Bu bölümde Nurettin Topçu iki kapsamlı yazı ilke tanıtılmaktadır:
Nurettin Topçu – Hayatı: Ali Osman Gündoğan
Nurettin Topçu’nun Hayat Hikayesi ve Eserleri: Mustaf Kök
NURETTİN TOPÇU – HAYATI
Bu yazının özgün metnine “http://www.aliosmangundogan.com/PDF/Makale/Ali-Osman-Gundogan-Nurettin-Topcu-Hayati.pdf” adresinden ulaşabilirsiniz. Alıntı yapılacaksa kaynak olarak bu adresin gösterilmesi rica olunur.
Prof.Dr. Ali Osman Gündoğan
Nurettin Topçu, 1909–1975 yılları arasında yaşamıştır. Çocukluğu, imparatorluğun son yıllarının sıkıntıları arasında geçmiş, Cumhuriyet döneminin ilk etkilerini hissetmiş, altı yıl boyunca Fransa’da bulunmasından dolayı batıyı tanımış, Fransa dönüşü tek parti döneminin ve 1950’li yıllarla birlikte de Demokrat Parti ve devamı olan siyasî anlayışın uygulamaları karşısında da düşünsel bir tavır takınmıştır.
O, hem geleneksel değerleri hem de batılı değerleri tanıyan birisidir. Erzurum’lu bir ailenin çocuğu olması, çocukluğunun İstanbul’da geçmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitim kurumu olan Valide Sultan Mektebi’nde öğrenime başlaması O’nun geleneksel değerleri; Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi, Vefa İdadisi, İstanbul Lisesi ve Fransa’daki altı yıllık öğrenimi de batılı değerleri tanımasını sağlamıştır. Nurettin Topçu Fransa’da 1928–1934 yılları arasında bulunmuştur. Bu süre içerisinde, iki yıl, Bordeaux Lisesi’nde lise tamamlama, daha sonra da Sorbonne’da lisans eğitimi ve doktora çalışması yapmıştır. Altı yıllık bir süreye, bütün çalışmalarını sığdırmış olması, O’nun çalışma temposunun çok yüksek olduğunu gösterir.
Sorbonne’da felsefe alanında doktora yapan ilk Türk öğrencisi olan Nurettin Topçu’nun doktora çalışması, İsyan Ahlâkı adıyla dilimize çevrilmiş olan Conformisme et Révolte’dur. O, Sorbonne’da öğrencilik yaptığı sırada felsefe derslerinin yanında ahlâk, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi ve estetik gibi dersler almıştır. Louis Massignon ve hareket felsefesinin kurucusu Maurice Blondel ile tanışması, Topçu’nun fikirlerinin olgunlaşması açısından önemli olaylardır. Çünkü Topçu, hareket felsefesinin etkisinde kalmış, bu felsefenin kavramlarını ve metodunu kullanarak kendi ahlâk sorunlarımıza kendi kültürümüz açısından bakmıştır. Hatta 1939 yılında çıkarmaya başladığı ve bir ekolün oluşmasını sağlayan Hareket adlı dergi, hareket felsefesinden mülhemdir. Topçu, 1934’de Türkiye’ye döndükten sonra Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmenliğine başlamıştır. 1974 yılında emekli oluncaya kadar çeşitli liselerde felsefe öğretmenliği yapan Topçu, Sezginin Değeri adlı çalışmasıyla doçent ünvanı almasına ve İstanbul Üniversitesi’nde iki yıl eylemsiz doçent olarak çalışmasına rağmen kendisine üniversitede kadro verilmemiştir.
Topçu’nun eğitim-öğretime katkısı sadece felsefe öğretmenliği yapmakla kalmamış, felsefe, sosyoloji, psikoloji, mantık ve ahlâk dersleri için ders kitapları da yazmıştır. Nurettin Topçu, bütün hayatı boyunca eğitimden ekonomiye, siyasetten ahlâka kadar her konuda pek çok eser vermiş, Anadolu insanının trajedisini Taşralı adlı eserindeki hikâyelerine konu almış ve ancak ölümünden yıllar sonra 1999’da yayınlanmış olan bir roman yazmıştır. Reha adını taşıyan romanın ilk bölümü 17 yaşındayken 1926’da yazılmış, ikinci bölümü de Fransa dönüşünden hemen sonra tamamlanmıştır. Bu roman, Topçu’nun Fransa’ya gitmeden önce de, daha genç yaştayken mistik bir ruh yapısına ve idealist bir dünya görüşüne sahip olduğunu göstermektedir.
Topçu’nun fikirlerinin merkezinde hareket felsefesi vardır. Tasavvufa, milliyetçiliğe, ahlâka, eğitim ve insan sorununa, ekonomiye dair görüşlerine hareket açısından yaklaşan Topçu, Türk tarihinden Alparslan, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet; tasavvuftan Mevlana, Yunus; yakın tarihimizden Yahya Kemal, Mehmet Akif, Hüseyin Avni; felsefî açıdan da Pascal, Massignon, Maurice Blondel ve Bergson gibi şahsiyetlerden önemli ölçüde etkilenmiştir. Topçu, bütün bir entelektüel hayatını, Anadolu Türkleri Tarihinden hareketle, döneminin siyasî, ekonomik, ahlâkî, dinî yapısını ve bu yapılardaki değişmeleri anlamaya adamış, kendi açısından da bir takım modeller önermeye çalışmıştır.
BATICILIK-TÜRKÇÜLÜK ve İSLÂMCILIK KARŞISINDA TOPÇU
Nurettin Topçu, imparatorluğun son yıllarında ortaya çıkan fikir akımları ve Cumhuriyet dönemi milliyetçilik anlayışı karşısında, herhangi bir kutupçuluğa kaçmadan, entelektüel bir zemine dayanmak suretiyle Anadoluculuk adı verilen bir cereyanın temsilcisi olmuştur. O, Anadolu gerçeğinden bir milliyetçilik ideali ve bu ideale uygun düşecek tarzda da bir sosyalizm anlayışı ortaya koymuştur. Ona göre batıcılık, batı kültür ve medeniyetini her sahada; edebiyatta, toplumsal hayatta, sanayileşmede, pozitivizm ve sosyolojizm gibi fikir akımlarının aynen alınmasında yaşanan bir taklitçilikten başka bir şey değildir. Topçu, batıcılığın ve batıcılık zihniyetinin batılılaşma çabalarının taklitten öteye gidemeyişinin nedenini kültür ile medeniyetin birbirine karıştırılmasında görür. Ona göre “medeniyet, insanlığın muayyen tarihi devirlerinde bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayış şekillerinin bütününe denir.
Kültür ise, bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür.” Bu tanımlara göre medeniyet, bir grup toplum arasında ortak olduğu halde kültür, bir topluma hastır. Medeniyette maddî unsur ön planda olduğu halde kültür ruhîdir. Kültür, sadece kendini yaratan milletin malı olduğu için de millîdir. Bir milletin kültürünün değer hükümleri de bilim, felsefe, sanat ve din tarafından taşınır. Bunlar aynı zamanda kültürün unsurları olmak bakımından da millîdir. Gerçi din, her kültür ve medeniyeti aşan ve evrensel olan bir tavra sahip olsa da, milletin kuruluşunun en esaslı kaynaklarından birisidir. Kültürleri, aynı ortak kaynaktan beslenen milletler ortak bir medeniyet içerisinde yer alabilirler. Batı medeniyeti, kendi kültürünü kendisi yaratmış, ancak aynı ortak kaynaktan beslenen milletlerin medeniyetidir. Kültürel kaynaklarımız, batılı toplumlarla ortak olmadığı için batılılaşma gayretlerimiz taklitçilikten başka bir şey olamaz. Çünkü kendi kültürünü kendisi yaratamayan ve kültürel beraberliği olmayan bir toplumun aynı kaynaktan beslenen toplumların oluşturduğu medeniyetteki durumu; misafirin ev sahibi karşısındaki durumu gibidir. Bir medeniyetin oluşumuna emeği geçmeyen bir toplum, o medeniyetten olamaz. Bundan dolayı da, Ziya Gökalp’ın “batı medeniyetindenim” sözü bir anlam ifade etmez. Çünkü medeniyet, “ilim gibi, sanat gibi kültür çalışmalarının netice halinde elde ettikleri tatbikatın hayata bahşişi, cemiyete hediyesidir, lütfüdür, ihsanıdır.”
Kültürü bir yana bırakarak, medeniyetten hareket etmek, sonuçtan sebebe gitmektir. Topçu’ya göre yapılacak olan iş, batının değeri takdir edilen metotlarını kullanarak kendi bilim zihniyetimizi oluşturmak, “kendi mazimizin, kendi kaynaklarımızın mahsulü olan kültürü, Garbın ve bütün insanlığın büyük eseri olan metotlarla” yoğurmaktır. Topçu, batıcılığı aşağılık duygusuna bağlamakta ve bizimle ruh yakınlığı olan Doğu milletlerinin içinde olacağı bir medeniyete bağlanmayı daha uygun görmektedir. O, bizdeki batıcılığa karşı olmakla birlikte, batının bilim, felsefe, sanat, din gibi kültürel değerlerini yüceltmektedir.
Onun, batı medeniyetinde gördüğü olumsuzluk, maddenin ruha üstün gelmesi, sömürgecilikle beslenen büyük sanayiinin insanı maddeye esir kılmasıdır. Hatta Topçu’ya göre maddeyi yücelten ve tekniğe susamış olan bu medeniyet, daha önceki medeniyetlerin miras olarak bıraktığı ruhî ve ahlâkî temelleri de yıkmıştır. Batı medeniyetindeki bu olumsuzluklara rağmen Topçu’ya göre, maddecilikle Hıristiyan ruhçuluğu mücadele halindedir. Batıcılarla paralel görüler öne süren, devletin resmî politikası haline gelmiş olan milliyetçilik ve Gökalp’ın Turancılık fikirlerini eleştiren Topçu, vatan toprağından kaçış olarak nitelendirdiği bir Turancılık anlayışıyla bağdaşmaz. Topçu’ya göre Turancılık fikri, soyu milletle karıştırdığı için daha hareket noktasında çürüktür. Çünkü Turan milleti diye bir millet yoktur ve Gökalp, toprak birliğini millet yapıcı bir değer olarak görmemiştir. Bundan dolayı da Turancılık, Topçu’ya göre milletimizin temellerinden biri olan Anadolu coğrafyasını inkâr ederek, büyük bir gaflete düşmüş ve neslin gözünü hakikatten hayale çevirmiştir. Topçu, Gökalp’e ve O’nun Turancılık anlayışına en sert eleştirileri yöneltmek suretiyle Gökalp’i İttihat ve Terakki çetesinin propagandacısı olarak değerlendirmiş, Turancılığı da “ruhçu milliyetçilikten maddeci milliyetçiliğe geçiş yolunda atılan ilk adım olarak” görmüştür.
Cumhuriyet devri milliyetçilik anlayışının kaynağında Gökalp’i gören ve bu devrin siyasî anlayışını temsil eden altı okun teorisyeni olarak yine Gökalp’i kabul eden Topçu, bu dönem milliyetçiliğini de maddeci bir milliyetçilik olarak değerlendirir. Ayrıca altı oklu Türk inkılâbı, geçmişi dikkate almamış, bu dönemde Fransız pozitivizmi Amerikan pragmatizmiyle desteklenmiştir. Topçu’ya göre, tarihin olayları arasında sebep-sonuç ilişkisinin bulunduğu, geçmişin geleceği belirlediği unutulduğu için, ümmetten millete geçişi sağlaması düşünülen bu dönem milliyetçiliği geçmişle olan bağları koparmaya yönelik olmuştur. Oysa bizde milliyetçiliğin Cumhuriyet dönemi ile başladığına inananlara Topçu’nun sorusu şudur: “Öyleyse Hüdavendigarlar, Gazi Osmanlar nedir? Bizans bir takım avare kılıçlara mı teslim olmuştu? Topkapı Sarayı’nda görülen bir tarih ve bir milletin siması değil midir?” Topçu, bizde milliyetçiliği Cumhuriyet dönemiyle başlatanları tarihimizi bilmemekle suçlar ve milliyetçiliğin Anadolu’daki devletimizin ideali olduğuna inanır. İslâmcıları da, millet bedenini inkâr edenler olarak gören Topçu’ya göre, çölde yaşayan Arap’ın İslâm’ı Anadolu köylüsünün ruhunda bambaşka bir mahiyet kazanmıştır. Ancak milliyetçilik ile İslâm’ı da birbirinden ayırmayan Topçu, İslâm’ı, millet olmamızın en önemli kaynağı olarak görür. Çünkü milletimizin maddî yönünü Oğuzlar, ruhunu da İslâm dini oluşturur. Bundan dolayı Türk’ü İslâm’dan ayırmak, onu ruhsuz bırakmak anlamına gelir.
ANADOLU MİLLİYETÇİLİĞİ ve SOSYALİZMİ
Mevcut fikir akımları karşısında olumsuz bir tavır takınan Topçu, millet ve milliyetçilik konusunda nasıl bir anlayışa sahiptir? Topçu’ya göre millet bir realite, milliyetçilik bir idealdir. O, millet konusunu, Bergson’un zaman ile ilgili düşüncelerini esas alarak değerlendirir ve milleti, “kökleri mazide, gövdesi halde bulunan, dalları ve yaprakları istikbale uzanan, geçmişte, halde ve gelecekte hatıraları, temayülleri ve tasavvurlarıyla birleşmiş bir varlık” olarak tanımlar.9 Milleti yaşatan hayatî kuvvetler geçmiştedir ama bu kuvvetler hali suladıktan sonra kaybolmazlar ve geleceği de yaratırlar. Bizi yaşatan hayatî kuvvetler ise kaynağını dinden almakta ve Anadolu toprağında Oğuz Türklerinin ruhunu yoğurmaktadır. Öyleyse bizim milletimizin başlangıç tarihi olan 1071, milliyetçiliğin de başlangıç tarihidir. Bunun bilimsel adı da “Anadolu Türkleri Tarihi”dir.
Nurettin Topçu, Anadolu milliyetçiliğinin dayandığı esasları da şu şekilde sıralamaktadır. 1- Millet dini, onun ahlâkını, örflerini ve kalbini yoğurmuş, Türk-İslâm medeniyetine yön ve kaynak olmuş İslâm dinidir. 2- Büyük vatan Anadolu toprağıdır. 3- Soyumuz, Oğuz çocuklarının, Anadolu’nun dokuz yüz yıllık tarihi içinde bu topraklarda kaynaşmalarla eriyip aslını kaybetmeyen Türk soyudur. 4- Dilimiz bu ülkede yüzyıllar boyunca devam edegelen tarihî olgunlaşma içinde varlık kazanan müşahhas ve zengin Türk dilidir. Ferdî isteklerin icadı olan mücerret ve hayatsız dil, millî dil olamaz. 5- Devlet, büyük çoğunluğu köylü olan kütlenin iradesini yaşatan merkeziyetçi, otoriteli ve mesuliyetli devlettir. 6- İktisadî sistemimiz, halkın bütün içtimaî ihtiyaçlarını karşılayan ve her ferdi iş ahlâkıyla seferber eden asrın geçer deyimiyle ruhçu sosyalist sistemdir. Bu esaslara dayalı bir Anadolu milliyetçiliğine bağlı merkeziyetçi, otoriteli ve mesul bir devlet, “millet iradesinin gözüktüğü yer”dir.
Devletin vatan, millet ve hâkimiyet olmak üzere üç esaslı vasfı vardır. Hâkimiyet iradesinin olduğu yerde devlet ortaya çıkar. Bu hâkimiyet ya da otorite, “dışta başka devletlere bağlanmadan yaşamak, yani müstakil olmak, memleket içinde de emniyet ve asayişi korumak demektir.” Otorite, hem iyiye hem de kötüye kullanılabilir. İradesini ve otoritesini fertlerin ve zümrelerin çıkarları uğrunda kullanan devlet yıkılması gereken; Allah’a ulaştırıcı yoldan giderek iradesini ve otoritesini yaşatan devlet yaşaması gereken devlettir. Devletin iradesi otoritesi demektir ve iradesi zayıflayan devletin otoritesi de zayıflamış olur. Otoritenin zayıflaması ise toplum düzeninin bozulması ve sorumluluğun ortadan kalkması anlamına gelir.
Otorite, sorumlulukla yaşatılır ve sorumluluğun olduğu yerde de devlet var demektir. Fertçilik ve liberalizm gibi anlayışlar, hürriyetçilik kisvesine bürünerek toplumda anarşiyi doğururlar. Bu ise, otoritenin aleyhinedir. Topçu’nun teklif ettiği devlet, aynı zamanda merkeziyetçidir. Sosyalist bir iktisat sistemine sahip olacak olan devlet, toprak davasını toprak reformuyla çözmüş, iş ve ferdî mülkiyet meselesini adaletli bir şekilde halletmiş, dine dayalı bir ahlâk nizamını gaye edinen bir devlet olacaktır.
Anadolu’nun içinde bulunduğu iktisadî sorunlardan, şuursuzca bir batılılaşmadan, Tanzimat’tan beri gelen ve aydınların bizi tahrip edecek batılı fikirleri yurda ithal etmelerinden, yanlış milliyetçilik anlayışlarından, dinin yanlış anlaşılması ve anlatılmasından, yabancı hayranlığından ve pragmatizmin benimsenmesinden ötürü bizde komünizm kendisine bir zemin bulabilmektedir. Materyalist, ihtilalci, anarşist bir komünist tehlikeden bizi koruyacak olan ruhçu, devletçi, muhafazakâr, otorite sahibi bir sosyalizmdir. Zaten Topçu’ya göre “milliyetçiliğin içtimaî hayatta ferdi yaşayışa karşı koyan bir doktrine bağlanması lâzımdır. Şüphe yok ki, kendi menfaatlerinden önce milletinin menfaatlerini düşünen, kendi evinden önce köyünü ve şehrini yükseltip güzelleştiren, cemiyeti ve milleti için yaşadığına inanan, nefsini cemaata adamış olan insan “milliyetçiyim” diyebilir.” Topçu, böyle bir milliyetçiliğin Müslüman Anadolu Sosyalizmini savunması gerektiğini düşünür.
Müslüman Anadolu Sosyalizmi de, “İslâm’ın ruh ve ahlâkına sahip olacak Anadolu’nun insanını ve bütün hayat kuvvetlerini, ferdî menfaatlerle ihtirasların sınırları dışına çıkarıp bir ilahî bölgede, tam iktidarı ile sağlam iradenin disiplini altına, millet selameti yolunda toplulukla seferber etmek” demektir. Komünizm bir kin davası olduğu halde, bir hak davası ve İslâm’ın ta kendisi olan bu sosyalizm, Türk’ün ruhunu yabancı ideolojilerden korumak, Anadolu insanını her türlü istismardan kurtarmak; otuz milyonluk milletin emeğinin, kırk bin Yahudi’nin midesine esaretten kurtarmak, bin yıllık Müslüman-Türk kültürünün, batılı uşakların okullarının eşiğinde kurban edilmekten kurtulmak; millet üniversitelerini kurmak; sefaletle, işsizlikle, haksızlıkla mücadele etmek ve kaybolan otoriteyi yeniden tesis etmek için gereklidir.
Nurettin Topçu’nun savunduğu ruhçu, devletçi, otoriter, muhafazakâr İslâm sosyalizmi bir çeşit faşizmdir. Gelenekçi ve muhafazakâr olan Topçu’nun savunduğu bu sosyalizm, toplumun koşullarını kabul eder ve tarihî zorunluluk fikrini benimser. İnkılâpçılık yerine tekâmülcülüğü kabul eden bu anlayışın en mükemmel gerçekleşmesi de Alman Millî Sosyalizmidir. Topçu’yu faşist bir anlayışa bağlanmaya götüren düşünce, faşist devletin, milletin bütün unsurlarının birleştirici, toplumsal çalışmaların hepsini eline alıcı ve toplum üzerinde en kuvvetli otoriteyi kullanıcı oluşudur. Topçu’yu Alman faşizminden ayıran yön ise kendisine ırkı değil, dini çıkış noktası olarak almış olmasıdır. Topçu, iktisadî görüşlerini dayandırdığı sosyalist anlayışını, ülkemizin içinde bulunduğu 1950 ve 1960’lı yıllardaki koşulları göz önünde bulundurarak ortaya koymuştur. Nitekim o yıllarda Anadolu insanı için en önemli unsur topraktır ve sanayileşme de titizlikle değerlendirilmesi gereken bir sorundur. O, Anadolu insanını toprağa bağlamak ve fabrikaya muhtaç etmemek düşüncesindedir. Hatta Anadolu insanı hem toprağın hem de fabrikanın sahibi olmak suretiyle onun kutsal emeği sömürülmeyecektir. Nurettin
Topçu, sosyalizmine bölüşmeci sosyalizm, ruhçu sosyalizm, kooperatifçiliğe dayanan devlet sosyalizmi gibi adlar da vermektedir. Topçu’nun düşünce dünyası içerisinde, milliyetçiliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan sosyalizmi insana değer veren, ahlâkı güçlendirmeyi ve toplumsal kurumlarda değişiklik yapmayı amaçlayan bir sosyalizmdir. O, böyle bir sosyalist iktisadî anlayışa dini argümanlar da bulmaktadır. Ona göre, “İslâm’ın istediği her mahallesinde bir milyonerin türediği zenginlerin cemiyeti değildir.” Çünkü İslâm’ın emri, “zenginlerin malında fakirlerin hakkı vardır” ve “Ey müminler. Ancak nafakanız size helâldir” biçimindeki emirlerdir. Aynı zamanda bütün müminler kardeştir ama emeğin sömürüldüğü yerde kardeşlikten bahsedilemez. Onun Anadolu milliyetçiliğine bağlı sosyalizmi gelenekçi ve muhafazakârdır. Toplumsal şartlara bağlı, tarihî zorunluluğu kabul eden bu anlayış aynı zamanda tekâmülcüdür de. Muhafazakârlık, anarşist ruhlara karşı mukavemeti, tekâmülcülük de gelişme ve ilerlemeye açık olan yönü belirtir. Onun Anadolu milliyetçiliği ve İslâm’ın kendisi olarak gördüğü sosyalizmi daha çok İslâmcılığa yakın olarak değerlendirilebilir. Ancak bu İslamcılık, 1071’den bu yana olan Türk tarihiyle de desteklenmiştir. Onun İslâm Sosyalizmi, ekonomik endişelerden ziyade ahlâkî endişelere bağlanmakta ve ekonomik sorunların kaynağında ahlâkî sorunları görmektedir. Bundan dolayı da, ekonomiyi belirleyici bir unsur olarak gören komünizmin çok uzağında bulunmaktadır.
DEMOKRASİ KARŞISINDAKİ TUTUMU
Sorumluluk, otorite ve ahlâkî bakımlardan ele alındığında, demokrasiye eleştirilerde bulunan Nurettin Topçu, devlette başın ayakları idare etmesi gerektiğini ama demokrasilerde başın yerine ayakların geçtiğini düşünür. Çünkü demokrasilerde niteliğin yerini nicelik almıştır. Seçenlerin niteliği, kamuoyunun dikkate alınması, hürriyetlerin kötüye kullanılışının doğurduğu anarşizm, basın-siyaset ilişkisinin doğurduğu ahlâksızlık, sermayenin siyasetle ilişkisinden ötürü ortaya çıkan sömürü ve bütün bunlara bağlı olarak ahlâkî düşüşe yol açıp zorbalığa imkân tanıması, bütün insanların eşit görülmesinden ötürü hürmet duygusunun zayıflaması ve ahlâk iflasına gidilmesi, ferdî irade ve ideallerin önemsenmemesi gibi hususlardan ötürü Topçu, demokrasiyi savunmaz. Zaten Ona göre demokrasi, milliyetçiliğin idare tarzı olamaz. Çünkü “milliyetçilik, halkı teşkil eden fertlerin her birinin istediğini yapmak değildir; belki halka hizmet rejimidir.” Demokrasi, âlimlerin ve faziletli insanların toplumunda bu olumsuzlukların pek çoğundan kurtulmuştur. Ama iyi yetişmiş fazilet sahibi insanlardan yoksun bir toplumda demokrasinin sonuçları da hep kötüdür. Bu açıdan devlet, iyi yetişmiş, nitelikli ve izzet’i nefs sahibi siyasetçilerin elinde olmalıdır.
RÖNESANS İHTİYACI
Topçu’ya göre toplumumuz, her alanda ahlâkla ilgili bir bunalım yaşamaktadır. Bu bunalımların kaynağında da, O, 10.ve 11.yüzyıllarda Farabi ve İbni Sina ile birlikte başlayan skolastisizmi ve son yüzyılın ve özellikle de son devrin yenilik hareketlerini görür. Farabi ve İbni Sina’nın, “Aristo’nun felsefesi ile kıyas mantığını tek hakikat kaynağı diye” benimsemeleriyle skolastisizmin başladığını düşünen Topçu, onların Aristo’nun görüşlerine uymayan her fikri önceden yanlış olarak gördüklerini ve Kur’an’ı Aristo’nun fikirlerine uygun düşecek tarzda yorumladıklarını ifade eder. Çünkü Onlara göre Aristo yanılmazdır. Bir filozofun otoritesine ve sistemine bağlılık biçiminde ortaya çıkan bu skolastisizme karşı Gazali’nin tavrı kelâmı ortaya çıkarmış, ancak bu defa da kelâm üstatları içtihat kapısını kapatmışlardır. Aynı skolastik tavır kelâm sahasında da başladığı için felsefe, bilim, sanat ve din sahalarında yaşanan içe kapanmalar ahlâkla ilgili bunalımlara da sebep olmuştur.
Batılaşma hareketleriyle birlikte yaşadığımız değişiklikler maddî sahaya bağlandığı için insan hayatına kıymet verecek bir zihniyeti doğuramamış ve sorumlu insan idealini ortadan kaldırdığı için fedakârlık duygusunu da geliştirememiştir. Ayrıca, Anadolu romantizminin doğmamış olması, demokrasinin hürriyetlerimize tecavüz sistemi haline gelmesi, olumsuzluklar karşısında üniversitenin sessiz kalması ahlâkî buhranlarımızı daha da derinleştirmiştir. Bu ahlâk bunalımından kurtulmak, eğitim ve Rönesans hareketiyle mümkündür.
Topçu’ya göre her Rönesans hareketinde “aklın saltanatı, hür düşünce ve aşka teslim oluş” vardır. Aklın yükseliş devirleri, insanlığın hidayet ve Rönesans devirleriyken; aklın düşüş devirleriyse “ilmin de, idealin de, ahlâkın da uçurumlara yuvarlandığı karanlık devirlerdir.” Hür düşünce, Rönesans hareketinin hayat verici nefesidir. Topçu’nun, Descartes’in otoritelerden ve Bacon’ın idollerden sıyrılma isteğinin ifadesi olarak gördüğü hür düşünüş bizi hem dış otoritelerden hem de içimizden gelen ihtiraslardan kurtaracaktır. Aşka teslim oluş ise “ferdiyetçilik, lirizm ve tabiat sevgisidir. Bunlar romantizmin vasıflarıdır.” Bütün bunlar, bir Rönesans hareketinin felsefe, bilim ve sanata dayanması gerektiğini göstermektedir. Acaba Topçu felsefe, bilim ve sanattaki Rönesans’tan ne anlamaktadır?
Bir kültür unsuru ve dolayısıyla millî olması gerektiği düşünülen “felsefe, insanın kâinatı görüşüdür” Topçu’ya göre aklın kullanılmasını öğreten biricik kılavuz olan felsefe, bizde, Fatih devrinde Hocazade ile Molla Zeyrek arasındaki tartışmayla bitmiştir. Hikmetsiz yaşamak mümkün olamayacağına göre, felsefesiz bir toplumun yaşaması da mümkün değildir.
Topçu’ya göre bir felsefemiz olmasının sağlayacağı faydalar şunlardır: 1- Felsefe, bize aklın kullanılmasını öğretir. 2- Ahlâkımızın sanatkârı felsefe olacaktır. 3- Felsefe, siyasî nizamın da yapıcısıdır. 4- İnsanımızın içinde bulunduğu karamsarlıktan ve uyuşukluktan kurtaracak olan felsefedir. 5- Felsefe, dinî inançların da rafine hale gelmesini sağlar. 6- Felsefe, hürriyetimizin de hayat kaynağıdır. 7- Felsefe, hayatımızın yönünü tayin eder.
Rönesans’ımızın kaynaklarından birisi olan felsefe, dünyamızı idare eden tekâmül prensibine, aklın mükemmel işleyişini düzenleyen metotlu düşünme prensibine, Anadolu sosyalizmine, ahlâkımızın temelini teşkil eden İslâm ruhçuluğu ve şahsiyetçiliğine bağlı olmalıdır. Rönesans’ımızın dayanacağı temellerden bir diğeri de ilimdir. “İlim, hiçbir menfaat gözetmeyen ve hiçbir tatmin ile nihayetlenmeyen zekâyı sonsuzluğa doğru götüren tanıma aşkıdır”.
Topçu’ya göre ilim, bir zihniyet işidir ve bu zihniyetin de bir takım karakterleri vardır: 1- İlmî zihniyetin en önemli ve başta gelen karakteri, onun hakikat aşkı oluşudur. Bu hakikat aşkı, bizi hakikati araştırmaktan alıkoyacak olan engellere karşı isyan etmeyi gerektirir. 2- İlim, realiteye bağlıdır ve metot olarak tecrübeyi kullanır. 3- İlim, determinizmi kabul eder. 4- İlim, tekâmül fikrine inanır.
Felsefe ve ilim zihnimizi her türlü esaretten kurtardıktan sonra Rönesans’ın bir başka kaynağını da sanatta aramak gerekiyor. Çünkü İtalya’daki Rönesans hareketlerinde ferdiyetçilik, lirizm ve tabiat sevgisi biçiminde ortaya çıkan romantizmin vasıfları romantik sanatkârlarda görüldü. Edebî sanatlarla musikinin, resim, heykel ve mimarlığın Rönesans’ını sanatın bahçesinde arayan Topçu, klâsik edebiyatımızı divan edebiyatı ve onu da millî edebiyat olarak kabul eden görüşlere katılmaz. Sadece klâsik edebiyat ve klâsik musiki bir milletin bütün sanatını temsil edemez. Hem edebiyat hem de musiki sahasında “pek zengin ve kuvvetli olan halkiyatımızdan (folklor) hareket ederek Divan edebiyatının çerçevesi dışında kalan Fuzuli’den Akif’e kadar, Yunuslardan ve Mevlana’lardan da hayat alarak” romantizmimizi yaratmalıyız.
Divan şairleri (Fuzuli’yi istisna tutar), Hamid, Fikret, Halid Ziya ve diğer Servet-i Fünuncular kendi gerçeğimizden yola çıkmadıkları için bir romantizm yaratamadılar. Hâlbuki “Hamid Afrika ile Asya’da mevzularını aramayıp da Malazgirt’te, Antakya muhasarasında, Ankara meydan muharebesinde veya Niğbolu’da arasaydı, eserleri millî olurdu, hem de ebedî olurdu.”
Topçu’ya göre edebî Rönesans’ımızın kapısını açacak olan şey, “Kur’an’dan alacağımız metafizik ve idealist ilhamla Anadolu folklorunun bahçelerinden toplayacağımız realite demetleri”ni birleştirmektir. Edebiyatta, asırlarca canlı olan ve Yunus’ta nasılsa Ömer Seyfettin’de de öylece gözüken dil kullanılmalıdır. Musikide ise, ruhumuzun seslerini kullanacak bir melodiye ihtiyaç vardır. “Acaba Türk nasıl sevinir? İşte bu sevincin sesli ifadesi millî musiki olacaktır.” Mimaride, tarihî şehirlerimizdeki mimarî örnekleri, ruhsuz barbar stillerinin yerini almalı, resim sanatında da tarihî şahsiyetler ve olaylar ressamın konusunu teşkil etmelidir. Felsefe, ilim ve sanat alanında Rönesans’ı hazırlayacak olan ferdî dehalardır. Belki de en önemlisi, bu ferdî dehaları yetiştirecek olan okuldur. Bu okul ezberci değil, düşünen kafaları yetiştiren bir okul olmalıdır. Skolastik zihniyeti ortadan kaldırmayan, hür düşünceye imkân vermeyen bir okuldan söz konusu edilen bir Rönesans’ı beklemek bir hayaldir.
AHLÂK FİLOZOFU OLARAK NURETTİN TOPÇU
Nurettin Topçu bir ahlâk filozofudur. Hatta buraya kadar üzerinde durduğumuz görüşlerin belli tarzda şekillenmesinde de temel kaygı, ahlâktır denilebilir. Ahlâk sahasında Onun amacı, ahlâk problemini evrensel ölçüler içerisinde halletmektedir. Çünkü evrensel ölçüye uymayan her ahlâk görüşü eksiktir.
Nurettin Topçu, ahlâk meselesini hareket felsefesinin metodunu kullanarak ve en sonunda da onu din meselesiyle birleştirmek suretiyle çözmeye çalışır. Ahlâkla ilgili çözümlemelerinin sonunda ulaştığı ahlâk görüşüne İsyan Ahlâkı adını verir. Bu noktada, onun görüşlerine hâkim olan hareket kavramı yerini isyan kavramına bırakır. Çünkü hakikî anlamda hareket, bir isyan hareketi olmak durumundadır. İsyan, genel anlamıyla bir hayır’dır. Bu hayır, bir şeye hayır olduğu için, başka bir şeye de evet anlamanı gelir. Eğer söz konusu hayır, mutlak anlamda değilse, bir başka değeri evetliyor demektir. Acaba Nurettin Topçu’nun içinde hayır’ı barındıran isyanı nelere yöneliktir, itaat yada evet ise acaba nerede ortaya çıkacaktır?
Ahlâk probleminin ortaya konuluşundan bir çözüme kavuşturuluncaya kadar ki her aşamada ya da evet denilecek bir aşamaya gelinceye kadar ki süreçte nelere hayır denildiği görülecektir. Hatta fert, isyan etmek isteyen bir varlık olarak kendini ortaya koymakta ve “isyan, bizi hayat kanunlarının tazyikinden kurtararak ulûhiyete teslim eden hamle” olarak tanımlanmaktadır. Böyle bir isyan, Albert Camus’nün felsefî intihar adanı verdiği ve bu dünyanın insan bilinciyle ilişkisinin kopmasıyla ortaya çıkan saçmadan kaçışını ifade ettiği bir tavırdır. Oysa Topçu, ahlâk meselesini, Camus’nün felsefî intihar dediği bir iman hareketiyle çözmeyi deneyecektir.
Nurettin Topçu’ya göre hareket kavramı çerçevesinde ahlâk problemi nasıl ortaya konulmaktadır? Hareket felsefesine göre, insana bir cevher aranmak gerekirse, bu hareket olmalıdır ve “iradenin eseri olan her hareket mükemmele, daha mükemmele bir özlemdir.”
Burada sözü edilen hareket, Blondel’in ifadesiyle, “kendi temelinde, ruhî bir davranmadan ileri gelen ve ruhî bir amaca yönelen ruhî bir realite” olduğu için kaba bir güç ya da içgüdü davranışından ayrılmaktadır. Hareketteki daha mükemmele duyulan özlem, iradenin kendi dışına çıkması ve evrensel nizama, sonsuzluğa doğru yol almasını sağlar. Bundan dolayıdır ki, “isteyerek yapılan her harekette ahlâkîliğin damgası vardır. Doğrusu, ahlâklılık, isteyerek yapılan hareketle başlar” Sonsuzluğa yönelmeyen harekette eksik kaldığı için, “evrensel nizamın dışında gerçek ahlâklılık yoktur.” Çünkü bu nizamın dışında gerçekleşen hareketler aynı ölçüde iyiliğe ya da kötülüğe yol açabilirler.
Evrensel nizama giden hareketler, gerek kendi içimizden gerekse kendi dışımızdan bazı engellerle durdurulmaya çalışılır ve bu engeller insanı esaret altında tutabilirler. “O halde, ahlâkî hareket evrensel iradeye yeniden kavuşmak üzere bir çeşit değişim (conversion) ile bu esareti aşmaktan ibaret olmaktadır.” İlim, sanat ve ahlâk, kendi sahaları içerisinde, bu esaret şekillerini aşmaya, onlara isyan etmeye yönelik hareketlerin iradelerini oluştururlar. Nitekim hakikat aşkıyla nebatî tabiatımıza isyanı, sanatla hayvanî tabiatımıza isyanı, ahlâk ile de, “nefsi için sevmekle öğünen insanî tabiatımızın üstüne bizi yükselterek Allah’la birlikte yapılan isyanı” yaşarız. Bu şekilde ortaya konulan ve çözümünü tabiat-üstü bir alanda bulan ahlâk meselesi rasyonalist, amprist ve sosyal dayanışmacı ahlâk doktrinleri tarafından çözülemez. Çünkü rasyonalistler bilginin alanı ile ahlâkın alanını aynı görürler, oysa Topçu’ya göre “ahlâkın alanı bilgi alanının üstündedir.” Ampristler ise olgu hakikatleri ile ahlâkî hakikatleri karıştırmaktadırlar, oysa “ahlâkî hakikatler olgu hakikatleri değil, değer hakikatleridirler.” Sosyal dayanışmacı ahlâk doktrinleri ise, Durkheim’in conformist ahlâkını savunmaktadırlar. Conformist ahlâk ise isyan hareketi olarak düşünülen ahlâkî anlayışla bağdaşmamaktadır. Hatta Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlâkı, conformist bir ahlâka karşı geliştirilmiş bir ahlâk anlayışı olarak düşünülebilir. Conformist ahlâk, gözlerini kapayıp vazifesini yapan insanın ahlâkıdır. Bu ahlâk, ferdî iradeleri toplumun kölesi haline getiren, bundan dolayı da ferdi ve onun yaratıcılıklarını öldüren bir ahlâktır.
Toplumun bir şahsiyeti olmadığı gibi, yaratıcılık yerine taklidi benimseyip uysallığı esas aldığı için conformist ahlâk, bir ahlâk zaafı olarak düşünülmektedir. Oysa fert, isyan etmek istemektedir. Çünkü kendini bulan fert, şahsiyet sahibidir, yaratıcıdır, hakikatler peşinde koşan bir idealisttir. Bundan dolayı Topçu’nun ahlâk anlayışının merkezine sorumluluk kavramı konulmuştur. Topçu tarafından hareketin bizzat sebebi olarak düşünülen sorumluluk, “beni harekete sürükleyen, bende doğan zorlayıcı emirdir.” Bu zorlayıcı emir düşünme faaliyetini doğurur ve insan düşündükçe yapacağı hareket karşısında kendini çok daha sorumlu hissetmeye başlar. Sorumluluğa bağlı olarak gelişen hareket esnasında hürriyetimiz ortaya çıkar.
Hürriyet, “içten veya dıştan iradeye yabancı hiçbir kuvvet tarafından zorlanmaksızın bizzat kendi seçimi ile kendi kendisini belli bir harekete zorlamak hususunda iradenin sahip olduğu kudrettir.” İradeyi dıştan zorlayan kuvvetler cemiyetten gelirler. Bizi içten zorlayan kuvvetler ise alışkanlıklar ve ihtiraslardır. Hür hareket, bütün bunlara isyan etmek suretiyle iradeyi esaretten kurtaran kuvvettir. Bu kuvvet, bir hareketi yapmak olduğu gibi bir hareketi engellemek, yapmamak biçiminde de tezahür edebilir. İrade, insanı esaret altına alıcı kuvvetlere karşı kendini koruyup, ahlâkî ilkelere göre hareket edince, hürriyet, ahlâkîlik vasfını kazanır.
Öyle anlaşılmaktadır ki, Topçu’ya göre hürriyet bir ahlâk problemidir ve ahlâk probleminin kendisi gibi hürriyet problemi de hareketle birlikte kendini ortaya koyucudur. Hürriyet, hareketle birlikte ortaya çıktığına göre, “hür olmak bir hareketten sonra yeniden doğmaktır; bir yolun sonunda yeni bir yola girmektir. Eşyayı değiştirmek ve kendi eliyle kendini değiştirmektir.” Hür hareketin böyle bir değişme ve değiştirmeyi yapabilmesi demek, “bir çeşit kendinin dışına çıkmak, bizzat kendisine karşı gelmek demektir.” Bu ise, insanın kendisinden başka bir şey haline gelebilmek için kendisine isyan etmesi anlamına gelir. Bu isyan, insanın kendisine karşı gelmesinden başlayarak basamak basamak ilâhî varlığa itaate kadar yükselir. Çünkü hareket, Blondel’in ifadesiyle “sonsuzun bir daveti ve yansımasıdır. O, sonsuzdan gelir, oraya döner.” Bu anlamda olmak üzere, Topçu’ya göre de harekette insana aşkın bir yön vardır. Yani aşkınlık harekette içkindir. İşte iradeyi kendi içinden kaynaklanan esir edici kuvvetlere karşı isyan ettiren ve iradeyi daha yüksek amaçlara bağlayan bu aşkınlık olmaktadır. İrade, kendi içinde bulunduğu şartlara boyun eğmeyip, kendi dışına çıktığında toplumu istemektedir.
Toplumu istemek, dayanışma ve hâkimiyeti yani devleti istemektedir. Ferdin bu hareketi, Albert Camus’nün Veba adlı romanda kötülükle mücadele etmek için kendini topluma feda etmesine benzer. Ancak toplumsal dayanışma ve devlet Topçu’ya göre, sonsuzluğa yönelmiş iradenin ayakbağlarıdır. Camus’de ise sonsuzluk yoktur, ötesi kapalı bir kapıdır. Bundan dolayı Camus’nün hareketinin önü kapalıyken, Topçu’nun hareketinin önü sonsuzluğa açıktır. İnsanın kendi iştahalarını reddedip, başka insanların sefaletlerine uzanan ızdırabı, onun toplumu isteyişi, insandaki merhamet ve otoriyeti de doğurucu olduğu için başkalarının da sorumluluğunu yüklenmek, kendisiyle birlikte başka kurtarılacak ruhlar da aramak demektir.
Bu hareket, belki de sonsuzluğa kapıyı açacak olan ilk harekettir. Ancak fert toplumda ve toplumdaki otoriteyle istediğini bulmuş mudur? Toplum, taklidin eseridir. Burada taklit edilen şey, inançlardır. Fert, bu durumda, inançların taklidinin eseri olan toplumun esiri olmayacak mıdır? Bu, ferdin inanç ve içsel hayatının bir inkârı değil midir? Zaten, her şeyin kaynağına toplumu koyup, onu yücelten sosyolojizm böyle bir inkârın eseri değil midir? Öyleyse fert, toplumun baskısından kurtulup, kendine dönmek suretiyle kendini tanımak durumundadır. İnsanın kendisini tanıması, kendi hareketlerinin zengin dünyasına girmekle mümkündür.
Hareketlerimiz bir iradenin eseridir. İradenin bizdeki en açık şahidi de, ızdıraptır. Yaptıklarımla istediklerim arasındaki nispetsizlik bunu gösteriyor. Çünkü irade, bizde ve dışımızda bulunan organik ve toplumsal düzeni bozuyor. Bu irade, organik ve toplumsal düzene isyan şeklinde kendini gösterip, sonsuzluğa doğru yol alıyor. Sonsuzluğa uzanan irade, insanın kendi varlığının ve diğer varlıkların feda edilmesi gerektiğini anlıyor. Öyleyse, hareketin tahliliyle ortaya konulan ahlâk problemi, evrensel nizamda çözülmeyi gerektirdiği için dinin alanına girmemize imkân tanıyan imanın araştırılmasını şart koşuyor. Çünkü fani olan her şeyden kaçış olan ve bize sonsuzluğu sevdiren aşk, bizi âlemin hem başlangıcı hem de gayesine götürüyor. Topçu’ya göre iman, “bir inancın ruhumuzda sürekli bulunması ve hayatımıza hükmetmesidir.” Başka bir ifadeyle “iman, her şeyden önce insandaki bir inancın devamı ve uzantısıdır.” Aklın eşya üzerindeki hareketi demek olan inanç, özümsenip sürekli hale gelir ve hayata hâkim olursa iman adını alır. Ve iman mistikliğe yönelir ama böyle bir imanın fideizmle ilgisi yoktur.
İmancılıkta akıl ile iman birbirine zıttır ve akıl imana feda edilmek suretiyle iman bir esrarı gerektirir. Aksine der, Topçu “bizim iman hakkındaki mistik anlayışımız hiçbir esrarı gerektirmez; o, kesinlikle bir ihtiyaç olarak değil, fakat insanın bütün varlığı ile, ruhu ve bedeni ile zekası ve hareketi ile ulaştığı bir sonuç olarak ortaya çıkar.” Çünkü Topçu’ya göre inançta akıldışı hiçbir şey yoktur; “O, aklın en yüksek hareketidir.” Bu hareketin mistiklik kazanması da imandır. Bu imana giden insan somut bir psikolojiden ve kendini tanıyan hareketten yola çıktığı için bu imanda karanlık kalan hiçbir yön yoktur. Bu mistik iman tek olana yönelirse dinî, çokluğa yönelirse estetik iman adını alır. Estetik imandan sanat doğar. Ancak sanatta, hayata bağlanan ve hayattan kaçanlar olmak üzere iki tip sanatçı vardır.
Hayattan kaçanlar ya sanatına ya da sonsuzluğa sığınırlar. Öyleyse sanatta, sonsuza atılma özlemi vardır. Bu, sanatın dine taşıyıcı bir vasıta olduğunun da ifadesidir. Ne var ki gayesine sanatta ulaştığını zannetmek bir aldanışa teslim olmaktır. “Sanat, sonlu alanda ebediyen tatmin bulamayacak olan hareket iradesinin, sonsuzluk hülyasında tatmin aramak için hayal gücüne dönüşmesidir… Sanat, diyoruz yine, tabiat-üstünün tabiî âlemde araştırılması, bir olanın çokluk âleminde aranması, genellikle sonuçsuz, iradeyi kendi kendisiyle çeliştiren, hatalı bir arayıştır.” Ama sanat, dine geçişi sağlayan bir araçtır. Bundan dolayı mistiklik, sanattan vazgeçip dine iştirak etmektir. Düşünce faaliyetinin taçlandırılması olan dinî iman, bir olana yönelmiştir. Bu imanın kaynağında da mistiklik vardır. Hatta tek Tanrılı bütün dinler mistiklikten kaynaklanmışlardır. İmanda mistiklik esas olduğuna göre “dinin bütünüyle hâkim olduğu ve barındığı âlem, ruhî hayatımızın en derin tabakasıdır.” Bu iman, Allah’a imandır ve bu da dinin kendisidir.
Peki, Allah Nedir? “Allah, insanın kâinata ve kendi üzerine hâkimiyetini kabul ettiği ve içsel bağlarla kendisini bağlı hissettiği kudretin adıdır.” Din, bu kudretin bizim hareketlerimize bir yardımıdır. “Çünkü Allah’ın hareketi bizim hareketimizden ayrılmaz.” Öyleyse tabiat-üstü varlığın hareketi bizim hareketimizde içkindir. Bundan dolayı hareket, bizde bize karşı Allah’ın isyanıdır. Ve hareket, insanla Allah’ın bir sentezi olmaktadır. İşte iman, ilâhî iradenin tasdiki, onun dışında kalan her şeyin inkârıdır. Çünkü isyan, her baş kaldırdığı nizamdan daha üstün bir nizama götürücüdür. İnsanın hareketi ile Allah’ın hareketinin birleştiği ve insanın sonsuzun davetine uyduğu noktada ahlâk meselesi din meselesiyle yani Allah’ta çözümüne kavuşmuş demektir.
Böyle bir iman, vahdeti vücutçu bir iman olmak zorundadır. Birbiriyle çelişikmiş gibi görünen isyan ve iman kavramları Topçu’nun düşüncesinde birbirine hizmet eden kavramlar biçimine dönüşmekte ve isyan iman haline gelmek suretiyle geride kalan her şeye hayır diyebilmeyi gerektirmektedir.
SONUÇ
Hareket felsefesinin metodunu ve kavramlarını tasavvuf ve ahlâk açısından değerlendirmeye çalışan, Anadolu insanının sosyal hayatını anlamak amacıyla bu felsefeden faydalanan Nurettin Topçu, Türk milletinin, bütün kurumlarıyla birlikte nasıl bir devlet ve toplum düzeni kurması gerektiği hususunda Anadolu milliyetçiliğini ve sosyalizmini savunmak suretiyle, döneminde farklı bir aydın tablosu çizmiştir. O, bir romantiktir.
Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesinden sonra yaşanan sıkıntılar karşısında, Türk aydınının ızdırabının ve ruhî trajedisinin dile geldiği ender fikir adamlarımızdan birisi olan Topçu, Hareket Okulu’nun da kurucusu olmuştur. Sosyolojizm okulunun conformist, sosyal dayanışmacı ve toplumcu anlayışının yerine Anadolu milliyetçiliğinin doğal bir sonucu olarak düşündüğü sosyalizmi; her türlü düzensizliğin ve karmaşanın kaynağı olabilecek, otorite ve sorumluluğu yok edecek bir anarşizm yerine Allah’ı insanda tanıyan, Allah dışında bütün otoriteler karşısında anarşist, Allah karşısında ise itaati benimseyen bir isyanı; insanı kendi bencilliğine mahkûm eden bireycilik yerine şahsiyetçiliği savunan Topçu, Anadolu Türklüğü ile İslâm’ın bir sentezini yapmaya çalışmıştır.
O, Cumhuriyet dönemi milliyetçilik anlayışı karşısında İslâmcı, İslâmcı hareketleri karşısında da milliyetçi bir konuma sahiptir. Topçu, bütün sorunların kaynağında ahlâk sorununu gördüğü için yazılarının merkezî fikrini ahlâk sorunları oluşturur. Ancak isyan ahlâkı ile devlet ve devletin ideoloji olarak benimsemesini istediği sosyalizm arasında bir çelişki, dikkati çekmektedir. Merkeziyetçi ve otoriter olan devlet, faşist bir devlettir. Faşizmin hiçbir şekli ise savunulamaz. Çünkü insan iradesine karşı saygısı olmayan bir devlet biçimi, isyan ahlâkıyla da bağdaşmadığı için, hareket esnasında ortaya çıkacak olan hürriyeti zedeleyicidir.
Ruhçu, otoriter ve merkeziyetçi bir devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi gibidir. Bu otorite, Tanrı adına, insan elinde kötüye de kullanılabilir. Nurettin Topçu, Türk toplumu için bir Rönesans ve eğitim seferberliğinin ihtiyacını duyan, bilim, felsefe, sanat alanlarında Rönesans’ı gerçekleştirecek dehaların da yaratıcı düşünceyi sağlayıcı bir eğitim modelinin yetiştireceği insanlar olacağını düşünen bir yenilikçidir. Çünkü onun gözünde, tekâmül prensibine dayanmayan bir felsefe ve bilimsel hareketin başarılı olması düşünülemez.
O, yenilikçi olmakla birlikte, geleneksel değerlere bağlılığı ve milliyetçi düşünceleriyle de muhafazakâr bir aydındır. Kültürel gümrük duvarlarının bir bir yıkıldığı, ekonomik olarak bütünleşmeye doğru gidildiği, evrensel hukukun her ülke için bir iç hukuk haline geldiği, bilgi çağını yaşayan dünyamızda gelinen konumdan her bakımdan etkilenen Türkiye için bundan kırk-elli yıl öncesine ait sorunlara çözüm olarak getirilen ekonomik ve siyasî cevapların bugün için geçerliliğini savunmak elbette mümkün değildir. Bundan dolayı Nurettin Topçu’nun fikirlerinde ekonomik ve siyasî söylemlerinden ziyade felsefî bir perspektif açan ahlâkî söylemler ve ahlâk sorunuyla ilgili olarak ele alınan hürriyet, sorumluluk, din-ahlâk ilişkisi gibi görüşler çok daha önemli gibi görünmektedir. Görüşleri, bu kavramlar açısından değerlendirildiğinde, Onu bir ahlâk filozofu olarak görmek mümkündür.
Topçu’yu benzerliklerine rağmen varoluşçu olarak görmekten ziyade, insanın kendini aşması gerektiğini düşündüğü için existansiyal bir metot kullanarak, insanı tabiat-üstü bir âleme iştirak ettirmek suretiyle ahlâk sorununu din sorunu ile birleştirip çözmeyi deneyen bir İslâm personalisti olarak değerlendirmek daha uygun gibi görünmektedir.
KAYNAKÇA
Topçu, Nurettin. Milliyetçiliğimizin Esasları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1978.
Kültür ve Medeniyet, İstanbul, Hareket Yayınları, 1970.
Yarınki Türkiye, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997.
Ahlâk Nizamı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997.
Büyük Fetih, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998.
İradenin Davası/ Devlet ve Demokrasi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998.
İslâm ve İnsan/Mevlana ve Tasavvuf, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998.
Conformisme et Révolte, Paris, 1934, İsyan Ahlâkı Çev., Mustafa Kök-Musa Doğan, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1995.
Bergson, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998.
Var Olmak, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998.
Türkiye’nin Maarif Davası, İstanbul, Hareket Yayınları, 1970.
Taşralı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998.
Reha, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999. Kök, Mustafa. Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1995. 21 22
NURETTİN TOPÇU’NUN HAYAT HİKAYESİ ve ESERLERİ
Kaynak:www.turkocagı.org.tr, Prof. Dr. İsmail Kara’nın arşivinden alınmış ve Mustafa Kök tarafından özetlenmiştir.
Çağdaş Türk düşüncesinin, felsefe alanında yetişmiş olmakla beraber, tarihten tasavvufa, estetikten sosyoloji ve psikolojiye, bütün bu alanlardaki birikimini yansıttığı “ideal toplumsal düzen” arayışlarına kadar çeşitli konularda fikir serdetmiş ve eser vermiş en özgün düşünürlerindendir. Yaşadığı yıllar, içine doğduğu problemler bakımından Türk toplumunun en köklü değişimleri geçirmekte oluşu hasebiyle, milletinin mukadderatını ilgilendiren her konu onun da fikrî ve felsefî meselesi olmuş, bu mânada bir eğitimci olmanın ötesinde filozof şahsiyetiyle temayüz etmiştir. Onun tefekkür dünyasının özgünlüğünü ve ufkunun genişliğini anlamak için, son yirmi yıl içerisinde hakkında yapılan akademik araştırmalara ve yayınlanan literatüre göz atmak kâfidir. (2006 yılı itibariyle, sadece Y.Ö.K. bilimsel araştırma kayıtlarında –birisi bağlantılı ikisi doğrudan – üç doktora, on yedi yüksek lisans olmak üzere hakkında tamamlanmış 20 adet tez çalışması görünmektedir.) Ancak, aşağıda onun dikkate değer hayat hikâyesine ve eserlerine yer vermekle yetinilecek, gerisi okuyucunun engin tecessüsüne bırakılacaktır.
Nurettin Topçu (İstanbul 7 Kasım 1909 – 10 Temmuz 1975) baba tarafından Erzurumlu Topçuzâdeler ailesine mensuptur. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında orduda topçuluk vazifesi ifa ettiği için kendilerine bu lâkap verilmiştir. Ailenin tek evlâdı olan ve küçük yaşta yetim kalan babası Topçuzâde Ahmet Efendi alaftarlık (tahıl alım-satımı) yaparak aileyi geçindirmeye çalışır. Daha sonra Erzurum’un tanınmış zenginlerinden Gülü Bey’in yardımıyla canlı hayvan ticaretine başlar; Doğu Anadolu ve bilhassa Erzurum yöresinden topladığı koyunları İstanbul’a götürüp satarak işini genişletir. Nihayet İstanbul’da bir yazıhane tutar. Zamanla Tahtakale’de bir han (Erzurum Hanı) satın alan Ahmet Efendi, İstanbul’a yerleşir. İlk evleri Süleymaniye Deveoğlu Yokuşu, Hatap Kapı sokağında bir ahşap binadır. Nurettin Topçu Süleymaniye’deki bu evde doğar (7 İkinci teşrin 1909). Topçu’nun ninesi Eğinlidir. Ahmet Efendi İstanbul’a yerleştikten sonra birinci hanımı vefat eder. Bu hanımdan olma iki oğlu da Balkan Harbi’nde şehit düşerler. Ahmet Efendi daha sonra yine Eğinli olan Kasap Hasan Ağa’nın kızı Fatma Hanım ile evlenir. İlk kocasından Hatice (Karamürsel) adında bir kızı olan bu hanım Nurettin Topçu’nun annesidir. Ağabeyi Hayrettin, Nurettin beyin ana-baba bir tek kardeşidir.
Harp yıllarının getirdiği zorluklar Ahmet Efendi’nin işlerinin bozulmasına ve iflâsına yol açar. Aile Süleymaniye’deki evden ayrılıp Dizdariye mahallesi (Çemberlitaş), Şatır sokak’ta (no. 9) iki katlı bir ahşap eve taşınır. (Nurettin Topçu’nun hayatının tamamına yakın kısmının geçtiği, çokça insan tanıyan, önemli birçok toplantının ve görüşmenin mekânı, hatıralarla dolu bu ahşap ev daha sonra yıkılacak, Nurettin Topçu tarafından yeniden betonarme olarak yaptırılacaktır, 1970).
Nurettin Topçu altı yaşında Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi’nin ana kısmına yazılır. Burayı bitirdikten sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne verilir. Mektebi birincilikle bitirir (1922). Babası Ahmet Efendi Çemberlitaş’ta kasap dükkânı işletmeye başlamıştır. Reşit Paşa Mektebi’nin sarıklı hocası Osman Efendi bir gün babasına “Osman Nuri (nüfus kağıdında ismi bu şekilde geçer) büyük adam olacak” deyince çok az gülen babası hayli mütehassis olur. Topçu bu sıralarda sakin, biraz içe dönük bir mizaca sahiptir. Küçük bir sandıkta kitap ve gazete biriktirmek merakı vardır. İmlâ öğretmeni Nafiz Bey, Nurettin Topçu’nun hayatı boyunca sürecek Mehmet Akif sevgisini ve hayranlığını uyandıracaktır.
Daha sonraki yıllarda Osman Nuri, Vefa İdadisi’ne devam etmeye başlar. Birinci sınıfta iken babasını kaybeder. Evlerinin bir katını kiraya verirler. Ağabeyi Hayrettin Topçu mektepten ayrılarak ailenin maddî yükünü omuzlamaya çalışır. Topçu Vefa İdadisi’nde de sınıflarını birincilikle geçer. Felsefeye bu sıralarda meyletmiştir. Edip Bey, etkileyici bir tarih hocası olan Memduh Bey, Celâl Ferdî ve Malumat-ı diniyye muallimi Şerafettin Yaltkaya hocaları arasındadır. Son sınıfın Haziran imtihanında Arapça hocası Sıfırcı Salih Bey’den ikmale kalır. Bu vaka ona çok tesir etmiştir. Bütün yaz çalışır. İdadi (Lise) tahsilini İstanbul Lisesi’nde tamamlar; 1927-28 ders yılında edebiyat kısmını pekiyi derece ile bitirir.
Liseden mezun olan Topçu, kendi kendine Avrupa’da tahsil imtihanlarına girer ve kazanır (1928). Hamdi Akverdi, Vehbi Eralp, Ziya Somar gibi şahıslarla birlikte Fransa’ya gider. Topçu önce Fransızca öğrenmek ve lise fark derslerini tamamlamak için Aix Lisesi’ne kaydedilir. Daha sonra etkileneceği filozof Maurice Blondel’i bu lise döneminde tanır. Bir müddet Aix Fakültesi’ne de devam eder. İki sene sonra Strasbourg’a geçer. Üniversitede felsefe tahsil eder. Ahlâk kurlarını tamamlar, sanat tarihi lisansı yapar.
Kendisinden önce Paris’e giden Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Cevdet Perin, Bedrettin Tuncer’le tanışır. Daha sonra bu şahıslarla, bilhassa Remzi Oğuz ve Ziyaeddin Fahri ile yakın münasebetleri, dostlukları olacaktır.
Dergâh Yayınları arşivine intikal eden lisans diplomasında Nurettin Topçu’nun Fransa’da aldığı sertifikalar ve bu sertifikaları bitiriş tarihi (kendisinin Milli Eğitim Bakanlığı için Türkçeye yaptığı tercüme ile) şöyle verilmiştir:
– Ruhiyat ve Bediiyat (Psikoloji ve Estetik, Haziran 1930),
– Umumî felsefe ve Mantık (İkinci teşrin 1932),
– Muasır sanat tarihi (İkinci teşrin 1932),
– İçtimaiyat ve Ahlâk (Haziran 1933),
– İlk zaman sanat ve arkeolojisi (İkinci teşrin 1933).
Yine Dergâh arşivine intikal eden Paris (Sorbonne) Üniversitesi’nden alınma doktora diplomasında tezini bitiriş tarihi 2 Temmuz 1934 olarak verilmiştir. Buna göre lisans eğitimi devam ederken doktora çalışmalarını da yürüttüğü anlaşılmaktadır. Çünkü son sertifikası ile doktora savunması arasında aşağı yukarı 8 ay gibi kısa bir zaman vardır.
Topçu’nun Avrupa’daki hayatı okul, ev, kütüphane arasında geçer. Ancak hafta tatillerinde derneklerin tertip ettikleri toplantılara, konferans ve seminerlere katılır. Bu toplantılarda Samet Ağaoğlu, Ömer Lütfi Barkan, Besim Darkot gibi o yıllarda Fransa’da bulunan Türk talebelerle de karşılaşır. Topçu bu arada tasavvuf tarihçisi ve Hallac-ı Mansur mütehassısı Louis Massignon ile tanışır. Dr. Adnan Adıvar’ın Türkçe dersi verdiği Massignon’a daha sonra bu dersi Topçu verecektir.
Strasbourg’da doktorasını hazırlayan Topçu, Sorbonne’a giderek “Conformisme et Révolte” başlıklı tezini savunur ve üstün başarı sağlar. Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencisidir. Avrupa’ya giden öğrenciler arasında Ahlâk felsefesi çalışan ilk kişi de odur. İsyan Ahlâkı adıyla Türkçeye çevrilen bu tez aynı adla ve aynı yılda Paris’te kitap halinde yayınlanır (Conformisme et Révolte – Esquisse d’une Psychologie de la Croyance, Nurettin Ahmed adıyla, Paris, Les Presses Modernes, 1934, büyük boy, 167 s. 1990 yılında Kültür Bakanlığı’nca tıpkıbasımı küçük boy olarak Ankara’da yapılmıştır).
Tezini bitirdikten sonra 1934 yazında yurda döner. Galatasaray Lisesi’nde Felsefe öğretmeni (Filozofi stajyeri) olarak göreve başlar ve İçtimaiyat (Sosyoloji) dersi okutur. I. TBMM’nde Erzurum milletvekili ve muhalif grubun önderi Hüseyin Avni Ulaş ailenin baba dostudur. Çemberlitaş’taki eve sık gelir gider. Topçu küçük yaştan itibaren bu zatın fikir dünyası, tavrı ve hitabetinin tesiri altında kalmıştır. Yurda döndükten bir yıl sonra H. Avni Ulaş’ın kızı Fethiye Hanım’la kısa sürecek bir evlilik yapar (1935 sonbaharında evlenir, 1937’de boşanır). Düğün gününün akşamı İzmir Erkek Lisesi Felsefe öğretmenliğine tayin emri gelir. Kendisinden nakledildiğine göre Galatasaray Lisesi Müdürü Behçet Bey, o sene Haziran imtihanından geçmesini istediği nüfuzlu ailelerin çocuklarından altı kişilik bir öğrenci listesini Topçu’ya vermiştir. Nurettin Topçu bu teklife karşı “Eğer bunlar çalışkan talebelerse elbette geçerler” cevabını verir. Neticede talebelerin bir kısmı ikmal imtihanda da kalır. Müdürün menfi raporu üzerine Ankara’nın sert tepkisi gecikmez ve Topçu’nun tayini İzmir’e çıkar.
Nurettin Topçu Hareket dergisiniİzmir’de bulunduğu yıllarda yayınlamaya başlar (Şubat 1939). Dergi İstanbul’da basılır. Hareket’te 4. sayısında yayınlanan ve zımnen Cumhuriyeti kuran kadroyu tenkit eden “Çalgıcılar” başlıklı yazıdan dolayı açılan soruşturma ve okul müdürünün 1938 – 39 yılı raporunda “hemen başka bir yere nakli zarureti vardır (…) göz önünde bulundurmak maksadıyla Ankara’da veya başka bir yerde tavzifini [vazifelendirilmesini] rica ederim” ifadeleri üzerine ortaokul tahsilini yaptığı İstanbul Vefa Lisesi Felsefe öğretmenliğine atanır. İzmir Lisesi müdürünün aynı raporundan, müstear adla yayınlanan “Çalgıcılar”ın Nurettin Topçu’ya ait olduğunun bilindiğini de şu ifadelerinden öğreniyoruz:
“Bu yıl talebe ile münasebetleri bilhassa yıl sonunda hoşa gitmeyecek vaziyette olmuştur. Hareket mecmuasındaki ‘Çalgıcılar’ makalesinin muhitte uyandırdığı tesir dolayısıyla talebe ile münasebetli münasebetsiz zamanlarda gizli gizli konuşmalar yapmağa kalkışmış ve idareyi haylice yormağa başlamıştır, idarenin sıkı kontrolüne de sebebiyet vermiştir”.
“Öğretmenin okuttuğu dersteki vukufu, talebe ile meşguliyeti bakımından çalışkanlığı” sorularını “çok iyi, çalışkan, dikkatli” diye cevaplayan okul müdürü nihai değerlendirmesini şöyle yapar:
“Değerli ve o nispette tehlikeli bir öğretmendir. Hisleri ve fikirleri müspet değildir. Memleketteki bütün kıymetleri yıkan bir zihniyetle hareket ettiğine bu yıl kani oldum”.
Vefa Lisesi’nde dört sene çalıştıktan sonra tayini Denizli İsmet İnönü Lisesi Felsefe öğretmenliğine çıkar (şimdiki “Denizli Lisesi”). Sicil dosyasında bu tayinle ilgili bir gerekçe ve soruşturma-suçlama yoksa da bunun bir tür sürgün olduğu açıktır. Denizli’de bulunduğu yıllarda Said-i Nursi ile tanıştığı ve o sırada yapılan mahkemelerini takip ettiği yolunda şifahî bilgiler vardır. Bir yıl sonra lise tahsilini yaptığı İstanbul Erkek Lisesi’ne tayin olur. 30. IX. 1946 ila 5. X. 1955 tarihleri arasında tekrar Vefa Lisesi’nde çalışır, ardından bir yıl vazife yapacağı Haydarpaşa Lisesi’ne tayini çıkar. Son olarak mezun olduğu ve bir ara öğretmenlik de yaptığı İstanbul Erkek Lisesi’ne tayin edilir (8. X. 1956) ve 20. XI. 1974 tarihinde yaş haddinden emekli oluncaya kadar fasılasız 18 yıl burada çalışır. Toplam öğretmenlik hizmet müddeti ise tam 40 yıldır.
Nurettin Topçu, 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne kadar ek görev olarak uzun yıllar Robet Kolej’de Tarih (1950 – 1960) ve İstanbul İmam Hatip Okulu’nda Psikoloji, Felsefe, Din psikolojisi ve Dinler Tarihi dersleri hocalığı da (19. XI. 1955 – 1960) yapmıştır. İmam Hatip Okulu’ndaki derslerden “din adamlığı yapacak talebelere verilen dersten ücret alınmaz” diyerek para almadığı ve tahakkuk eden ücretin müdür vasıtasıyla fakir talebelere dağıtıldığı bilinmektedir.
27 Mayıs’tan sonra devrim aleyhtarı olduğu yolundaki değerlendirmeler sonucu bu ek görevlerine son verildi. Sicil dosyasına göre ayrıca Vefa Lisesi hocası iken 1941-42 ders yılında Hayriye Lisesi’nde ve İstanbul Erkek Lisesi’nde iken de 1965-66 ders yılında Erenköy Kız Lisesi’nde 6 saat (muhtemelen Felsefe) ders vermiş gözüküyor.
Nurettin Topçu, bir süre (1948 – 49) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Hilmi Ziya Ülken’in kürsüsünde eylemsiz ahlâk doçentliği yaptı, “Bergson” konusunda doçentlik tezi hazırladı. Fakat kendisine kadro verilmemiş ve muhtelif entrikalarla üniversiteye alınmamıştır. (Doçentlik tezi Bergson daha sonra kitap halinde yayınlandı). İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne felsefe grubu hocası olarak tayini gündeme geldiyse de gerçekleşmedi, onun yerine Osman Pazarlı tercih ve tayin edildi. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kuruluş yıllarında kendisine yapılan hocalık teklifini ise annesine bakmak zorunda oluşunu ve sıhhatini gerekçe göstererek kabul etmedi.
27 Mayıs askerî darbesinin menfi etkilerinin mümkün olan en kısa zamanda telafisi için gayrıresmi olarak Ali Fuat Başgil’le birlikte AP’nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve 1961 seçimlerinde “kazanamayacağı bir yerden” aday olmayı kabul etti. 4 Ekim 1961 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın İstanbul Valiliği’ne yazdığı yazıda “Konya ilinden müstakil senato adayı olduğunu bildiren iliniz Erkek Lisesi Felsefe öğretmeni Nurettin Topçu’ya görevinden ayrıldığı tarihten 20 Ekim 1961 tarihine kadar izin veril”diği belirtilmektedir. Muhtemelen Eylül ayının ikinci yarısından sonra izin dilekçesini vermiş ve seçim bölgesine, Konya’ya gitmiştir. Fakat gerek cumhurbaşkanlığı seçimi gerekse Demirel’in parti başkanlığına getirilmesi sırasında partinin takındığı tavırlar üzerine bu çevre ile münasebetlerini kesecektir.
Paris’ten İstanbul’a döndükten sonra çocukluk arkadaşı esnaftan Sırrı Bey vasıtasıyla devrin mânevî büyüklerinden Hâsib ve Abdülaziz Efendilerle tanışan Topçu, bu kişilerden hayatı boyu sürecek etkiler alır, Nakşî şeyhi Abdülaziz Bekkine Efendi’ye intisab eder. Fakat tasavvufla ciddi olarak ilgilenmeye başlaması, doktora tezinde de açıkça görüleceği üzere Paris yıllarında olmuştur. Hallâc-ı Mansur mütehassısı Massignon’la tanışıklığının bu konuda etkili olduğu tahmin edilebilir. Topçu, Celâl Hoca (Ökten)’dan da İslâmî ilimler yönünden faydalanır. Daha sonra İmam Hatip Okulu’nun kuruluşu sırasında derslerin tesbiti ve programların hazırlanmasında Celâl Hoca ile mesai arkadaşlığı yaptı.
Fikri faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği, Türkiye Milliyetçiler Derneği’nde sürdürdü, Milli Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı ve Türk Milli Kültür Vakfı’nın bazı faaliyetlerine katıldı.
Nurettin Topçu 1975 Nisanında hastalandı. Hastalığının teşhisinde güçlük çekildi. Pankreas kanserine yakalandığı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde talebelerinden Tarık Minkari’nin yaptığı ameliyatta belli oldu. Topçu, 10 Temmuz 1975 günü hastahanede vefat etti. Ertesi gün Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Topkapı dışındaki Kozlu kabristanına defnedildi.
Eserleri:
Nurettin Topçu’nun, yaşadığı yıllarda peyder pey yayınlanan veya bir kısmı da hiç yayınlanamayan yazı ve eserleri, son yıllarda Dergâh Yayınları tarafından yeniden tertiplenmiş ve “Bütün Eserleri” hâlinde büyük ölçüde basılmıştır:
Fikrî ve felsefî eserleri, denemeleri:
1- İsyan Ahlâkı (Nurettin Topçu’nun 1934’de Fransa’da, tıpkıbasımı 1990’da T.C. Kültür Bakanlığınca Ankara’da yayınlanan doktora tezi Conformisme et Révolte’un tercümesi); Çev: Mustafa Kök-Musa Doğan, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1995, 228 s. (Nurettin Topçu’nun kendi tercümesi bulunduktan sonra bu tercüme M. Kök tarafından yeniden gözden geçirilmiş ve 2. baskıdan itibaren böyle basılmıştır).
2- Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 1997, 325 s.
3- Türkiye’nin Maarif Dâvası, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997, 187 s.
4- Ahlâk Nizamı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997, 304 s.
5- Var Olmak, İstanbul, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997, 134 s.
6- Büyük Fetih, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, 95 s.
7- Bergson, İstanbul,Dergâh Yayınları, 1998, 136 s.
8- İradenin Dâvası-Devlet ve Demokrasi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, 206 s.
9- İslâm ve İnsan-Mevlâna ve Tasavvuf, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, 171 s.
10- Kültür ve Medeniyet, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, 202 s.
11- Mehmet Âkif, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, 95 s.
12- Varoluş Felsefesi-Hareket Felsefesi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, 57 s.
13- Millet Mistikleri, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, 111 s.
14- Amerikan Mektupları-Düşünen Adam Aramızda, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2004, 94 s.
Edebî Eserleri:
15- Taşralı (hikâyeler), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, 306 s.
16- Reha (roman), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999,
Ders Kitapları:
17- Sosyoloj İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, 198 s.
18- Mantık, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, 95 s.
19- Felsefe, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2002, 132 s.
20- Psikoloj İstanbul, Dergâh Yayınları, 2003, 210 s.
21- Ahlâk, İstanbul Dergâh Yayınları, 2005, 205 s.