Çe/ça (ce/ca) eki, Türkçe isim ve fiillere geldiğinde, eklendiği isimse o ismin sâhibini yansıtmak, fiilse o fiilin içinde bulunmak anlamını veriyor. Bâzen uzun laf sarfından sıkıldığımız vakit, hani divan edebiyatımızdaki mısra-ı bercesteler gibi, bütün zihnî ve hissî hamûlemizi yansıtacak kestirme ifâdeler ararız ya! Kutlu Türkçemiz, neresinden tutsanız, özündeki olağanüstü muhâkemenin ürünü olan unsurlarıyla, anlamı toplayıp yansıtma süreçlerini tanıyan birini büyülemeye yeter. Hangi ecdat nasıl bir bakışla bu eki icad etmiş ve insan topluluklarının yarattıkları lisanlara, o toplumun adını eklemek suretiyle ad yapmış, bilmiyorum. Lâkin bu -ce ve -çe ekleri üzerinden bakarak İngiliz-ce’nin İngiliz, Rus-ca’nın Rus, Arap-ça’nın Arap, Fars’ça’nın Fars, Japon-ca-nın Japon, Alman-ca’nın Alman, İtalyan-ca’nın İtalyan… toplumlarının büyük tarihî hikâyelerini, muhayyilelerini, korkularını, özlemlerini, ihtiyaçlarını, terbiye ve terbiyesizliklerini, düşünce ve inançlarını, felsefelerini, topluca yansıttığını, o toplumun aynası olduğunu bu “çe” ekiyle özetlemişler.
Türk-çe!
Türkçe de diğer dünya toplumlarının dillerinin onlara ayna tutması gibi bizim toplumumuzun aynası. Bütün geçmişi her yönüyle içinde barındırırken edebiyattan sanatlara, felsefeden teknolojiye geleceğin bütün ihtimallerini de içinde barındırmaktadır. Türkçeye nâfiz bakışlarla bakabilseydik toplumun muhtemel gelecek hikâyesini de orada bulabilirdik. Geçmişte, nasıl kendisine “Hoş geldin,” diyene, “Hoş bulduk,” diyerek çoğul cevap veren öznenin yerini “Hoş buldum,” diyen bir öznellik mi alıyor? O hâlde toplumun geleceğinde, geçmişindeki cem şuuru yerine daha ben merkezli bir öznel yaklaşımın alacağını, daha çıkar temelli bir varlık algısı, toplumsallıktan bireyselliğe yürüyen bir toplumsal model oluşmakta olduğunu düşünebilirsiniz. Diğerkâmlığın temellendirdiği “kurban” ve “şehâdet” temelli bütüncüllük düzleminde bir hikmete dayanan kültürün yerini, giderek öznelliği öne çıkaran çoklu bir anlayışın almakta olduğunu görebilirsiniz meselâ.
Hareket ve değişimin mutlak olduğu bir âlemde yaşıyoruz.
Fizik ilmi bu derece ilerlememişken bilhassa yerleşik hayat modellerine tâbî toplumlarda durağanlık, hareketsizlik, tam bir sükûnet mümkünmüş gibi görüle gelmekteydi. O mümkün görüş bağlamında bir hayat telakkîsi, bir yaşama modeli, bir siyasî model, bir din, felsefe oluşturma çabalarını, ilgili toplumları takip edersek görebiliriz. Sosyal sınıfların kalıcı hâle gelmesi, sâbit mâbetler, tapınaklar, kudret ve ebediyetin sembolü olan taş ve mermer mimarî, siyasî oluşumların ebedî sıfatlar almaları, dinlerin vaadlerinde ebedî ahiret tasvirleri vs. derken (Yerleşik hayat bir tercih midir, bir mecburiyet mi, yoksa kolaycılık mı? Hangisini seçersek seçelim sonuç değişmiyor.) yerleşik hayat, durağan statüler üretmektedir.
Türkçeyi konuşan toplumlara bakalım. Kültürün nüvesi, Asya bozkırlarında şekillenmiş görünüyor.
Sonsuz bozkırlar!
Hayatı mümkün kılan geçim kaynakları ise at ve koyun.
Bütün toplum süvari. Bu yönüyle dünyada yegâne.
Kendi kol ve beden gücüne, atın gücünü ekleme hüneri. Bu ufak tefek bozkır adamı, atın gücü, dayanıklılığı ve hızıyla bütünleşerek bir “Süpermen” hâline gelmektedir. Diğer dünya toplumlarının bu tipi ne kadar gıbtâ ile ve özenerek izledikleri Batı dillerindeki “şövalye (atlı)” kavramında tespit edilebilir. Bu ufak tefek adam, atın üstünde sâdece hayvanın gücünü gücüne katarak büyümemektedir. Hareket hâlindedir ve her an istikamet belirlemek mecburiyetindedir.
Karar vermek!
Karar, bir hedef gerektirmektedir, istikamet gerektirmektedir, üstünde oturduğu hayvanın zaaf ve imkânlarını gözetmeyi gerektirmektedir. Yani sırf kendi nefsi adına davranamaz. Yani bir atlı, hareket esnasında zihnini iptal edemez. Zihninin uyanık kalması şarttır. Ama bu zihin, hareketin içinde yürüyen bir zihindir. Ütopik hayallere de kendini kaptıramaz. Gerçeğin ve hareketin içinde yürüyen bir zihindir. Dahası asıl işi at sürülerini sevk ve idare etmek olduğundan, aynı zamanda örgütlü harekete ayarlı bir zihindir. Kendisini, binitini, örgütündeki arkadaşlarını, sürünün ihtiyaçlarını, karşı karşıya gelebileceği tehlikeleri, bir tehlikeye maruz kaldığında bizzat ve örgütüyle birlikte nasıl davranacağını vs. vs. değerlendiren bir zihindir. Hareket ve gerçeğin içinde yürüyen öznemiz, tabiî zorluklara karşı işbirliğine mukabil, belli bir özgürlük tecrübesi içindedir. Bu bir süvari özgürlüğüdür. Ferdîdir. Ne köle edinmeye ne de köleleşmeye uygun bir modeldir. Ne şahsî değerlerini öldüren bir toplumsallığa, sınıflaşmaya, köleliğe müsaittir ne de çevresindeki kalabalık yerleşik toplumlara karşı varlığını koruyabilmek adına örgütlü hareketin gücünden vazgeçebilmektedir. Ne bütünlüğü ne ferdiyeti fedâ etmeden kurduğu bir denge hayatı söz konusudur.
Denge, Türk topluluklarının (Veya buna atlı toplulukların diyelim.) en olmazsa olmaz ana değeri, merkez değeri olarak karşımıza çıkıyor. Dengeyi ikili veyâ zıt yapılar arasında kurulmuş bir itidal imkânı olarak görmek yanlış olmaz. Dengeyi adaletin ontolojik kökü olarak görmek de yanlış olmaz. Dengeyi bir terazinin kefeleri gibi değil, bir eşik çizgisi gibi veya bir istikamet hattı gibi görmek de yanlış olmaz. “Ne o ne bu, hem o hem bu,” ifâdesi, bizim kültür tarihimizde farklı kalıplarla karşımıza çıkar. “Ne var, ne yok”tur. Varla yok arasında kurduğu dengeden kaynaklanır. Yok’a boşluk gözüyle bakmaz. Varın daha yoğ(k)un hâli olarak bakar. Fizikle metafizik arasındaki dengeyi böyle kurar. Ruhla beden arasındaki dengeyi böyle kurar. Tanrı’ya dâir idrâkinde, Arap dünyasından intikal eden (Zat-sıfat ilişkisinin niteliği ile ilgili.) bir ithal probleme, zat sıfat ilişkisine, ayrılık ve gayrılık zıtlıklarına göre bir tarif getirmek yerine, “Ne ayrı ne gayrı, hem aynı hem ayrı,” diyerek gene adâlet tahtında durur.
Gün gelip eyyam geçtikten ve bozkırlardan batıya doğru yürüyüşe geçtikten sonra; Arap, Fars ve Rum üçgenine girdikten itibaren, yerleşik müesseselere bağlandıktan sonra, bu defa da bu muhâkemeyi sık sık zâhirden bâtına, bâtından zâhire bakmayı teşvik ederek uyarma ihtiyâcı duyar. Bu dikkatin örneklerini Ahîlik ilkelerinde görürsünüz, Tekke uygulamalarında görürsünüz…
Hiyerarşinin en katı olduğu askerî düzende dahî en alt rütbe olan erlik, aynı zamanda en üst rütbe sayılır ve esâsın omuzlardaki rütbe işâretlerinde değil, yürekte olduğunu vurgulamaktan vazgeçilmez ve hiyerarşinin sınıf hâline gelmesine asla izin verilmez.
“At ve atlı” diyorduk! Buna “Çoban ve kurt”, “Liderlik ve itaat”, “Öznellik ve toplumsallık” ikilemelerini de eklemeli. Bendeniz “Tanrı” kelimesine yani eski telaffuzuyla “Tengri” kelimesini bir zuhuru kesilmemezlik, bir sürekli doğuş hâli, bir daimî tecellî, bir hayat sırrı olarak mütalaa ediyorum. Hâlâ “Tan yeri” deyişimizdeki, güneşin doğduğu yer anlamlandırması bu fikrin bize kadar erişen bir uzantısı gibi görünüyor. Bu sürekli doğuş, fizik düzlemde yaşamakta olan insanın, âlemin hakîkatine dâir ulaştığı bir hedef kavramdır. Tanrı kelimesi Türk lehçelerinin hepsinde var ve hepsinde aynı anlamda kullanılıyor. Aynen “Gönül” kelimesi gibi. Âlemde Tanrı, insanda gönül. Âlemin var oluşu bir büyük kudretin sürekli doğuş şartına tâbî iken, insanın var oluşu da bir sürekli duyuş ve düşünüş kaynağının canlılığında saklı.
***
Tabii Türkçe üzerine konuşmaya başladığımız vakit, 1970’lerden beri, tartışmaların içine düştüğü bir takım ezber güzergâhları var: Türk Dil Kurumu’nun uydurmacılığı, Türkçenin uğradığı Arapça istilası, Farsçanın edebiyatımızdaki hâkimiyeti, son dönemde Batı dillerine özentinin sonuçları, bir zamanlar Arapça eğitime itiraz etmemize mukabil aynı itiraz sahiplerinin Batı dilleriyle eğitimi itirazsız benimseyişleri ve teşvikleri, internet Türkçesi konusu, plaza Türkçesi konusu vs.
Bunlar Türkçe üzerine konuşulmaya başlandı mı paçamızı kurtaramadığımız tartışma kulvarları. Bunların taraftarları var. Taraftarlık esas îtibârıyle İdeolojiktir. Ne demek ideolojik? Bir anlayış seviyesine göre İslamcı-Arapçı-Batıcı, bir anlayışa göre İslâmî-Materyalist, bir anlayışa göre tevhidçi-dindar-Türkçü-materyalist-evrenselci-modern…
İdeolojileri, ontolojik köklerini ihmal ederek bir ezbere indirgemek, bizi yanıltıyor. Bir marksistin öztürkçeciliği, nasıl gerçekte Türkçeyi merkeze almak yerine materyalizmi yerleştirme hedefine hizmet etmekteyse, bir müceddidînin Türkçeçiliği de Arap düalizmini Türk toplumuna giydirme ve elde ettiği ezberci topluma hükmetme hedefine hizmet ediyor. İkisinde de asıl hedef, Türkçeyi sağaltmak ve yolunu açmak değil. Diğer cereyanlara da benzer perspektifle benzer teşhisler konulabilir. Sadede gelecek olursak, asıl dert ideolojik bile değil, ontolojiktir.
Arkadaşlar, konuya daha derin bir bakışla bakmak zorundayız!
Türkçenin başına gelenler çok konuşuldu ve yazıldı. Mesele çok defâ bir kelime hazinesi konusuna indirgenerek görüldü. Bir arı Türkçeye ulaşma meselesi imiş gibi görüldü, bir İslam dünyasından kopuşmeselesi veyâ imkânı olarak görüldü. Bir Tevhid öğretisini dilden ayıklama operasyonu olarak görüldü. Batı sömürgeciliğine uygun toplum yaratma projesinin bir ayağı olarak görüldü… Bunlara dair de epeyce konuştuk.
Sanıyorum daha yukarı bir yerden bakmak zamanı geldi. Türkçe konusu, filolojinin dar çerçevelerinde mi konuşulacak? Bunca ek ve kök hareket imkânlarıyla, fizik âlemin hareket ilkesine intibâkıyla, Latin-Arap ve Fars dillerinin ortasında bir medeniyet yaratma gücüyle bu dil, “Türk” dediğiniz insanın ürettiği bir dildir. O Türk her kim ise, onun niteliklerini, muhakemesini, hayat telakkîsini, fizik-metafizik algısını, devam ve beka ihtiyacını ihmal ederek Türkçeye dâir son mütâlâayı beyan edemeyiz. Türkçeyi savunmayı uydurukça bir öztürkçe icad edip kullanmak sananlar da var, açık şuuru kaybolmuş 18. 19. Yüzyıl Osmanlı metinlerini topluma yeniden ezberletmek sananlar da.
Evet, gene “denge” kavramına muhtacız.
“Türk kimdir?” sorusunun en açık cevabını bulmadan “Türk-çe nedir?” konusunu tartışmak, toplumu bir demogoji bataklığında çürütüyor.
Evet, Türk kimdir?
Çinli Bilge Tonyukuk mudur, neredeyse her kuşakta komşu kavimlerden kız alıp vererek etnik sâfiyetten uzaklaşan hanedanlar mıdır, Farisî Nizamü’l-Mülk müdür, hattâ Şeyh Galip’te gördüğümüz Hz. Muhammed midir, Abaza Hüseyin Paşa örneğinde gördüğümüz Abhazlar mıdır, Çerkes Ethem türü Çerkesler midir, Hırvat Sokullular mıdır, Rum Mehmet Paşa benzeri Rumlar mıdır, Şemseddin Sami türü Arnavutlar mıdır, Nazım Hikmet gibi Polonya asıllılar mıdır, Sait Nursî, Halid-i Bağdadî türü Kürtler midir vs. vs…
Türk kimdir? Hangi öz veyâ ana muhtevâ sebebiyle bütün bu ilişkilere rağmen, nitelik ve içeriğini devam ettirebilmektedir? Tarihine bakacak olursak Çinlilerle, Ruslarla, Araplarla, Farisîlerle, Romalılarla hiç de küçümsenemeyecek asırlar süren ilişkiler ve alışverişler yapmış bir kültürden bahsediyoruz. Kâh Bizans ordusunda lejyoner, kâh Mısır’da Kölemen, kah Baltıklar’da Viking kılığına bürünmüş bir kitle bu. Yüzlerce yıl hâkim unsur olsa bile, bilhassa son dönemde Rumeli coğrafyasında bir türlü, SSCB ve Rusya coğrafyasında bir türlü, Çin coğrafyasında bir türlü, İran coğrafyasında bir türlü, Arap illerinde bir türlü esarete de düşmüş ve Türkçesi zaman zaman kaybolmuş, çok defa kan kaybından takatini kaybetmiş durumda. Hareket ve fizik realiteyle barışık olmaklığın ürünü orijinal ontolojisi ve metafiziği bu tablonun birçok yerinde müphemleşmiş, zaman zaman tükenmiş. Ama bugün Türkiye yakın tarihin felaketli şartlarından sıyrıldıkça, bütün bu dünya tekrar görüş ufkumuza girer olmuş.
Bir zamanlar biz latin alfabesine geçince alfabelerini bize uydurmaya çalışan Asyalı Türk guruplarına Sovyetler’in Kril alfabesi esaslı özel alfabeler benimsettiğini hatırlatalım. Gayeleri, dil üzerinden bu gurupların birlik ve bütünlük tablosunu görmelerini engellemekti. Onların düşmanca niyetlerle yaptıklarını bu defa biz hasarlı idraklerimizle mi yapacağız? Marksist jargon’un ideolojisine aykırılığını bile bile, olanca fikrî çarpıklığı göze alarak “öztürkçe” dediği şey, Türklüğe ne Doğu ne Batı kanadında gerçek bir bütünleşme imkânı vermez, vermiyor. Bilakis anlaşma köprülerimizi berheva ediyor. Müceddidî yaklaşımın Türkçesi ise bütün bu dünyada yeni kuşakla irtibatın kopmasına yol açıyor. Belki karamsar bir tablo çizmişiz gibi görülebilir. Ama bu kültürün kalbinde hayat ve beka sırrı diyebileceğimiz bir irfan var ve o irfan, derdi derman bilen bir arka plana sahip. Burada da bir denge hattı ve yeni bir sıratı müstakim inşası gerekmiyor mu?
Evet, Türk kimdir? Biz bu konuyu vaktiyle Türk Ocakları genel merkezi tarafından Ayvaz Gökdemir armağanı olarak hazırlanan Türk Kimliği adlı esere yazdığımız “Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair”başlıklı uzunca makalemizde ortaya koymaya çalışmıştık. Ona ilaveten belirtelim ki Türklük bütün bu kültürel faaliyet ve etkileşimlerden evvel, “Töreli Olmaklık”tır. Türk’ün hikâyesi, dost düşman binlerce yıllık tarihi yazan tarihçilerce ortaya kondu. Bu uzun tarihin öznesi olarak Türk kavramını bir soy adamı gibi algılamak mümkün. Tabiatıyla o perspektiften yazılmış bir kütüphanemiz de var. Ancak kavram muhtevâsı itibarıyle Türklük bir soy adı etrafında konuşulamaz. Bizim ilavemiz şudur: Türk’ü ve Türklüğü belirleyen kültürel nüve, Töre’dir ve Töre insanlara bir ayırt edici nitelik olarak soy perspektifinden bakmaz. Yusuf Has Hâcib’in apaçık ortaya koyduğu Töre bilgimize göre, bu bir inanma anlama modeli bağlamında, ahlâkî ve aklî tutumdur. Dahası Töre-Türk ilişkisi unutulmadan Türkçeye bakacak olursak, bu yazının ilk cümlelerine tekrar bakmak gerekir. Türkçe, evet Türk’ün aynasıdır. Ama Türk’ün Töre’den gelen niteliği sebebiyle de Türkçeye Töre’nin dilidir demek zorundayız.
O hâlde anlamamız gereken kilit kavram “Türk” kavramından evvel “Töre” kavramıdır.
O hâlde Töre nedir?
Töre’nin neliğini ve niteliğini gerek “Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre” ve gerek “Töre’nin Türkü, Türk’ün Müslümanlığı” adlı kitaplarımızda hayli etraflı konuştuk. Çok özetin özeti bir ifâdeyle diyelim ki:
O kesintisiz zuhur hâlinde olan (Tanrı), tecellisi kesilmeyenin, o sürekli doğuşu “Türeyiş”tir. Türeyişin fiziki ve beşerî düzlemdeki hikemî sistematiği “Töre”dir. O hikemî açıklamanın insanı “Türk”tür. Türk her an benine karşı feragat düzleminde anlama ve o anlamanın ahlâkı mûcibince yaşama ihtiyâcındadır. Kişilik temelli, bilgeliğe erişme derdinde bir insanlık hedefine bağlıdır. Fizik gerçeklikle, metafizik ihtiyaçlarının cevabı dengede olan adamdır. Köleci değildir, sınıflaşmaya muhaliftir, çevredeki sınıflı, köleci yapıların tahakkümünden kurtulma adına Töre’si ancak “Devlet” eliyle yürür.
Devlet bir ortak kimlik oluşumunu kaçınılmaz kılar. Ama kimliğine kişiliğini feda etmez. Orada da kimlikle kişilik arasında bir denge söz konusudur. Nasıl varlıkla yokluk arasında bir denge kurduysa, kulluk ile Tanrısallık (kutluluk) dengesini diri tutuyorsa…
Töre, varlığın kökünü/ontolojik menşeini Kök Tanrı’da bulur. Varlıkta da Kök-Tanrı’yı görür. Türkçeyi tam da bu noktayı merkeze alarak yeniden anlamayı denemeliyiz. Türkçenin semantik yapısı, o merkeze göre genişlemektedir. Evet, diyelim ki 7., 8. yüzyılların Türkçesi bugünküne göre daha arı bir Türkçe olabilir. Ama o dilin iç muhâkemesindeki Tevhidi türeyiş sistematiği Çince, Rusça, Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice gibi dillerle alışveriş yaparken de anlamlandırmaya çoğunlukla kendi damgasını vurmuştur. Töre’nin özgün ontolojisi kaybolmadıkça, Türkçe bu ilişkilerden dolayı sakatlanmıyor. Problem Türkçenin farklı kültürlerle teması değildir. Hangi şartlarda alışverişin gerçekleştiği ve hangi ontolojiye bağlıyken bu işlemin gerçekleştiğiyle ilgilidir. Ontolojisini kaybetmeden alırken sıkıntı olmuyor, ancak ontolojik muhâkemesi zaaftayken, kontrolünü kaybettiğinde sadece kelime almıyor, rakip medeniyetlerin ontolojilerine de esir düşüyor.
Türkçeye bakarken bir siyah beyaz mantığıyla bakmak, ideolojik şartlanmalarla hoyratça müdahalelerde bulunmak hatâsını bırakmak zorundayız. Aksi hâlde bir beyin cerrahının yapması gereken işi kurban bayramlarındaki acemi kasaplara yaptırmak gibi bir yere düşüyoruz vesselam.
*
Karabatak 64. Sayı, Eylül-Ekim 2022