2023- 2023’ün dergisinin 100ncü sayısı sebebiyle Türkiye’nin organik aydını olarak nitelendirdiğimiz isimleriyle söyleşiler gerçekleştiriyoruz. Sizden öncelikle içinde bulunduğumuz durumu tanımlamanızı istiyoruz. Nasıl bir Türkiye’de yaşıyoruz?
Durmuş Hocaoğlu ─ Çok teşekkür ederim. Önce şahsıma gösterdiğiniz alâkadan dolayı teşekkür ederim, sonra bugüne kadarki yayın çizginizde gösterdiğiniz hassasiyetlerden dolayı teşekkür ederim ve son olarak da, 2023 dergisinin yüzüncü sayısını doldurmuş olmasından dolayısıyla tebriklerimi, daha da mükemmelleşerek devam etmesi temennilerimle iletmek isterim.
2023, ismini, zannederim, Cumhuriyet’in 100. yıldönümü için ve bir asrı devirmiş Cumhuriyet ile daha mükemmelleşmiş bir Türkiye hasreti ve tasavvurunun sâiki ile seçmiştiniz. Ama korkarım ki, Îsâ’nın takvimiyle 2023 senesinde bir Türkiye bile mevcut olmayabilecek. Hayli bir uzun zaman önce, zihnimde, Emevî saltanatının sâdece seksenaltı yıl sürmesi ile, bilemediğim bir sebepten dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrü arasında bir paralellik kurulmuştu: Tıpkı, Sezar, bir gün senatoya giderken kör bir dilencinin, O’na, “Sezar! Mart’ın 15’inden kork!” diye ihtar etmesi gibi, içimden bir ses de bana sık-sık “Durmuş! 2009’dan kork!” diye ihtar edegelmiştir, senelerden beri. Vâkıa, o vakitlerde hâfızamda kalan bu sayıda üç yıllık bir hata yaptığımı çok geçmeden öğrendim, ama, içimdeki sesin tarihi değişmedi: 2009! 28 Şubat’tan sonra, hatırlarsınız, muhtıracı generallerden biri, çok kaba bir şekilde kendi milletine meydan okuyarak, “Bin yıl da sürse bu savaşı devam ettireceğiz” demişti; o sıralarda çıktığım bir televizyon programında konu 28 Şubat meselesine gelince ben bunu hatırlatarak “Acaba o general bin yılın ne demek olduğunu, bin yıl devam edebilmiş kaç imparatorluk var, acaba biliyor mu; bu soruya cevap verirken, Osmanlı’nın altıyüz yıldan biraz fazla ömrü olduğunu unutmamalıdır; benim sorum daha başka: Acaba Türkiye’nin önünde otuz yılı var mı diye hiç düşündü mü?” demiştim. İşte benim endişem bu; bunun bir saplantı olduğunu düşünebilirsiniz, belki de öyledir ve hiç olmayacak bir kuruntudur, inşallah, ama zihnimin hep bir yerinde, “Türkiye Cumhuriyeti de seksen altıncı senesinde bitecek mi” korkusu hep tutundu ve hiç üzerimden atamadım bu güne kadar. Bu aşırı derece rahatsız edici, aşırı derecede tedirginlik verici bir beklenti. Tabiî, “beklenti” kelimesi hep olumlu mânâda kullanılıyor, fakat olumsuz anlamda da bir kullanımı vardır. İşte, şimdi, zannediyorum korktuğum başıma geliyor; bu sene, Türkiye Cumhuriyeti’nin bana göre bitiş senesidir. Tabiatiyle, “gelecek”-in, “hâzır” değil “gaaib”, karanlıklara gömülü olduğunu, gaybın anahtarlarının da münhasıran Allah’ın katında bulunduğunu ve dahi, tarihin kaotik vâsfını hatırlarsak, akşamdan sabaha çok şeyin değişebileceği fikrinden hareketle, gelecek hakkında profetik konuşmaların anlamsızlığı sonucuna varıp rahatlayabiliriz. Ama ben bunu yapamıyorum; evet, tarih kaotiktir ve “kelebek etkisi” de bize hiç akla gelmeyecek şeylerin ânîden zuhur edebileceğini söylüyor, ama bu kadar teselli bana pek anlamlı gelmiyor. Endişelerimi artıran en mühim sebepler olarak, Avrupa Birliği üyelik sürecini, sonra 28 Şubat ile birlikte, bu devletin taşıyıcı yükü, omurgası olan muhafazakâr kesimde sinsice yayılan kozmopolitanizmin yıkıcı, ölümcül etkilerini, ilâveten, etnik ayaklanmanın bastırılamayıp teslim olma safhasına varılmış olunmasını ve son olarak da, Türkiye’yi tasfiye etme politikaları takip eden bir hükûmetin yedi yıldır iktidarda bulunmasını görüyorum. Bu hükümetin daha henüz yeni kurulmuş olduğu sıralarda, bu kadronun bir anlamda, “Türkiye’yi tasfiye etme hükûmeti” olacağı meâlinde bir yazı yazmıştım; bu kanaatimi, bugün de muhâfaza ediyorum. Niçin denecek olursa, bu sorunun cevabının, bu kadronun uzantısı olduğu İslâmcı akımının geçirmiş olduğu istihâle sürecinde aranması gerektiğini söyleyebilirim.
“Haldun’u Anlamayan İslâmcılık Sukût-u Hayâle Uğradı!”
2023- Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl bir dönüşümdür yaşananlar?
Durmuş Hocaoğlu ─ İmdi, bundan epeyce bir vakit önce bir yazımda da dilim döndüğünce anlatmağa çalıştığımı burada muhtasaran ifâde edecek olursam: İslâmcılık; İslâm dünyasının içine düşmüş bulunduğu derin krizi açıkça ve gizlenemez bir tarzda iliklerine kadar hissetmeye başladığı XIX. asır Osmanlısı’nda ortaya çıkan, zamanla değişik mecrâlardan akarak Cumhuriyet’e de intikal eden, fakat 1960’tan îtibâren kökleriyle bağlarını kopararak başka renklere bürünmeye başlayan, kültürel ve siyâsî bir akımdır. İslâmcılık’ın tarih sahnesine çıkışı, normal ve tabiî değil, gayritabiî ve ârızî şartların bir zorlaması olmuştur. Kısaca ifâde edilirse, İslâm’ı sâdece bir inanç ve ibâdetler kompleksi olarak algılamanın ötesinde, daha yüksek bir seviyeye yükseltmeyi hedef edinen İslâmcılık; orijin îtibâriyle aktif değil reaktif, tepkisel, modernite karşıtı ve fakat ve bunun yanında, birçoklarının iddia ettiğinin aksine, modernite karşıtı olan akımların çoğunluğu gibi modern bir harekettir. İslâmcılık, bir karşı-harekettir; gerek bir din, gerekse bir kültür ve medeniyet olarak İslâm’ın ve aynı zamanda geçen asırda İslâm denince O’nunla neredeyse özdeşleşmiş bulunan Osmanlı’nın git-gide tedâvisi zorlaşan, kronikleşme eğilimine girmiş bulunan kan kaybına karşı bir çâre, bir kurtarıcı olarak çıkmıştır. Ve yine bir karşı-harekettir; genel anlamda “Modernite”ye karşı bir harekettir. Yine çok kestirmeden gidecek olursak, diyebiliriz ki, İslâmcılık’ın gâyesi, hem güç kaybını önleyerek yeni bir siyasî yükselişe geçmek ve hem de İslâmî bir dünya te’sîs etmek idi. Bu itibarla Batı karşıtı olduğu kadar, tabiatıyla Batılılaşma karşıtı idi de. Lâkin, mâzîyi aynen, bire-bir ihyâya veya geri çağırmaya değil, kendi kökleri üzerinde kendi geleceğini yeniden ve yeni baştan inşâa, yâni “kökü mâzîde olan âtî olmaya” yöneliyordu ve bunun için de modernitenin dilini, düşüncesini ve metodlarını kullanmaya gayret ediyordu. Aynı zaman diliminde aynı yatakta akan farklı bir akım olan, Batı gümrüğünden gelen herşeyin sorgusuz-suâlsiz baştâcı edilmesini temel prensip ittihaz edinen Batıcılık’ın aksine, seçmeci ve süzmeci davranarak… Yine İslâmcılık modern bir hareketti; zîra, bir güç talebinde bulunuyor, aslî hedefine vasıl olabilmek için siyasîleşiyordu; daha doğrusu bütün ekümenik dinler gibi İslâm dininin de ayrılmazı olan “devlet” hedefini modern bir formatta ele alıyordu.
İslâmcılık, bunun yanında, bilhassa Osmanlı merkezli bir “İttihâd-ı İslâm” idealine de yönelmişti. Zîra teorisyenleri, gerek Osmanlı’nın ve gerekse de topyekûn İslâm dünyasının çözülmesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak, Müslümanların aralarında birlik bulunmayışının olduğunu düşünüyorlardı ki, bu tıpkı Türkler’in Avrupa’da ilerleyişini, Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) Kiliseleri ve Avrupa millet ve devletleri arasındaki derin ihtilâflar yüzünden bir Hristiyan Birliği’nin gerçekleşememesine bağlayan açıklama modeline andırıyordu. Ve bir de İslâmcılık, bir yandan en geniş mânâda bütün Müslümanları, daha dar kontekstte ise Osmanlı tebaası Müslümanlarını bir tek millet telâkkî etmekle de, bir tür “milliyetçilik” öngörüyordu. Fakat tarihî gelişmeler başka mecrada ilerlemeye başlamıştı. İşte İslâmcılık, bu ahvâl ve şerâit tahtında, bütün bu gelişmelere karşı bir kurtuluş reçetesi olarak ve baskın bir biçimde radikal bir “Batı-karşıtı” karakterle ortaya çıktı ve küçümsenmeyecek sonuçlar da aldı. Ancak, ne var ki, gelişmeler, Haldûn’un, millî asabiyenin dinî asabiyeye göre öncelikli olduğunu ihtar eden tezini görmezlikten gelen İslâmcıların sukût-u hayâli ile noktalandığını ve “İttihâd-ı İslâm”ın sâdece bir fantezi olduğunu gösterdi. Bu konuda Said El Husrî ile Ziya Gökalp arasındaki tartışmalar bile başlı başına bir ders niteliğindedir. Netîcede, İslâmcılar, İmparatorluğun, yaşlı bir arslanın etrafını saran çakallar ve sırtlanlar sürüsü tarafından dişlenerek yere yıkılması gibi, Müslüman tebaasının da dâhil olduğu tebaa milliyetçiliklerinin isyânlarının da olağanüstü katkısıyla tarihe gömülmesi karşısında “İttihâd- ı Anâsır” gibi “İttihâd-ı İslâm”ın da çöküşüne şâhit olunca, İstiklâl Harbi’nde ─öyle bir terim kullanmadan da olsa─ sıkı bir milliyetçi tavır vaz’ ettiler. Böylece, Cumhuriyet ile birlikte, İslâmcılık’ta yeni bir dönem de başlamış oldu.
“Kozmopolitan Müslümanlık”tan “Vatansız Müslüman”a
Bidâyetinde son derece vakur, hatalarında bile bir değer taşıyan, İstiklâl Harbi süresince fevkalâde bir vatanseverlik sergileyen İslâmcılık, zamanla, rejimle çatışmaya girmiştir ki, buna sebebiyet veren, bir İslâm devleti olarak doğan Cumhuriyet’in, milleti ile olan mukavelesini feshetmesidir. Ancak, İslâmcılık, ilerleyen süreçte laikliğe karşı olan muhalefetini bir husûmete dönüştürerek uzun müddet devletin ele geçirilmesi fikrini taşımış, bu da yine zamanla, devletin hükmî şahsiyetine bir husûmet hâlini almış, beri yandan, milliyetçilik akımlarının da profanlaşması sonucunda oluşan boşluğun da olumsuz katkısıyla millî duruş sür’atle erozyona mâruz kalmış ve bu erozyon ise İslâmcılık’ın İslâmcı etnikçiliklerin konsantrasyon merkezi olması sonucunu hâsıl etmiş ve zamanla bu da İslâmcılığın bir etnikçilik çöplüğüne dönüşmesine de yolaçmıştır. En nihâyet, 28 Şubat’ın yaratmış olduğu travma, İslâmcılarda, devletin ele geçirilmesinin imkânsızlığı şeklinde bir ümit kırıklığını yerleştirmiş, buna ilâveten, 28 Şubat’ın mütedeyyin insanlarda yaratmış olduğu “itme” duygusunun da beslemesi ile bu kesimde kozmopolitanlaşma hızla boyatmıştır: “Devlet” ve “vatan” gibi kavramların aşınmasına ve son limitinde radikal bir şekilde reddine varan işbu “Kozmopolitan Müslümanlık”, bir “vatansız Müslüman” tipini de yaratmıştır: “İslâm’ın iktidar, devlet ve vatan talebi ve emri olmadığı gibi, Müslüman’ın da devlete ve vatana ihtiyacı yoktur. İslâm, bütünüyle şahsî ve ferdî hayata ve cemaat düzeyine indirgenebilir; o hâlde, şahsî ve ferdî hayâtında hürriyetini ve inancını yaşamasına ve bir tür ‘komün’ veya ‘getto’ gibi telâkkî edilen cemaat tarzı örgütlenmelerine müsâmaha gösteren her ülke, hiçbir fark gözetmeksizin onun vatanı, her devlet de hiçbir fark gözetmeksizin onun devleti olabilir” şeklinde hulâsa edilebilecek olan işbu yeni ve yozlaşmış Müslümanlık, bu saikledir ki, vaktiyle, vakur bir şekilde karşısına dikildiği Batı ile “uyum” sağlamağa çalışmakta ve bu cümleden olmak üzere, “Avrupa Birliği İşbirlikçiliği” yapmakta herhangi bir beis görmez olmuştur.
2023- Kozmopalitanizm kavramını biraz açmanız mümkün olur mu? Neyikastediyorsunuz bu kavramla?
Durmuş Hocaoğlu ─ Lûgat anlamı “yeryüzü vatandaşlığı” demek olan ve kadîm kökleri çok eskilere, milâd öncesi üçüncü binyıla kadar uzanan, Yunan Stoası’nda felsefî bir nitelik kazanan ve bilhassa devletin, vatandaşlarını dinî inançları dolayısıyla dışladığı hâllerde ortaya çıkan Kozmopalitanizm, en trajik örneklerinden olmak üzere, Roma İmparatorluğu’nun beklenmedik bir şekilde suratının üstüne yere çakılmasında oynadığı rol ile göstermiştir ki, son derece yıkıcı tesirler yaratır. Çünki, “belirli bir vatan” fikrini reddeder; anarşist Emma Goldman’ın ifâdesiyle, “vatanseverliği hürriyete yöneltilmiş bir tehdit” olarak görür ve ekstrem hâllerde, düşman evinin eşiğinden içeri girmeğe teşebbüs etmediği takdirde ona direnç göstermez. Bu, Roma’da böyle olmuştu: Asırlarca Hıristiyan vatandaşlarına sırf Hıristiyan oldukları için zulmeden Roma ─sonradan her ne kadar bu dini resmî din hâline getirmiş olsa da─ ile vatandaşlarıyla arasındaki kalbî bağ kopmuş idi. Öyle ki, 410 yılında Gotlar Roma’ya girdiklerinde sokaklardan dereler gibi kan akıttılar ama Hıristiyanlara dokunmadılar, çünki, Imperium Romana’nın çift başlı kartalı kendileri için bir değer ve anlam ifâde etmez bulan Hıristiyan Romalılar Gotlara, kendilerine dokunmadıkları sürece onlara karşı mukavemet etmeyeceklerini bildirmişlerdi. Ne yazık ki, benim ülkemde bu kavramın adını bile doğru düzgün bilene ─hem de akademisyenler arasında─ pek rastladığımı söyleyemem ki, bu da Türkiye’deki akademisyenlerin ve entellektüellerin seviyesinin nasıl sefalet düzeyinde olduğunu gösteriyor. Bendeniz nâçizâne birşeyler yazdım, umuma hitapeden, akademik formatsız birşeyler; ama hiçbir yerde mâkes bulamadı yazdıklarım. Yazılarımın özeti şu idi: Bu ülkenin omurgası, asıl taşıyıcı elemanı olan bu insanları kozmopolitanlaştırırsanız, yarın bunun bedelini ödeyemezsiniz; çünki kozmopolitanların intikamı korkunç olur. Zira, anamız vatan, evlatlarından kan bedeli isteğinde vermeğe yanaşmazlar, babamız devlet çatırdamağa başladığında, “zâten benim devletim değildi ki” derler. Nitekim, işte şimdi bu gelenekten gelen bu ekip Türkiye’yi tasfiye ediyor. Öyle bir şekilde tasfiye ediyor ki, Türk halkı gözlerinin önünde oynanan trajediyi anlayamıyor. Türkiye’nin durumu bu…
Türkiye’nin Coğrafyası Gayritabiîdir
2023- Yazılarınızda, konferanslarınızda, mülâkatlarınızda “Türkiye bir bıçak sırtında duruyor” diyorsunuz.
Durmuş Hocaoğlu ─ Evet Evet ve yaşanacakları da “ya İkinci Ergenekon ya İkinci Endülüs. Bunun orta yolu yok” diyerek özetliyorum.
Ne yazık ki, bu gidiş Ergenekon gidişi değil, Endülüs gidişi.
Bu arada iki hususu da eklemek isterim. Birincisi, Türkiye’nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşudur. Bu coğrafya, O’nun normal, tabiî coğrafyası değildir: O’nun daha büyük bir coğrafyası olması lâzımdı. Edirne ile Ardahan arasına sıkışmış bir Türkiye demek, diken üstünde oturmak demektir. Ne var ki, dünyanın kazığının yerinden söküldüğü Birinci Harp’ten sonra ancak bu kadarını kurtarabildik, daha fazlası muhâldi. İttihatçı çetenin yangına çevirdiği İmparatorluk’tan, “Galib kıl Yâ Rab!Bu son ordusudur İslâm’ın” diye ciğeri yanarak feryad eden Şair’in dile getirdiği gibi, elde kalan son kırıntılarla bundan daha fazlası da kurtarılamazdı zâten. Ama bu gerçek, Türkiye’nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşu gerçeğini de değiştiremez. İşte trajedi burada ki, bu gayritabiî coğrafyada da kapana sıkışmış bulunuyoruz; boğulmağa başladık. İkinci hususa gelince: O yangından bu Türkiye’yi kurtaran insanların son birkaç yüzyılımızın en mühim insanları olduğunun vurgu ile belirtilmesini kaçınılmaz bir ahlâkî vazîfe olarak telâkkî ediyorum. Bunu söylerken, hiçbir zaman Atatürkçü de Kemalist de olmadığımı, hep mesafeli kaldığımı hatırlatarak, Gazi Mustafa Kemal’in son birkaç yüzyıldaki en büyük Türk olduğundan hiç şüphe etmediğimin bilinmesinde fayda görüyorum. Paşamız gerçekten de sıra-üstü bir kişi idi; tek kusuru kabiliyetinin ve dehasının sınırlarını bilememesi olmuştur. Askerliği hakkında fazla abartılı şeyler söyleniyor; katılmıyorum, O’nun bir Napolyon, bir Sezar, bir Fâtih ya da bir Cengiz olmadığını biliyoruz; O’nun asıl kabiliyeti teşkilatçılıktadır, irade adamı olmasındadır ve gücünün sınırlarını, nereye kadar gidebileceğini, nerede durması gerektiğini bilmesindedir. Meselâ, “İzmir’in fethi”ni ele alalım ─dikkat edilsin lûtfen, bu bir “kurtuluş” değil, bir “fetih”tir, bir “yeniden fetih”tir, yâni “istirdad”, diğer adıyla “reconquista”─ Paşa İzmir’i fethettikten sonra İstanbul’a silâh zoruyla yürümedi; aksi takdirde, İngilizlerle çatışmak zorunda kalırdı ki bu, kazanılanların kaybedilmesi demek olurdu; onun için yüreğine taş bastı, müzakere yolunu tercih etti. Musul’u kerhen gözden çıkartışının sebebi de aynıdır: İngilizlerle çatışamazdık; bu da doğrudur. Ama bilâhare ortam müsait olup da gücünün sınırları dâhilinde olduğunu görünce, bu defa âhir ömründe Hatay’ın üstüne yürüdü ve fethetti, daha doğrusu, fethin şartlarını hazırladı. Bunlar hârikulâde şeyler. Fakat Gazi Paşa 1923’ten sonra dehasının sınırlarını her yere yaymaya başladı; bir asker ve bir teşkilâtçı olarak sınırlarını bilen Paşa, burada sınırlarını bilemedi, kendisini filozof olarak addetti ve asıl majör hatalarını o zaman yaptı.
İmdi, 1821 ila 1921 arasındaki devire, biliyorsunuz, hayli sonra “felâketler yüzyılı” adı verilmiştir; sebebi basittir: 1821 Mora isyânıdır ve İmparatorluğun gerilemeden çöküşe girişinin iptidâsını oluşturur, 1921 ise Sakarya Muharebesi’dir ve bu da çöküşün nihâyetidir. Bu süre zarfında Türkiye ─yanlış hâtırlamıyorsam─ girmiş olduğu yirmi üç muharebenin yirmisini kaybetti, sâdece üçünü kazandı ki bu üçü de kapital harpler değildi. Bu noktada lûtfen dikkat edelim: Çok uzun bir mağlubiyetler zincirinden sonra, herşeyi bitmiş, orduları terhis edilmiş, anayurdu işgale uğramış bir millete kendisinin hâlâ güçlü olduğunu hissettiren, herşeyin külliyen bittiğini düşünüldüğü bu şartlar altında, bir millete “bu can bu tende kaldıkça hiçbirşey bitmiş değildir” diyip, önüne düşerek yeni bir harbe seve seve götüren bir adam ortaya çıkıyor ve bu adam taahhüd ettiği sonucu alıyor. Hem de üç yıl gibi kısa bir müddette ve hem de parlamenter sistemle, Meclis ile yâni; “devrim komiteleri” ile değil! İşte bu adam, Gazi Mustafa Kemal Paşa, ister sevilsin, ister nefret edilsin, ama dürüstçe ifâde edilmelidir ki, Hegel’in ve Carlyle’ın tasvir ettikleri “kahraman tipine” bire-bir uyar: Sâfî irâde, kararlılık, aldığı karara kilitlenip geri dönmeme, Hegel’in o muhteşem tâbiriyle, “bugünün içinden geleceğe açılan kapıları görme”. Mustafa Kemal Paşa budur; ama, asıl kabiliyetinin hâricindeki sâhaya girince, maalesef, bugünün içinden geleceğe açılan kapıları göremedi, görmesi mümkün de değildi… Çünkü Kant’ı okumuş olsaydı ya da yakın çevresinde Kant’ı bilen ve düşündüğünü açıkça söyleyebilme ahlâk ve cesâretine mâlik birisi olsaydı da O’na söyleseydi ve O da sükûnetle dinleseydi, filozofların hükümdarlığa ve hükümdarların da filozofluğa özenmesinin aynı derecede yanlış olduğunu görür, bir “hükümdar” olarak filozofluğu başkasına devrederdi. Nitekim, yapılan inkılâpların, Türkiye’yi beklenilen yere taşımaması da bunun belgesidir. İnkılâplar elbette tam bir hâlis niyetle yapılmıştır, kusursuz bir iyi niyet vardır arkalarında, ama yalnız başına iyi niyet yetmiyor; nitekim Enver de iyi niyetliydi, samimî idi, fedâkâr idi, ama bu, O’nun İmparatorluğu darmadağın etmesine mâni olmamıştır. Burada da benzer bir hâdise vuku bulmuştur: Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, kazanılmış olan savaşın bir tür uzantısı olarak din ile arasına koyduğu mesafeyi gitgide büyüte-büyüte, toplumla bir tür savaşa dönüştürünce, gelişmeler cemiyetimizin kurucu mukâvelesinin feshine kadar vardı. Gerçi Türk laikliği, Fransız modelli olmakla berâber, büyük ölçüde, bize mahsus, sui generis bir karakteri de yok değildir. Yine tam da bu noktada, Mustafa Kemal Paşa’nın birçok bakımdan hâlâ bir muamma olduğunu, hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş ve benim de tam olarak anlayabilmiş olmadığımı söylemeliyim. Birçoklarının,O’na, ya anlamadan taptığını ya da anlamadan nefret ettiğini, birçoklarınında hiçbirisi umurunda olmadan, O’nu, kendi emelleri için, iyi kullanılacakbir enstrüman olarak telâkkî ettiklerindenşüphe etmiyorum. Bu konudaTürk laikliği mümtaz bir örnektir. Paşa, 1937’de vaz’ ettiği laikliği çok daha erken dönemde, en radikal inkılâpların yapıldğı 1925-30 arasında pekâlâ vaz’ edebilirdi. Niçin? Muhtemelen, din-devlet ayrımını bu derece radikalleştirmek istemediğini ve bu konuda dışarıdan üzerinde gelen muazzam tazyiklerin sonucunda bu karara vardığını düşünüyorum; nitekim, dikkat çekmekte fayda görüyorum: Laiklik prensibine rağmen, lağvettiği söylenen Hilâfet müessesesini aslında lağvetmediğini, hattâ Meclis’in şahsında mündemiç kılmakla, hakikî bir şahsiyetten hükmî bir şahsiyete devrederek gerçekte terfî ettirdiğini de pek az kişi biliyor.
“Kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni Tasfiye Etmektedirler”
Ancak, bütün bunlar yine de Cumhuriyet’in kuruluş mukâvelesinin feshedilmiş olmasını değiştirmez. Bu ve bunun akabinde, yukarıda hulâsaetmeğe çalıştığım gelişmeler tırmana-tırmana kozmopolitan bir Müslümanlığın zeminini hazırlamış ve nihayet 28 Şubat’ta, yara kangrene dönüşmüştür.İşte, şimdi bu kozmopolitanMüslümanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmektedirler veya en azından tasfiye edilmesinden rahatsızlık duymamaktadırlar. Ben şahsen, Cumhuriyet’in kuruluş mukâvelesinin feshedilmiş olmasını asla içime sindirmedim, asla da sindiremem, ama buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin hürriyet, isitiklâl, kendine yeterlilik ve egemenliğinin korunmasında granit veya bazalt bir kaya kadar katı ve tavizsizim; Avrupa Birliği üyeliğinin de radikal bir şekilde ─“onurumuz ile girmek” gibi masallara kulak asmadan─ ve en şedîdâne karşısında oluşum da bundandır. Çünkü, cevher arazlara takaddüm edeceğinden, bir devletimizin varolması, o devletin mâhiyetinden önce gelir, yoksa, aksi takdirde, üzerinde konuşulacak birşey kalmaz ve Wittgenstein’ın dediği gibi, üzerinde konuşulamayan hakkında da susmak gerektir.
Şimdi hep berâber bekleyelim bakalım; nasıl olsa pek birşey kalmadı: 2009 öngörüm nasıl çıkacak!Tabiî bu arada, şu iki hususu da eklemeyecek olursam, buraya kadar söylediklerimin hepsi buharlaşır, anlamsızlaşır:
1- Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek ve bugünlerde çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar!
2- Tasfiye, ilk önce ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerdenalınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. Yâni, Türkler’in kısmen dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan ─“siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk”─ oluşan bir ülke olduğunu ─şimdilik “iki halk” tabiî ve yine şimdilik tam da açıkça böyle değil yine tabiî─ tescil ettiklerinde, bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabiî, aynı zamanda, Türklerin milletin olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı…
“Lümpen Modernleşme”den “Lümpen Batılılaşma”ya
2023- Söylediğiniz şeylerin her birinin detaylandırılması icap ediyor. En vurucu olarak söylediğiniz Türkiye’nin tasfiyesi meselesini ilerleyen sorularda açmak kaydıyla şimdilik bir kenara bırakarak, Türk modernleşmesine geçmek istiyorum. Yaşadığımız sorunların bekli de temelinde bu yatıyor. Türk modernleşmesi nedir?
Durmuş Hocaoğlu ─ Çok konuşulan, üzerinde çok nefes ve mürekkep tüketilen bir konu bu… Biliyorsunuz ve münakaşalar da hemen ekseriyetle, Türk modernleşmesinin başarısı üzerinde yoğunlaşıyor. Benim bu fikre kategorik olarak itirazım var: Türk modernleşmesi diye bir şey haddi zâtında hiç olmadı. Bu sebebe binâen Türk modernleşmesi üzerine konuşmak, olmayan birşey üzerine konuşmaktır. Bizdeki modrenleşme, bir “modernleşme kopyası”dır, bir “sanki-modernleşme-”dir, daha açıkçası, bir “lümpen modernleşme”dir. Benim ülkemde, modernleşmeden bahseden insanların ezici çoğunluğunun modernleşme teorilerinden ve modernitenin ne olduğundan habersiz olduğunu görmekteyim, maalesef. Moderniteden bahseden bir insanın Batı Ortaçağı’nı, Rönesans’ı, Rönesans’tan çıkışı, 1600 ilâ 1625 arasındaki ─sonradan verilen ad ile─ “İsimsiz Çağ”ı (Non-named Age), büyük beyinlerin gelişini, bilginin kudrete tahvili ─“Scientia Potesta Est”─ ve bu vâsıta ile tabiata hükmetme fikrini yaratan Francis Bacon’ı ve René Descartes’ı, bu arada modernitenin nasıl temellendirildiğini Bacon ve Descartes’in felsefelerinin derinliklerine kadar kendi metinlerine inerek okumaları -ama modern bir nazarla okumaları- gerekir. Sonra Aydınlanma ve Siyasî Devrimler çağı var, Endüstri Devrimi var; bunlara vâkıf olmadan insanların laiklik ve modernleşme üzerine nasıl konuşabildiklerini hayretle karşılıyorum. Bu meselenin köklerine kadar inip kavrayan Mümtaz Turhan’ın, Sabri Faik Ülgener’in sesini kim işitti? Bu, “modernleşme” değil, “Batılılaşma”; modernleşmesi lümpen olunca, tabiî, Batılılaşması da lümpen oluyor: “Lümpen Batılılaşma”. Nasıl bir modernleşmedir ki bu, 250 senedir ─bu kadar tarihi var, çünkü, kökleri Lâle Devri’ne kadar gider─ hâlâ sınâîleşemedik ve hâlâ üretemiyoruz; üretemiyoruz, çünkü düşünmedik. İmdi, zihinde olmayan fiilde yoktur; tıpkı Gazzâlî’nin, “imkânda olmayan oluşta olmaz” prensibi gibi, zihinde olmayan da fiilde olmaz. İmdi bunları anlamayan insanlar “piyasa”da, “ben aydınım” diye konuşuyorlar ve böylece de, “aydın” kelimesini de “kelime kirlenmesi”ne mâruz bırakıyorlar. “Aydın”, onun için kirli bir kelimedir,ben, şahsen, bu sebeple, daha az kirlenmiş ve Ülgener’in de belirttiği gibi, daha felsefî olan “entellektüel”i tercih ediyorum.
İmdi, Türk modernleşmesi deyince üç şey anlaşılır: Bir; Batı’nın hayat tarzının sathî bir kopyası; buna şimdilerde bir de ad takıldı, tam bir sokak ağzı terimine dönüşerek kirlenmiş bir terim: “Yaşam kalitesi”. Bunun kadar tüylerimi diken diken eden terim pek azdır; çünkü, sığ. Batı’nın hayat tarzının sathî kopyası da iki unsuru öngörür: “Kültürün Sert Unsurları”nın değiştirilmesi ─tabiatiyle, gerekirse cebren─. Charles Bartlett’ın bu terimi iki kısımdan oluşur: Saç-sakal, yâni kuaför ve kılık-kıyafet, yâni gardrop. Bunları hallettiniz mi, işin önemli bir kısmı bitiyor, modern olmanın önündeki en büyük engellerden birisi aşılmış oluyor. Hâlbuki Margaret Mead’ın dediği gibi, bir yamyam okuma yazma öğrendiği zaman sâdece okuma yazma bilen bir yamyam olur, başka bir şey değil. Evet, birincisi gündelik hayat tarzıdır dediydik, ikincisi de “üst-yapı kurumları”; yâni, hukuk sistemi, din-devlet ilişkileri vb. Mütemmim cüz, estetiktir, mîmâridir vs. Türk müziğini terkedip Boğaz’daki gemilere koca koca hoparlörler yerleştirilerek ve meselâ Ravel’in Bolero’sunu sırf “kulaklar alışsın” diye çalınırsa meselenin halli istikâmetinde önemli bir mesafe kat’ edilmiş olunacak!. Ve bugün gelinen nokta nedir? Türkiye bugün 200-250 yıllık Batılılaşma ya da lümpen modernleşme macerasının sonunda kendi bulunduğu coğrafyadaki politikada müessir olamayan, hattâ kendi içinde kendi politikasını bile kendisi belirleyemeyen, Batı dünyasının vasıfsız bir ‘sözde’ partneri olmuştur ve bu sürecin yukarıda bahsettiğimiz şekilde noktalanması da teknik mânâda bir devlet vasfının kaybedilmesi demek olacaktır.
Teknik mânâda sahici bir devletin evsafı, yukarıda “millet”ten bahsederken söylediğimiz gibi, şunlardır ─Aristoteles ve Jean Boudin’i birleştirerek söylüyorum─: Hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve egemenlik, ─daha sahih terimi ile─ hükümranlık. En önemlisi de hükümranlıktır; o yoksa diğerleri zâten yoktur. Hükümranlık, Léon Duguit’nin isabetli tanımında belirtildiği veçhiyle, “irâde”dir; bir siyasî toplumun, başka hiçbir toplumla asla ve kat’a, kendi iradesiyle, kısmen ve tamamen de olsa, bölüşmesi, paylaşması, vazgeçmesi, devir ve temlik etmesi, ferâgat ve fedakârlıkta bulunması söz konusu olmayan var oluş irâdesi. Eğer bir toplum kendi hükümranlığını, kendi içinde ─bugünkü hükümetin “Kürt Açılımı”nda yapmaya çalıştığı gibi─ yerel feodalliklerle, kendi dışında da ─AB gibi─ “daha üst bir irâde” ile paylaşmaya, devretmeye ve ilââhir… rıza gösteriyorsa bu toplum “millet” olma statüsünden düşer. İşte Türkler tam da bu kritik çizginin üstünde durmaktadırlar. Mükerreren: Böyle bir millet, artık sâhici bir “millet” ve böyle bir devlet de artık sâhici bir devlet değildir. Modernleşmemizin geldiği nokta, işte budur.
Türk Milleti “Hâleti Nez”e mi Düştü?
2023- Aslında çok umut kırıcı ama belki de eğmeden bükmeden gerçeğin tâ kendisini söylüyorsunuz. Türkiye ne yaptı da buraya geldi aşağı yukarı biliniyor, ama ne yapılarak buradan çıkılacağına dair dört başı mamur söylenen bir şeyler pek de yok. Siz ne söylüyorsunuz?
Durmuş Hocaoğlu ─ ………………………..
Devamı için lütfen tıklayınız: