bir cepheden bir cepheye giden yüz binlerce Mehmet’in hikâyesidir. [1]
Henüz 18-19 yaşlarındayken 1916’da askere çağrılır Osman Akhan.
Romanya’dan Filistin’e…
Osmanlı ordusunun mensubu olarak Romanya Cephesinde savaşmaya gider. Savaş bu, emirler ve eylemler belli: Önce “Hücum!” Sonra, “Yere yat, ateş et, geri çekil!” Göğsünden yaralanır Osman Akhan. Epeyce acılı ve maceralı bir yolculuktan sonra Pazarcık’a(Bulgaristan) getirilir. Burada gördüğü tedavi yeterli olmadığından İstanbul’a sevk edilir. Hastanede geçen günlerin ardından tekrar Romanya Cephesine gitmek istese de sevk kâğıdındaki fırka numarasındaki yanlışlıktan dolayı kaçak duruma düşer. Tekirdağ’da savaş mahkemesine çıkarılır. Hâkim sorar:
“-Nereden gelip nereye gidiyorsun asker?
-Romanya’dan İstanbul’a yaralı geldim. Tedaviden sonra Romanya’ya sevk ettiler. Tuvalete gideyim derken treni kaçırdım. Gitmek için her yere başvurdum. Beni yollayın, yanlışlıkla 26.Fırka yazılmış. Ben de 25. Fırka olduğumu sonradan öğrendim. 26’yı 25 yazıverin dedim, yazmadılar…
-Yine mi savaşa gidecektin?
-Gidecektim.
-Sen askerlikten korkmuyor musun?
-Niye korkayım, yaralanırsam gazi, ölürsem şehit olurum. Nasıl olsa gazi kaldım.
-Hadi çık.
-Konuştuklarım hoşuna gitti herhâlde, gülüştüler. Oradan çıktık. Bölük tayin oldu.”[2]
Evet, birkaç zaman sonra bölük tayin olur ama Romanya’ya değil, Filistin Cephesine doğru yola çıkarlar. Bundan sonrası malum hikâyedir: İngiliz-Arap işbirliğinin zirve yaptığı, Türk’ün de kanını, canını ve topraklarını kaybettiği ıstıraplı zamanlardır… Osman Akhan bir çatışmada Araplara esir düşer. Araplar, esirleri beş lira bahşiş karşılığında İngilizlere teslim ederler. İngilizler esirleri bir süre Şam’da kampta bekletirler. Her türlü eziyet, cefa ve perişanlık diz boyu değil, adam boyu âdeta! Etraf kır, taşlık… Hava sıcak, yaz günü. Gündüzleri taşlık yerde güneşin altında, akşamları zeytinliklerde tutarlar. Bir süre sonra Mısır’a esir kamplarına götürülürler. Sene 1919, Yunan İzmir’e girmiştir. İngilizler “Avanak Türk” diye dalga geçerler. “Yunan İzmir’de bom bom, size gitmek yok!” derler. Derken Mısır’da ihtilâl olur. İhtilâli yapanlar, İngilizlere “Ya bu esirleri bana teslim et ya da bırak memleketine” derler. Bunun üzerine İngilizler esirleri Süveyş Kanalı’na getirip vapurla İstanbul’a gönderirler. Gelenler Selimiye Kışlasına doldurulur. Orada da pek rahat değiller. Bir paşa gelir: “Arkadaşlar Anadolu’da caniler, çeteler türemiş. Halife’nin ordusuna karşı geliyorlar. Gönüllü yazılacak varsa, savaşa gitmek istiyorsa o askere 40 lira maaş vereceğiz. ”der… Sonra bir paşa daha gelir: “Arkadaşlar sakın ha! O çete dedikleri insanlar bizi kurtaracaklar” der… İki arada bir derede kalırlar sonunda “Biz memleketimize gitmek istiyoruz.” derler.
Böylece Gazi Osman Akhan 1916’da ayrıldığı Aydın’ın Karacasu kazasına 1919’un sonunda binbir zahmetle döner.
Karacasu’dan Elli Süvari
Memleketine döndükten kısa bir zaman sonra, Mustafa Kemal’in ordusuna Karacasu’dan elli süvari istenir. Gazi Osman hemen kendini yazdırır ancak bir sıkıntı vardır: “Silahınızı da atınızı da kendi paranızla alacaksınız.” derler ve altı gün düşünme payı verirler. Durumu babasına anlatır Gazi Osman, “Bana da bir at, bir silah alıver” der. Babası her ne kadar “ıngır zıngır” etse de oğlunun istediğini yapar. Karacasu’da tam elli kişi olurlar. İki ay kadar talim yaparlar, sonra Mustafa Kemal ister onları. Sandıklı’ya giderler Yunan da Afyon’dadır.
Sonra… Sonrası üç yıl geçer aradan, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren Türk ordusunun en ön saflarında Gazi Osman’ı görürüz. Ardından işgal edilen topraklarımızı İngilizlerden bir bir teslim almak için İzmir’den, Uzunköprü’ye kadar yürümeye devam ederler… Sene 1923’tür vakit gelir, askerlik biter. Tezkerelerini alırlar.
“Yaslı gittim, şen geldim;
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver,
Çok uzak yoldan geldim.”
diyerek atlarını hayvan pazarında satıp dönerler memleketlerine…
Ancak gerçekte ne kadar şen ve sağlam dönmüşlerdir bilinmez. Lâkin yine de şükrederler hallerine, çünkü gidip de bir daha yurduna dönemeyenler var ki onların hikâyesi ise bambaşkadır…
Bu hikâyelerden birini “Batış Yılları” kitabında Falih Rıfkı şöyle anlatır:
“Hasta ağabeyim memleketin böyle gününde izin alınmaz demiş. Çerkeş’ten (Çankırı) beraber geldiği taburu ile ateşli ateşli cepheye gitmeye hazırlanmıştı. Sirkeci garında bir akşamüstü onu uğurlamıştım. Bir yasemin çubukla cigarasını içiyor, vagonun içinde süngü takma talimleri yapan redifleri göstererek:
-Bazıları silah kullanmayı da yolda öğrenecekler, diyordu.
O akşam yola çıktılar. Ertesi gün hemen hemen cephe içinde trenden indiler ve başlarında ağabeyim ve subayları olmak üzere hepsi ölüp gittiler.”[3]
Evet, Trablugarp’la başlayan Balkan ve I. Dünya Savaşlarıyla devam eden cepheden cepheye gidişimiz nihayet İstiklâl Savaşımızla sonuçlanır. Ancak bu süre içerisinde yitirdiğimiz topraklar ve yitirdiğimiz canlar o kadar çok ki bunları birtakım istatistiki verilerle anlatmak; ansiklopedik bilgilerle açıklamak bizi pek tatmin etmeyecektir. Çünkü vatan ne sadece toprak ne sadece candır; vatan aslında dünden bugüne ve yarına yürüyecek olan hatıralar demetidir. Yani vatan, bir başka deyişle mazidir.
Cemal Kurnaz, “Bahar Kandilleri”[4] adlı yazısında Rumeli’den Anadolu’ya göçmek zorunda kalan bir Çiçek Nine’den bahseder. Bu Nine’nin vatanına ve yavuklusuna olan hasretini dindiren tek bir şey vardır; o da yavuklusunun sevdiği çiçek tohumlarını bahçesine ekip ömür boyu onlarla oyalanmasıdır… Çiçek Nine’nin her baharda yeniden yeniden yaşadığı hatıralar, bir çiçek bahçesinden vatan sevdasına dönüşürken Arif Nihat Asya’nın o içli duası Türk’ün ezelden ebede ulaşan sedası olur:
“Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma Allah’ım!”
İşte bu duanın Türk milleti için millî bir yakarışa döndüğü zamanlarda yani 16 Mayıs 1919’da, Bandırma vapuruyla İstanbul’dan Samsun’a hareket etmeden önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir haber gelir:
“İngilizlerin bindiğiniz gemiyi takip etmek, hatta batırmak ihtimali vardır.” Bu haber üzerine Mustafa Kemal Paşa:
“Burada esir gibi yaşamaktansa, Karadeniz’de batmayı tercih ederim!” der. [5]
Zaten Gazi’den başka türlü bir cevap beklemek mümkün müdür? Elbette hayır, fakat işin asıl önemli tarafı Paşa’ya bu haberi kimin gönderdiği ve kimin getirdiğidir? Evet, bu haberi gönderen o yıllarda Osmanlı Bankası’nın müdürlüğünü yapan Berç Keresteciyan isimli bir Ermeni vatandaşımızdır. Avukat Saadettin Ferit Bey (Talay) ise bu haberi getiren kişidir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa gerekli tedbirleri alarak vapurun kıyıya yakın bir şekilde yoluna devam etmesinin emreder. Sonuç bellidir, Samsun istiklâle açılan ilk kapıdır.
Keresteciyan’dan Türker’ine dönüşmek…
Berç Keresteciyan’ın takdiri hak eden bu güzel davranışı, bununla kalmaz. Kurtuluş Savaşı’mızda Hilâli Ahmer Cemiyeti’nin (Kızılay’ın) ikinci başkanı olarak Anadolu’ya takalarla ilaç sandıkları gönderme işini bizzat organize eder. Sakarya Savaşı’nın en kritik anlarından birinde de, Mustafa Kemal’in ricası üzerine top ateşleme mekanizmaları satın almak için aynı gün şahsi hesabından 15 bin lira çeker ve gereken yere teslim eder…
Savaştan sonra, Beyaz şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilir.[6] 1936’da Berç Keresteciyan’a Atatürk tarafından “Türker” soyadı verilir. Afyon bağımsız milletvekili olarak 1935’te TBMM’ye girer. Parlamentoya giren ilk Ermeni milletvekili olur ve görevini layıkıyla yerine getirir.
Sekiz dil bilen Berç Keresteciyan Türker’in TBMM’de dikkatleri üzerine toplayan konuşmalarından bazı pasajlar aktardığımızda hiç kuşkusuz sizler de karşınızda Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişinin en çarpıcı örneklerinden birini bulacaksınız.
Mesela, 1935 ‘te Maarif Vekâleti bütçesi üzerine söz alan Berç Keresteciyan Türker, milletin ilerlemesini ve her milletten üstün olmasını arzu ettiğini belirterek niçin çocuklarımız senelerden beri Robert Koleje, Firerler Mektebine, Sen Jeanlara gönderildiğini meclise sormuş, ardından maarif bakanından yeni okulların açılmasını rica etmiştir. Zenginlerin de çocuklarını Cambridge, Oxford üniversitelerine değil kendi üniversitemize göndermelerini, boş yere paranın Avrupa’ya gitmemesini temenni etmiştir.[7]
1945 yılında Klâsik Türk Müziğinin radyolarda yasaklanması konusunda yapılan bir tartışmada; “Millî Türk Mûsikîsi memleketten asla kalkmamalıdır fikrindeyim. Çünkü her milletin kendine mahsus millî bir
mûsikîsi vardır. Evet, Garp mûsikîsi fevkalâde güzel bir musikidir, bendeniz de öğrenmişimdir, fakat bu millî mûsikî değildir. Eğer biz millî mûsikîmizi kökünden baltalarsak bu bizim için ayıptır ve züldür” [8]
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15 Mart 1923 tarihinde Adana’yı ziyaret ettiğinde “Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!” diye ifade ettiği Hatay için TBMM’nin 5. Dönem, 8. Birleşiminde yapılan görüşmelerde söz alan Berç Türker şöyle der:
“Sayın arkadaşlar, Bu gün İskenderun ve Antakya’daki 300 000 Türk kardeşlerimiz anavatana kavuşmak için gözyaşları döküyorlar. Ve bu gün, 18 milyon Türk yurttaşın bu sevgili kardeşlerinin feci vaziyetini görerek, kalpleri helecan içindedir. Bunları kurtarmak hepimizin mukaddes vazifesidir. Mesele, teahhür (gecikme) kabul etmeyecek derecede önemlidir. Hak, mantık, siyaset bizim lehimizedir. Biz, daima haklı işlerde metanet gösteririz, taleplerimizi dostane surette halletmek isteriz. Dostumuz Fransa’nın hakşinaslığından (haktanırlığından) eminiz. Ancak, bu dost devlete anlatmak lazımdır ki, İskenderun ve Antakya meselesi bizim için hayati ve müstacel bir meseledir.”
Hatay’ın Misak-ı Millî sınırları içine dâhil edilmesi konusunda yaptığı bir başka konuşmada ise şunları ifade eder:
“Sayın arkadaşlar, Türklerin, büyük bir ekseriyet ile asırlardan beri hâkim oldukları vatan parçası Hatay’ın, ana; vatana merbut (bağlanmış) bulunmasını her Türk yurttaşı gibi ben de görmek isterdim. Hatay davası, Türkü ta canından alakadar eden milli bir varlık meselesi olmuştur. Bu gün Hatay’ın tam bir istiklâlini temin etmek sureti ile elde ettiğimiz siyasi muvaffakiyetle, Türkiye Cumhuriyetinin ne kadar sulhperver olduğunu parlak bir surette göstermiş olduk. Fakat sulhperverlik zaaf alameti değildir. Sulhu muhafaza etmek için çok kuvvetli olmak gereklidir. Bu gün kahraman Türk ordusu yenilmez, yılmaz bir kuvvettir.”
Hatay’ın bizim için bir millî mesele olarak gündemde olduğu o günlerde şair Emin Bülent Serdaroğlu da “Hatay’a Selam” diyerek Türk milletinin duygularına tercüman olur:
“Ey mutlu Hatay bölgesi, ey Türkeli, âh ey
Bağrında güneşler yaşatan kutlu büyük şey…
Aç göğsünü aç… Kanlar akar bağrına yurdun
Türk’ün yüreğinden gelen aslan sesi dolsun…
Ey zorlu Hatay genci, kızıl dağları yıktın…
Var ol koca Türk, Ergenekon’dan gene çıktın…”
Türk için “Var ol koca Türk!” diyen Emin Bülent de Balkan Savaşlarında yer almış, I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde savaşmış Osman Akhan gibi bir gazidir… Serdaroğlu soyadını dedesinin sahip olduğu unvandan almıştır. Baba tarafından dedesi olan Ömer Lutfi Paşa Macar asıllıdır. Asıl asıl adı Michel Lattas olan Ömer Lutfi Paşa 1827’de Osmanlı’ya sığınmış ve Osmanlı ordusunda uzun yıllar görev yaparak Serdar-ı Ekrem (Başkomutanlığa) kadar yükselmiştir.[9]
Evet, dünü unutmak, yarını unutmaktır; çünkü tarih gelecektir, diyerek başladığımız “1923’ten 2023’e Yüz Yıl Yazıları” başlıklı yazı dizimizde amacımız; hem dünü daha iyi anlamak ve kavramak hem de bu vatanı bizlere emanet eden adı sanı bilinen, bilinmeyen kahramanlarımıza teşekkür etmek, onları rahmetle ve saygıyla yâd etmektir.
İşte bu amaç çerçevesinde Türklüğe hizmet eden yakın tarihimizdeki şahsiyetlerden birkaçını daha sizlere tanıtmanın mutluluğuyla yazımızı bitirirken sizleri yazımızın özüne uygun düşen sosyolojik bir tanımla baş başa bırakıyorum.
Büyük Türkçü N. Atsız diyor ki:
“ Türkler… Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertler topluluğudur.”[10]
[1] Hüseyin Kuruüzüm, “Gazi Osman Akhan’ın Savaş Anıları” Kolalı Matbaası, Aydın, 2006
[2] Hüseyin Kuruüzüm, age. s.43
[3] Falih Rıfkı Atay, “Batış Yılları” Pozitf Yay. İst. 2012, s.65
[4] Prof. Cemal Kurnaz, “Türk Olmak” Post Yay. İst. 2020, s. 123
[5] Falih Rıfkı Atay,” Babanız Atatürk” Pozitif Yay. İst. 2014,s. 66
[6] Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Biçici, GAZÜ “Kadim Dostlukta Bir Çınar: Berç Keresteci Türker” Türk – İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2019, s.85-97
[7] Doktora Öğrencisi Yüksel Yıldırım, “1935 Genel Seçimlerinde Afyonkarahisar Bağımsız Milletvekili: Berç Keresteciyan Türker” Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Cilt: 24, Sayı: 4, Aralık 2022 s.1600
[8] Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Biçici, age, s.90
[9] İslam Ansiklopedisi, İst. 2007, C.34, s.74
[10] Atsız, “Makaleler- Türkçülük ve Siyaset” İrfan Yay. İst. 1997, s.27