1900’lü yılların henüz başıdır. Mustafa Kemal, Harp okulunun son sınıfındayken arkadaşlarıyla el yazısı bir dergi çıkarırlar. Derginin sorumlusu da kendisidir. Kurmay sınıflarında da dergiye devam ederler. Gizlice elden ele servis edilen bu derginin ömrü, bir gün sarayın hafiyelerinden birinin jurnaliyle sona erer. Okul müdürünün, gerçi Falih Rıfkı Atay “okul nazırı”nın diyor,[1] vicdanlı, merhametli olması sayesinde bu vartayı “Ne diye başka şeylerle uğraşıp derslerinize çalışmıyorsunuz” ikazıyla ucuz atlatmışlarsa da galiba pek rahat durmamışlar ki bir süre sonra Mustafa Kemal, hapse atıldığı okul zindanında Hafız Şaşı Osman Efendi’nin
“Yeter artık çeker oldum şu cihanın gamını
Kerem itse ecel, alsa da halâs itse beni” gazelini terennüm eder.
Henüz 24 yaşlarındadır. Memleketinin sıkıntılarıyla boğuşmaktan o kadar yorulmuş ki gazelin sözlerinden medet umarak ölüm meleğine yalvarıp durmakta. İyi ki o günlerde ecel bu dileği duymamış, duymamış da bu cihandan Mustafa Kemal’i azat etmemiş. Şayet etseydi Ziya Gökalp’ın “Çobanla Bülbül”ünü kim duyacak, kim onların derdiyle dertlenecekti?
“Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle:
“Sürülerim hani, ovam nerede? ”
Bülbül sordu, boynu bükük bir güle:
“Şarkılarım hani, yavrum nerede? ”
Ağla çoban ağla. Ovan kalmadı.
Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban dedi: ”Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu Ülkesi,”
Bülbül dedi: ”Düşman haset etse de
İstanbul da şakıyacak Türk sesi”
Çalış çoban, kurtar öz yurdunu.
Şairlerden topla, bülbül bir ordu.”
Şiir devam eder ve beklenen çoban 19 Mayıs 1919’da “Karadeniz Karadeniz, Gelen düşman değil, biziz!” diyerek dalgaları yara yara, engelleri aşa aşa çıkagelir Anadolu’ya.
İşte böyle başlar İstiklâl destanımızın düğüm bölümü. Sonrasını destanımızın millî kahramanı ebedi Nutuk’unda bir bir anlatır:
“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. (…)
İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor.”[2]
Velhasıl gördüğünüz gibi durumumuz hiç de iç açıcı değildi. Bir yandan yılgınlık, yorgunluk; bir yandan yoksulluk ve ümitsizlik bizi çepeçevre sarmıştı. Türk milleti âdeta şairin dediği gibi koro halinde “Uçurumun kenarındayım Hızır, Muhteşem belaya nazır”[3] diyerek kaderine razı bir şekilde bekliyordu. Bu tabloyu seyreden içerdeki hainler ve dışardaki düşmanlar ise el avuç ovalayarak “Ha düştü, ha düşecek!” deyip büyük bir neşeyle atalarından kalma ateş dansına çoktan başlamışlardı…
Fakat o gün, 1919’un 19 Mayıs’ında muhteşem bir ışık, kuzeyden bir güneş gibi doğup bütün Anadolu’da pırıl pırıl parlamaya başlayınca, işin rengi ister istemez değişmişti. Çünkü Türk’ün mâkûs talihini değiştirecek olan Gazi Mustafa Kemal Paşa: “Hiçbir kuvvet mazlum Türk milletini kendi hakkını kendi eliyle istihsalden (elde etmekten) men edemeyecektir.” diyerek bir kere yola çıkmıştı. Bundan sonra yol ne kadar uzun ve sıkıntılı olursa olsun varılacak hedef belliydi: Türkiye’de kurtuluşun ve kuruluşun temeli atılacaktı.
Hiç vakit kaybetmeden işe koyulan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Türk milletini düştüğü bu girdaptan çıkarmaya kararlıydılar. Takvimler 22 Haziran 1919’u gösterdiğinde önce Amasya’dan seslendiler dünyaya ve dediler ki: “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” İşte bu cümle, alınan bütün kararların özeti ve bağımsızlığa giden yolun başıdır. Ardından Erzurum ve Sivas kongreleri ile şenlendi ortalık. Bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa Ankara’dadır. Tarih 27 Aralık 1919…
Türk’ü Anadolu’dan söküp atmaya meraklı olan Emperyalist devletler de, bir zaman sonra başlarına geleceklerden habersiz, memleketimizi kendi aralarında keyiflerince parsellemişlerdi. Ellerini kollarını sallayarak girdikleri bu topraklarda, birilerinin bugünlerde dediği gibi bir misafir edasıyla gelip uslu uslu “konaklamamış”, akla gelmeyecek bin türlü vahşeti Türk insanına reva görmüşlerdi. İşte size Halide Edip Adıvar’ın “İstiklâl Savaşı Hatıraları”ndan bir tablo:[4]
“Fatma Nine ile konuştum.
— Ah evlâdım, dedi. Ne oturup da yazı yazıyorsun. Boğazları kesilmiş bir halk için yazı neye yarar? Bu köyün üç bin sığır ve koyunu vardı. Şimdi yaralı kocamla kızıma yedirecek yumurta bile bulamıyorum. Bir tek tavuk kalmadı. Tuz bile yok. Yaprakları, otları kaynatıp yerken insan içine bir parça tuz koyabilse. (…)Yunanlılara yalvardım, bilsen. Biraz yaşayanların başında bir dam bırakın, dedim. Köylülere:
— Bizi Avrope yolladı, dediler.
— Bana bak kızım, o Avrope denilen adama söyleyin, biz ona fenalık etmedik, biz zavallı köylüleri rahat bıraksın.”
Tabii Fatma Ninenin hâlini görmek, ahını vahını duymak istemeyen Avrupa o yıllarda bütün medeniliğini(!) sergileyerek zulme devam eder.
Durum böyleyken Osmanlı devletini idare edenler aciz ve zavallı, uzun zamandır rahat yüzü görmeyen Türk milleti ise üzgün ve öfkelidir. Hele İstanbul’un işgalinin hemen sonrası Misakı Millî Kararlarını alan Osmanlı Mebusan Meclisinin süresiz tatile girmesi, memleketin geleceğine dair en ufak bir ümit ışığı göremeyenleri şüphesiz büyük bir endişeye sevk eder.
Ancak 23 Nisan 1920’de bozkırın ortasında birdenbire bir fidan gibi yeşeren Türkiye Büyük Millet Meclisi, karanlığı parçalayarak bu kötü gidişe dur der ve boynu bükük milleti de yeniden heyecanlandırır. Artık binbir güçlükle de olsa hazan mevsimi, yerini ilkbaharın tazeliğine, coşkunluğuna bırakacaktır.
Nitekim Mehmet Akif de aynı inançla der ki:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Fakat bu muhteşem mısraları duydukları hâlde, hâlâ kendilerini dev gibi görenler karşımıza garip tekliflerle çıkmaktan bir türlü vazgeçmiyorlardı. Mesela, 1921 Haziranında Fransa’yı temsilen Ankara’ya gelen Fransa’nın eski bakanlarından Franklin Bouillon “Bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü kağnı, kamyonu yenemez.” diyordu. Ancak ne yazık ki bu sözün kendisi için sadece bir hayalden ibaret olduğunu çok değil, 15 ay sonra anlayacaktı. Çünkü o çok güvendikleri ve destekledikleri Yunan ordusu, Türk ordusunun karşısında Sakarya’da, Büyük Taarruzda dayanamayarak darmadağınık bir vaziyette kaçacaktı. Gerçek ise bütün güzelliğiyle İzmir’in dağlarında açan çiçeklerle kendini gösterirken ne garip tesadüftür ki Bay Franklin bir “Eylül” sabahı İzmir’de yeniden karşılaştığı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya “Olacak iş değil! Kağnı, Kamyonu yendi!” demek zorunda kalacaktı. [5]
Hâlbuki o önemsemedikleri Kağnı’nın ordusu, doğuda Ermenileri, kuzeyde Pontus çetelerini, güneyde Fransızları ve Ermenileri, Anadolu’nun içlerinde İstanbul hükümetinin ve İngilizlerin kışkırttığı asileri ve batıda çok umut besledikleri Yunan cephelerini yerle bir etmeyi başarmış; Lozan’da imzalanan antlaşmayla yeni Türk devletin temelini atmıştı.
Hatta bunlarla da yetinmeyerek 4 yıl 10 ay 23 gün işgal altında kalan İstanbul’a 6 Ekim 1923’te yeniden hürriyeti getirmişti. Böylece Çobanla Bülbülün arzusu gerçekleşmiş, İstanbul’da Türk’ün sesi yeniden şakımaya başlamıştı.
Kurtuluştan kuruluşa, doğru yürüdüğümüz bu muhteşem yolcuğumuzun yeni başkenti Ankara, devletin adı da artık Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Gerçi bu yeni yönetim şekline geçiş TBMM’de ve bazı çevrelerde saltanat taraftarlarının ciddi muhalefetiyle karşılaşmışsa da bir kez karar verilmişti. Altı asırlık sistem değişecekti. Zaten hâli hazırda “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” bir Halk Hükümeti, yani hakikatte her manası ile bir “Cumhuriyet” idi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa Viyana’da çıkan Neu Freie Presse gazetesinin bir muhabirine verdiği beyanatta da Yeni Türkiye Devletinin Teşkilatı Esasiye Kanununun ilk maddelerini size tekrar edeceğim: ‘Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir. İcra kudreti, teşri salahiyeti (yetkisi), milletin tek hakikî temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz etmiştir. (toplanmıştır)’ Bu iki maddeyi bir kelime ile hülasa etmek kabildir: Cumhuriyet.” demişti.[6]
Ancak böyle olduğu hâlde, ilk zamanlarda bu gerçeğin niçin açıkça ifade edilmediğini Atatürk Nutuk’ta şöyle izah eder:
“Saltanattan, Cumhuriyete geçebilmek için bir intikal devresi yaşadık (1920- 1923). Bu devrede iki fikir; saltanat ve Cumhuriyet fikirleri durmadan çarpıştı. Ben Cumhuriyet taraflısı idim; fakat bunu açıkça söylemekte mahzur görüyordum. Yalnız, münasip zaman gelinceye kadar, saltanat taraflılarının fikirlerini, tatbik alanından uzaklaştırmaya ve TBMM’den daha büyük makam olmadığını telkinde ısrar ederek saltanat ve hilafet makamları olmadan da devleti idare etmenin mümkün olduğunu ispat etmeye çalıştım” [7]
Sonuçta ispat etmek istediği yönetim şeklini çok süratli bir şekilde işler hâle getiren Atatürk, aynı zamanda yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçilir. Şimdi sırada bu yeni kurulan devleti gerçekleştireceği devrimlerle geleceğe daha emin adımlarla yürüyecek bir sisteme kavuşturmak vardır. Hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. İşte tam da burada gelin Falih Rıfkı’nın Çankaya’sını açalım ve şu iki küçük paragrafı dikkatle okuyalım:
“3 Mart, devrimin başlangıcı idi.1924 Nisan’ında Şer’iye Mahkemeleri kaldırılarak öğretim birliği gibi adalet birliği de temin olunacaktı. 1925 Ağustos’unda şapka giyilecek, aynı yılın Kasım ayında tekkeler kapatılacaktı. Medenî Kanun, yeni cemiyetin temellerini atacaktı. Nihayet 1928’de Anayasa tadilleri ile devlet tamamıyla laikleşecek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamam olacaktı.
Demek ki inkılâp devri, eğer Cumhuriyetin ilanını başlangıç olarak ele alırsak 29 Ekim 1923’ten 3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.”[8]
Evet, “on yılda her savaştan alnı açık çıkan” Türk, durmak nedir bilmiyor, büyük Ata’sının gösterdiği yolda ilerleyerek A’dan Z’ye müthiş atılımlar yapıyordu. Ülke baştan sona değişiyor, Cumhuriyet bir tohumdan bir filize, bir filizden bir fidana dönüşüyordu.
Bir gün Konya’da davet edildiği bir akşam yemeğinde, milletvekillerinden Refik Koraltan’ın övgü dolu sözlerinden rahatsız olan Atatürk, “Beyefendi” der, “bütün yapılanlar, herkesten evvel büyük Türk milletinin eseridir; onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir.” Sonra sofradakilere dönerek
“Efendiler; size şunu söyleyeyim ki, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile büyük Türk Milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır.” [9] diyerek bahsi kapatır.
Kendisini gayet yakından tanıma fırsatını bulmuş olan Fransız Büyük Elçisi Kont de Chambrun da hatıratında, Atatürk için şöyle der:
“Mustafa Kemal; hükümdar, diktatör, halife ve daha birçok şeyler olabilirdi, fakat büyük adam olmak için O’nun parlak unvanlara ihtiyacı yoktu. Hazırladığı ve kendi ölçüsüne göre kurduğu bir Cumhuriyetin Reisi olduktan sonra çizdiği medeniyet yolunda yürümeye başladı. Kendisi, şüphesiz, tahta çıkabilirdi. Fakat basireti buna mani oldu. Kibirsizdi; gösterişi sevmez, övünmesini bilmezdi. Her gün biraz daha filozoflaşıyor, halk arasında kıymeti artıyordu.”[10]
Elbette Fransız elçisinin bu sözleri hiçbir şüpheye yer vermeyen bir gerçekliği ifade etmektedir. Çünkü bugünlerde de Atatürk her gün biraz daha kıymeti artan ve aranan bir liderdir. Milletini seven, onu her bakımdan yüceltmek isteyen, memleketimizi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı gaye edinen bu büyük lider, aklın ve bilimin kapısını aralayarak şöyle demiştir: “Hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır.”
E, o zaman bize düşen görev bellidir. İstikbale doğru yürürken aklın ve ilmin elinden sıkı sıkı tutacağız. Zaten başka bir şekilde hareket etmek ya bizi birtakım felaketlere ya da yıkılıp yok olmaya götürecektir.
Yazımızı bitirirken bu vatanı bize emanet edenleri, adı sanı bilinen bilinmeyen bütün kahramanlarımızı sevgi ve saygıyla anıyor ve on aydır yazmakta olduğum “1923’ten 2023’e Yüz Yıl Yazıları” başlıklı yazı dizisinin son bölümünü Cumhuriyetimizin ilan edildiği bu ayda, bu Ekim ayında noktalıyorum.
Bayramımız kutlu olsun!
Nice yüz yıllara diyerek Atatürk’ümüzün 10. yıl nutkundan aldığım şu birkaç cümleyi, büyük bir coşkuyla ve heyecanla Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına, bir demet kır çiçeği sunarcasına armağan etmek istiyorum.
“Türk Milleti!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık.
(…) Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.
(…) Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir.(…)
Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Dipnotlar
[1] Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” Pozitif Yay.İst.2012, s.35
[2] https://www.atam.gov.tr/nutuk/samsuna-ciktigim-gun-genel-durum-ve-gorunus
[3] Ömer Lütfi Mete’nin “Gülce” şiirinden.
[4] Halide Edip Adıvar “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Can Yay. İst. 2007, s.228
[5] Turgut Özakman, “Cumhuriyet” Bilgi Yayınevi, Ank. 2009, s.20
[6] Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar” YKY, 6.bsk. 2010, s.180
[7] Hasan Rıza Soyak, age. s.177
[8] Falih Rıfkı Atay, age. s.456
[9] Hasan Rıza Soyak, age. s.55-56
[10] Hasan Rıza Soyak, age. s.59