Mustafa DELİKURT
24 Haziran seçimlerine sayılı günler kaldı. Partiler ve Cumhurbaşkanı adayları, başlangıçta, seçimlerin “çok erken”e alınmasının verdiği telâş ve şaşkınlığı üzerlerinden atmış görünüyorlar. Ancak, yine de, bu seçimde, önceki seçimlerle kıyaslanması mümkûn olmayan bir durgunluk/sâkinlik sözkonusu. Bunda, seçim süresinin kısalığı ve kampanyanın Ramazan ayına denk gelmesi gibi faktörlerin yanısıra, son 16 senede, neredeyse her 1,5 yıla bir seçim düşmesinin verdiği bir yorgunluk da sözkonusu olabilir[1]. Seçmenin, seçim sonuçlarının ülkede önemli ve iyiye doğru bir gelişmeye yol açmayacağı yönünde bir kanaate sâhip olması durumunda da, seçimlere ilgilinin azaldığı bilinmektedir. Ancak, ülkemizde, seçmenin “seçim sonuçlarına etki edebileceği” ümidini muhafaza etmekte olduğunu memnuniyetle müşahede ediyoruz.
24 Haziranda yapılacak seçim, bâzı yönlerden, belki de Cumhuriyet târihinin en önemli seçimlerinden birisidir.
16 Nisan referandumu ile gündeme gelen “sistem değişikliği” süreci, 24 Haziran’da yapılacak seçimden sonra artık tam anlamıyla tatbik sahasına girecektir. Milliyetçi/ulusalcı çevrelerde “cumhuriyetin kuruluş irâdesinin ve buna bağlı olarak da ulus-devlet yapısının önemli ölçüde zayıflatılacağı, belki de tasfiye edileceği” endişesi doğuran bu değişikliklerden geriye dönülebilmesi için, bu seçimler sözüedilen kesimlerce son fırsat olarak görülmektedir. Nitekim, Millet İttifakı adı altında bir araya gelen CHP, İyi Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti, “seçimleri kazandıkları takdirde, parlamenter sisteme geri dönülmesini sağlayacak düzenlemeleri yapacaklarını” kamuoyuna taahhüt ettiler.
Seçim sonuçlarıyla ilgili basında çok farklı anket sonuçları yayımlanıyor.
Başlangıçta, anket sonuçları umûmiyetle “Birinci turda, Sayın Erdoğan’ın % 40-50 arasında oy alacağı, Sayın İnce ve Sayın Akşener’in oylarının ise, % 20-22 arasında ve birbirine çok yakın olacağı” şeklinde iken, özellikle son bir ayda yayımlanan anket sonuçlarının çok farklılaştığı; bâzı anketlerde Sayın Akşener’in muhtemel oy oranı % 10’ un altında gösterilirken, Sayın İnce’nin oy oranının % 30’lara çekildiği, görülmektedir. Bu değişimin, Sayın İnce ve Sayın Akşener’in performanslarıyla alâkalı olduğuna inanmak, son derece güçtür.
İktidar Partisi’nin, ikinci turda, karşısında Sayın Akşener’i görmek istemediği, biliniyor. Bu sebeple, yayımlanan anketlerden bâzılarının, gerçek tahminlerden ziyâde, seçmeni yönlendirme amacıyla kurgulanmış olması, muhtemel görünüyor.
Bahsedilen belirsizliğe rağmen, gözlemlerimize dayanarak, bâzı hususların belirginleştiğini söyleyebilmek mümkûndür.
Anlaşılan o ki, ilk turda Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan % 40’ ın üzerinde oy alacak, ancak yeniden seçilmek için gerekli olan % 50+1 çoğunluğa ulaşamayacaktır.
İkincilik için, Sayın İnce ve Sayın Akşener arasında müthiş bir yarış sözkonusudur. İki aday da, ikinci tura kalabilmek için, insanüstü bir çaba göstermektedirler.
Sayın Muharrem İnce’nin ikinci tura kalması durumunda, Sayın Erdoğan karşısında kazanma şansının zayıf olduğu konusunda kamuoyunda bir görüşbirliği oluştuğu, söylenebilir. Zâten, Muharrem İnce’nin ilk turda Sayın Erdoğan’ın ardından ikinci olacağını öngören anketlerin tamamına yakınında da “Sayın İnce’nin, ikinci tura kaldığı takdirde, Sayın Erdoğan karşısında seçimi kaybedeceği” tahmini yapılmaktadır.
Sayın Erdoğan, bu gerçekten hareketle, beklendiği gibi, mütemâdiyen Sayın İnce’ye ve -kendi ifâdesiyle söyleyecek olursak- “CHP zihniyeti”ne yüklenmek suretiyle, bir anlamda Muharrem İnce’yi ön plâna çıkarmaya ve Sayın Akşener’i gölgede bırakmaya yönelik bir strateji izlemektedir.
Meral Akşener’in ikinci tura kalması durumunda, muhafazakâr seçmenlerden oy alabileceği ve bu durumda ikinci turun çok çekişmeli geçeceği, müşahede edilmektedir.
Öteyandan, 24 Haziran seçimlerinde, Cumhur İttifakının -Cumhurbaşkanlığı seçimini kazansa dahi- TBMM’nde çoğunluğu sağlayamaması sözkonusu olabilecektir.
Bu şartlar altında, seçimlere bir haftadan daha az bir zaman kalmış iken, seçim sonuçlarına etki edebilecek sâikleri tekrar gözden geçirmekte yarar görüyoruz.
SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİ
Bundan önce, seçimler, parlamenter sisteme göre yapıldığından, seçmenlerin Başbakan olacak kişi ile partisi arasında ayırım yapmaları mümkûn değildi. Bu yüzden, seçmenler, beğendikleri/güvendikleri lider/siyâsetçi hangi partinin başında ise, o partiye –gösterdiği milletvekili adaylarını tanısalar da/tanımasalar da yâhut beğenseler de/beğenmeseler de- oy vermek durumunda kalmaktaydılar.
İlk defa bu seçimde, seçmen, böyle bir zorunluluk ile karşı karşıya değildir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı seçiminde beğendiği/güvendiği adaya oy verirken, milletvekili seçiminde başka bir partiye oy verebilecektir.
Ak Parti, 16 yıldır iktidardadır ve bu süre zarfında tabiatıyla yorulmuş durumdadır. Üstelik, başta işsizlik olmak üzere, seçmenlerin kararlarını etkileyecek nitelikte -eğitimden yolsuzluk söylentilerine kadar- pek çok sorun/etken sözkonusudur.
Bugüne kadar, “Sayın Erdoğan’a olan kişisel sevgisinden ötürü” ve/veyâ “muhalefete güven duymadığı için” başka bir partiye oy vermeye yanaşmayan seçmenlerden bir kısmı, bu seçimlerde, eğer sevgisi/güveni hâlâ devâm ediyorsa, Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyunu Sayın Erdoğan için kullanırken, milletvekili seçimlerinde başka bir partiye oy verebilecektir. Yapılan anketlerde, bu eğilimin ciddî emâreleri müşahede edilmektedir. Özellikle ilk üç partinin (Ak Parti, CHP ve İyi Parti), Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde alacakları oylar arasında önemli farklılık olacağı müşahede edilmektedir.
Belirtmek gerekir ki, bahsedilen farklılaşma, en çok Sayın Erdoğan’ı endişelendirmiş gibidir.
Yeni sistemde, Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri olağanüstü ölçüde artırılmış olmasına rağmen, Mecliste yeterli desteği olmayan bir Cumhurbaşkanı’nın -Türkiye gibi önemli iç-dış sorunları olan ve jeopolitik olarak son derece riskli bir Bölge’de konumlanmış bulunan bir ülkede- büyük zorluklarla karşılaşacağı şüphesizdir. Aslında, bu zorluk, bütün adaylar için geçerlidir. Ancak, Sayın Erdoğan’ın -mecliste yeterli desteği olmadan- Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda, yıllardan buyana uyguladığı “seçmenleri kutuplaştırma” stratejisinin tabii sonucu olarak, kendisine karşı birleşmiş/kilitlenmiş bir muhalefet karşısında daha fazla zorlanacağı muhakkaktır.
Görüldüğü kadarıyla, Sayın Erdoğan bu durumun farkındadır ve konuşmalarında, seçmenlerine, sık sık “Mecliste yeterli desteğe sâhip olmanın önemi” konusunda uyarıda bulunma lüzumunu hissetmektedir.
İKTİSÂDÎ SORUNLAR
Türkiye önemli iktisâdî sorunlarla karşı karşıyadır.
***
Sokaktaki vatandaşın gündemindeki en önemli sorun, işsizliktir.
Umûmî işsizlik oranı, yıllardan buyana % 10 – 11 seviyesindedir ve bu oran bir türlü daha düşük rakamlara indirilememektedir.
İşsizlik oranı gençlerde daha yüksektir. Resmi rakamlara göre 18-35 yaş arasında nüfusta işsizlik oranı % 20’ nin üzerindedir. Yüksek eğitim gören gençlerdeki işsizlik oranı ise, % 26 civarındadır. Ancak, istatistiklerin gerçeği ne ölçüde yansıttığı tartışmalıdır. Gerçekte, eğitimli gençlerdeki işsizlik oranının resmî açıklamaların çok daha üzerinde olduğunu düşünenlerin sayısı hayli fazladır.
Özellikle ücretli kesimde gelirler yetersizdir.
Türkiye, yaklaşık 10 yıldır, “orta gelir tuzağı” adı verilen bir seviyeye (10.000 USD civarındaki FBMG) âdetâ demir atmış durumdadır.
İşsizlik ve çalışan kesim için gelir yetersizliği, beraberinde yoksulluğu gündeme getirmektedir. Resmî rakamlara göre, yaklaşık 20 milyon civârında insanımız, sosyal yardımlarla hayâtını idâme ettirmektedir.
***
Enflasyon oranları yeniden çift hâneli rakamlara yükselmiştir ve 2017 yılı sonunda -doğrudan tüketicinin cüzdanını etkileyen- TÜFE % 15,82 olarak gerçekleşmiştir.
2018 yılının ilk yarısında fâiz oranları % 18 seviyesine dayanmıştır ve bu durum, önümüzdeki dönemde enflasyondaki yükselme eğiliminin -muhtemelen- süreceğine delâlet etmektedir.
Enflasyondaki yükselme eğilimi, özellikle yoksul ve dar gelirli kesimlerin hayâtının daha da zorlaşmasına yol açmaktadır.
***
Ekonomideki kaynak sıkıntısı ve döviz yetersizliği, yurtdışından borçlanmayı zorunlu kılmaktadır.
Türkiye, son 10 yılda, her yıl ortalama 74 milyar dolar civârında dış ticâret açığı ve 40 milyar dolar civârında cârî açık vermiştir. Döviz gelirlerimiz döviz giderlerimizi karşılamakta yetersiz kalmaktadır.
2018 yılı için öngörülen cârî açık 40 milyar dolar olmasına karşılık, 2018 yılının ilk üç ayının ortalaması 53,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
2018 yılı sonuna kadar, vâdesi gelen dış borçlar sebebiyle, yurt dışına yapılacak ödemeler için, mevcut döviz gelirlerinin dışında yaklaşık 140 milyar dolar dış kaynağa ihtiyaç bulunmaktadır. 2019 yılının Mart ayına kadar ödenmesi gereken dış borç tutarı ise, 178 milyar dolar civârındadır[2].
***
2018 yılının plânlanan bütçe açığı 65 milyar lira iken, seçim sürecinde yapılan/yapılması taahhüt edilen sosyal yardım ödemeleri ve diğer harcamalar sebebiyle, tahminen 30 milyarlık ek kaynak ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bunun yaklaşık 24 milyar liralık kısmının imar affından gelecek kaynakla karşılanacağı ileri sürülmekte ise de, kaynak sorunu yaşanan bir ülkede, kısa zamanda, sözkonusu aftan yararlanacak olanların bahsedilen tutarda bir ödemeyi yapabilmeleri oldukça güç görünmektedir. Üstelik, farklı adlar altında uygulanan “af”ların sayısı öylesine çoğalmıştır ki, artık mükellefler “nasıl olsa yeni bir af çıkar” beklentisiyle, olağan yükümlülüklerini yerine getirmek konusunda fazlaca aceleci davranma zorunluluğu hissetmemektedirler.
İkiz açık olarak nitelenen “bütçe açığı”nın ve “dış ödemeler dengesi açığı”nın aynı anda yükselmesi durumunda stagflasyon (durgunluk içinde fiyat/fâiz artışı) yaşanması tehlikesi, ekonomi çevrelerinde tedirginlik yaratmaktadır.
Üstelik gelişmeler, ekonomide önümüzdeki günlerde çok daha sıkıntılı günlerin yaşanacağına işâret etmektedir ve bu durum, tabiatıyla, sosyal yardımlarla geçimini sağlayan kesimlerin hayatlarının daha da zorlaşması sonucunu doğuracaktır. Zîrâ seçimlerden sonra, tıpkı 2001 krizi sonrasında olduğu gibi -o ölçüde olmasa da- bâzı acı reçetelerin (ücretlendirilen kamu hizmetlerine zam yapılması, bâzı kamu hizmetlerinde ve sosyal yardımlarda kesintiye/kısıntıya gidilmesi, yeni vergiler getirilmesi, mevcut vergilerin yükseltilmesi vb.) gündeme gelmesi sözkonusu olacaktır ve -her zaman olduğu gibi- bu uygulamalardan en çok dar gelirli ve yoksul kesimler etkilenecektir.
Türkiye’nin iktisâdî sorunları konjonktürel değil, yapısal karakterlidir
Türkiye’de millî tasarruflar yetersizdir. Ülkemizde, % 7-8 nispetinde mâkûl bir kalkınma hızının sağlanabilmesi için, Millî Gelirin yaklaşık ¼’ ünün tasarruf edilmesi gerekirken, istisnâî dönemler dışında, bunun ancak yarısı kadar tasarruf edebiliyoruz ve bu sebeple de, yatırım yapmak için yurtdışından borçlanmak durumunda kalıyoruz. Alınan borçların verimli yatırımlarda kullanılmaması, sorunun daha da büyümesine ve kronikleşmesine yol açıyor.
2001 krizinden sonra alınan önlemler, 2000’li yıllardan sonra gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere trilyon dolarlarla ifâde edilen fon akışı olması ve 2008 küresel mâlî krizinden sonra -başta ABD/AB Merkez Bankaları olmak üzere- gelişmiş ülkelerin küresel krizin büyümesini önlemek için mâlî piyasalara bol miktarda para arzetmeleri gibi olumlu sâiklerin de yardımıyla, 2001-2010 yılları arasında ülkemize önemli ölçüde ve düşük fâizli yabancı kaynak girişi oldu. Borçlanma, özelleştirme, doğrudan yatırımlar, kısa vâdeli sermâye girişi (sıcak para), özel şirketlerin yabancı girişimciler tarafından satın alınması gibi yöntemlerle, 2001 yılından sonraki 15 yıllık süreçte ülkemize 650 milyar dolar civarında yabancı kaynak girişi olduğu tahmin edilmektedir.
Ne yazık ki, uluslararası piyasaların olumlu şartlar altında olduğu dönemlerde sağlanan dış kaynaklar üretimin, ihracat ve istihdamın artmasını sağlayacak verimli/üretken yatırımlarda kullanılmak yerine, popülist uygulamalarla, kısa vâdede seçmeni memnun edecek sosyal yardım harcamalarında ve -millî gelire, üretim ve ihracatın artırılmasına katkısı son derece düşük olan- sektörlerde (inşaat gibi) kullanılmıştır. Türkiye, şimdi, bu popülist politikaların bedelini ödemek durumundadır.
Yaşanan (ve, ileride yaşanması mukadder görünen) iktisâdî sıkıntıların 24 Haziran seçim sonuçlarına ne ölçüde etki edeceği henüz belirgin değildir.
Dar gelirli ve yoksul kesimler, henüz asıl sıkıntıları hissetmemişlerdir. Bu kesimlerin, gelecekteki sıkıntıları değerlendirmeleri ise, şu aşamada pek mümkûn görünmemektedir. Bu kesimler, muhtelif sebeplerle, umûmiyetle “çatı çöktüğü zaman” sorunun farkına varabilirler.
Şu kadar ki, “esnaf ve küçük ticâret erbâbı” ile “küçük ve orta ölçekli sanayiciler” ve “orta gelir seviyesinde bulunan ücretliler (memur/işçi)”den oluşan ve seçmen havuzunda önemli bir payı olan “orta tabaka” (ki, bu kesimler, demokrasiyle yönetilen ülkelerde, ülkenin güvencesi/sigortası olarak kabul edilir), konumları ve yaptıkları işler gereğince, toplumun diğer kesimlerine kıyasla sorunların ve sebeplerinin daha fazla (ve, daha erken) farkında olmak durumundadır. Bunlardan, ideolojik ya da başka sâiklerle, yaşanan sorunlara rağmen iktidar yanlısı tutum sergileyenler elbette olacaktır. Ancak, 7 Kasım 2015 milletvekili genel seçimleri ve 16 Nisan 2017 Referandumu, iktidar partisine oy veren seçmenlerden yaklaşık % 10’luk bir kesimin, “ülkenin geleceği ile ilgili konularda, parti yönetiminden/politikalarından farklı tercihler ortaya koyabildiğini” tartışmasız biçimde göstermiştir. 24 Haziran seçimlerinin kaderini belirleyecek kesimlerin başında, işte bu seçmenler gelmektedir.
İktidar partisi, bahsedilen kesimlere, “bundan böyle, mevcut sorunlara sebebiyet veren hatâların tekrarlanmayacağı ve sözkonusu sorunların temelli çözümü için gerekli/uygun çözüm önlemlerinin sorunların daha da büyümesine yol açmayacak mâkûl bir zaman diliminde alınacağı” konusunda güvence verebilirse, seçimi kazanmak için gerekli oy çoğunluğunu sağlayabilecektir.
Kezâ, muhalefet (özellikle CHP ve İyi Parti), sözkonusu seçmenlere “yaşanan ve yaşanacak sorunların asıl sebebinin iktidarın uyguladığı hatâlı politikalar olduğu; iktidara geldiği takdirde, bu hatâların tekrarlanmayacağı, gerekli önlemlerin alınacağı ve ülkenin mâkûl bir zaman diliminde düzlüğe çıkarılacağı” mesajını/güvenini verebilirse, iktidarı 16 yıl sonra muhalefete gönderme şansını yakalayacaktır.
CUMHURBAŞKANI SAYIN ERDOĞAN VE AK PARTİ: DEVÂM MI, TAMAM MI?
Ak Parti 2002 yılının 3 Kasım’ında yapılan genel seçimlerde, umulmadık bir başarı elde etti. Bunda, üç önemli faktör sözkonusu idi;
* 28 Şubat sürecindeki “ceberut/jakoben” uygulamaların milliyetçi-muhafazakâr toplum kesimlerinde yarattığı öfke…
* 1980 sonrasındaki dönemde, “merkez-sağ”ı temsil eden ANAP ve DYP’ nin ülke sorunlarını çözmek ve bu konuda uyumlu bir işbirliği yapmak konusunda gösterdikleri başarısızlık…
* Ve, nihâyet, 2001 mâlî krizi…
Türk seçmeni, 1999 seçimlerinde, son çâre olarak DSP ve MHP’ye iktidar olma imkânı vermiş, ancak iktidara yeterince hazırlıklı olmadığı anlaşılan bu iki parti, özellikle iktisâdî sorunları çözmede yetersiz kalmıştı ve bunun sonucunda, 2001 yılında Cumhuriyet târihinin en büyük iktisâdî krizlerinden birisi meydana gelmişti. Bu dönemde yaşanan 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında ortaya çıkan sorunlar da, mevcut “düzen partileri”ne duyulan güveni adamakıllı sarsmıştı. Güvenebileceği yeni bir odak arayan toplum, 28 Şubat sürecinde yaşanan/yaşatılan mağduriyetlerin de etkisiyle, “millî görüş” gömleğini çıkararak –toplumun tamâmını kucaklamayı, topluma soluk aldıracak özgürlükçü-liberal politikaları uygulamayı taahhüt eden- bu yeni yüzleri denemek istedi…
Ak Parti’nin, toplum tarafından kendisine açılan ve pek çok sâikin tesiriyle birkaç seçim dönemine yayılan krediyi iyi kullanabildiği söylenemez. Bu yazının amacı, Ak Parti iktidarının 16 yıllık uygulamalarının muhasebesini yapmak değildir. Fakat, sözkonusu politika ve uygulamalardan 24 Haziran seçim sonuçlarına tesir etmesi muhtemel olan hususlardan önemli gördüklerimizin altını çizmekte yarar görüyoruz.
***
İâne (Yardım) Ekonomisinin Sonuna Gelindi (mi?)
AK Parti, iktidara gelirken en büyük iddialarından birisi “kimsesizlerin kimsesi” olmak iddiasıydı. Kabûl etmek gerekir ki, iktidar partisi, bu konuda düşük gelirli ve sosyal güvenlikten yoksun vatandaşların hayatlarının kolaylaştırılması konusunda ciddî girişimlerde bulunmuştur.
Önceki dönemlerde “ezilmişlik/dışlanmışlık” duygusuna kapılan, sosyal güvenlik uygulamalarından yeterince yararlanamayan, hastâne kapılarında kuyruklarda bekleyen, düzenli bir işi ve/veyâ yeterli geliri olmayan, gelecek kaygısı yaşayan, toplumun ortalama refah seviyesinin çok altındaki şartlarda yaşama mücâdelesi veren toplum kesimleri, 16 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde, kendilerinin dahi tahayyül edemeyeceği imkânlara kavuşmuşlardır. Ak Parti iktidarının, özellikle son 5-6 senedir yaşanan çalkantılara rağmen, bu dönemde girdiği seçimlerden de zaferle çıkmasında[3], bu kesimlerden aldığı desteğin önemli payı vardır.
Son 16 yılda, emeklilik imkânlarının kolaylaştırılarak -ömrü hayâtında bir kez dahi sosyal güvenlik primi ödememiş olan kimselere- emekli aylığı bağlanması (Taksitlendirilen ödemeler, devlet bankalarından sağlanan kredilerle ödenmiştir.); yoksullara ve dar gelirlilere çeşitli adlar altında (yakacak, yiyecek, doğum-ölüm-çocuk ve kira yardımı vs.) düzenli olarak yardım yapılması; evinde hasta ve yaşlı yakınlarını barındıranlara yapılan düzenli aylık ödemeleri; yine, düşük gelirli kesimlerin TOKİ vasıtasıyla ucuz ve kaliteli konut sâhibi olmalarının sağlanması vs… Bütün bunlar, sosyal güvenlik konusunda “rakipsiz” kabûl edilen İskandinav ülkelerinde bile benzerlerine az rastlanır uygulamalardır.
Sorun şudur ki, bütün bu harcamaların ne ölçüde “sürdürülebilir” olduğu hususu, tartışmalıdır.
Eğer, bir yandan yoksul ve dar gelirli toplum kesimlerine “ayakta kalabilmeleri” için barınma, gıda, sağlık ve eğitim gibi konularda “cansuyu” niteliğinde sosyal yardımlar yapılırken, aynı zamanda üretken yatırımların desteklenmesi suretiyle, üretimin, istihdam ve ihracatın artırılması sağlanabilmiş olsaydı, sözkonusu kesimlerin düzenli ve yeterli gelir sâhibi olmaları -dolayısıyla, sosyal yardımlara ihtiyaç duymaksızın, hayâtlarını idâme ettirebilmeleri- temin edilebilirdi. Üstelik bu şekilde, “dış ticâret” ve “ödemeler dengesi” açıkları sebebiyle ülkeden kaynak çıkışının önüne geçilerek (yâhut, azaltılarak), toplumun genel refah seviyesinin yükselmesi de sağlanabilirdi.
Oysa yukarıda bahsedilen sosyal nitelikli harcamaların “özelleştirme gelirleri” ve içerden-dışarıdan yapılan “borçlanma” yoluyla finanse edilmesi, yardıma ihtiyaç duyan insanlarımızın saylarının zaman içerisinde daha da artmasına ve bu kesime yapılan yardımlarının giderek ülke kaynaklarının daha büyük bir kısmını oluşturmasına yol açmıştır. Bu durum, yaşanan iktisâdî sorunların ana sebeplerinden birisini teşkil etmektedir.
Gelinen noktada, sözkonusu yardımları aynı şekilde sürdürebilme imkânları azalmıştır. Bu yardımlarda kesintiye gidilmesi zorunluluk hâlini almıştır. Ancak, yıllardan buyana sözkonusu yardımlarla yaşamaya alışmış olan kesimlerin, yapılacak kesintilere tepkisi muhtemelen çok sert olacaktır. Kanáatimizce, seçimlerin “çok erken”e alınmasının muhtemel sebeplerinden birisi, bu husustur. Kim kazanırsa kazansın, seçimler sonrasında bu yönde alınacak önlemler, yeni iktidar için en muhataralı konulardan birisi olacaktır.
Fakat, daha önce de değinildiği üzere, bahsedilen kesimlerin, henüz yaklaşan tehlikenin (yâni, yardımlarda kesintiye gidilecek olmasının) çok fazla farkında oldukları söylenemez. Dolayısıyla, yukarıda değinilen hususlar, muhtemelen 24 Haziran seçim sonuçları üzerinde çok fazla etkili olmayacak ve bu durum, Ak Parti’nin 24 Haziran’da yapılacak milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda -muhtemelen- önemli bir oy oranıyla birinci gelecek olmasındaki en önemli sâiklerden birisi olacaktır.
Şu kadar ki, önemine binâen tekrar vurgulamış olalım; yoksul ve dar gelirli kesimler için, Türk Ekonomisi yeniden “üretken” bir yapıya kavuşturulamadığı takdirde, son 10 yıllık sürede yaşanan saadet günlerinin sonuna gelinmiş gibi görünmektedir.
“Merkez-sağ” seçmenler ile Ak Partinin yolları ayrılıyor (mu?)
1990’lı yılların sonunda gündeme gelen 28 Şubat süreci, küçük bir azınlık dışında, toplumun bütün kesimlerinde, fakat bilhassa mütedeyyin kesimlerde, büyük bir infiâl uyandırmıştı. İktidarda bulunan Necmettin Erbakan başbakanlığındaki Refah Partisi – DYP Hükûmeti ise, süreci yönetmekte yeterince başarılı olamamıştı.
DSP-MHP-ANAP koalisyonunun da toplumsal sorunları çözmekte yetersiz kalması üzerine, toplumun karşısına “özgürlükçü-kucaklayıcı” bir söylemle çıkmış olan AKP, toplumda “yeni bir soluk, yeni bir fırsat” olarak kabûl görmüştü.
Ancak, 2010 halk oylamasından sonra Anayasa’da yapılan değişikliklere dayanılarak yapılan uygulamalar (özellikle, yüksek yargının yeniden yapılandırılmasına ilişkin düzenlemeler), “hukûk güvenliği, demokrasi, kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanılması; düşünce, inanç ve teşebbüs hürriyeti” gibi konularda, toplumun bâzı kesimlerinde endişelere yol açmıştır ve bu durum, 15 Temmuz meşum hâdisesinden sonra gündeme gelen ve süreklilik kazanan OHAL uygulamasıyla zirveye çıkmıştır.
16 Nisan halk oylamasıyla kabûl edilen ve bir kısmı yürürlüğe giren, geri kalan kısmı ise 24 Haziran seçimlerinden sonra uygulanmaya başlanacak olan düzenlemeler ise, eğitimli, şehirli[4], iş-güç sâhibi, millî-mânevî değerler konusunda mutedil bir duyarlılığa sâhip, orta-üst gelir seviyesindeki kesimler (merkez-sağ seçmen)[5] ile gençlerde (özellikle yüksek eğitimli ve şehirli olanlar), yukarıda bahsedilen konulardaki sıkıntıların/sorunların -geriye dönülemez biçimde- daha da artacağı; ülkede tek adam/parti yönetiminin tesis edileceği; 1923 yılında temelleri atılan “Cumhuriyet değerleri”nin yerini “Ortadoğulu (tek adamın ve ona tâbi dar bir zümrenin yönetimde etkin olduğu; toplumun geri kalan kısımlarının tebâ konumuna geldiği; toplum tarafından uzun bir târihî süreç içerisinde akıl ve tecrübeye dayanılarak oluşturulan değerlerin yerini, yönetime hâkîm olan zümrece benimsenen “dînin belirli bir yorumu”nun aldığı, bilim ve sanatın itibar görmediği; kadının toplumsal hayattan dışlandığı; denge-denetim mekanizmalarının -kâğıt zerinde değilse bile, fîîlen- işlemez hâle geldiği vs.)” değerlerin ikâme edileceği yönünde kuvvetli bir endişenin hâkîm olmasına sebebiyet vermiştir.
24 Haziran sonrasında tam olarak yürürlüğe girecek olan düzenlemelere göre, Cumhurbaşkanı, pek çok konuda (ülkenin idârî yapısının yeniden belirlenmesi, üst düzey bürokratların ve yüksek yargıçların atanması; hâlihazırda kânun marifetiyle yapılmakta olan ülke yönetimine ilişkin diğer pek çok işlem), Cumhurbaşkanlığı kararnâmeleri ile -TBMM’nin onayı olmaksızın- icraat yapabilme yetkisini/imkânını elde edecektir.
“Yönetimin etkinliğinin artırılması” şeklinde gerekçelendirilen sözkonusu düzenlemelerle, TBMM’nin “Cumhurbaşkanının ve bakanların icraatlarının denetlenmesi ve gerektiğinde soruşturma açılması” konusundaki yetkileri son derece kısıtlanmış ve uygulanması fiîlen çok zor bir duruma getirilmiştir.
Bu durum, yukarıda da belirtildiği gibi, toplumun bâzı kesimlerinde ciddî mânâda rahatsızlık uyandırmaktadır.
Son dönemde, genç ve eğitimli kesimde “yurt dışında yaşama” eğiliminin bâriz bir şekilde artması; Kezâ, bizzat hükûmet yetkililerinin son dönemlerde “yurt dışına servet çıkarılması” konusundaki çabaları eleştiren beyanlarda bulunması, bu meyanda üzerinde durulması gereken hususlardır. Belirtilen hususlar, bâzı kesimlerin kendilerini güven içinde hissetmediklerini, Türkiye’de kendilerine daha iyi bir gelecek kurabilme konusunda ümitvar olmadıklarını göstermesi bakımından, büyük önem taşımaktadır.
AKP iktidarının ilk yıllarında, sözüedilen kesime mensup (özellikle genç, eğitimli, şehirli, iş-güç sâhibi, orta-üst gelir seviyesinde) insanların kayda değer bir kısmı, çeşitli gerekçelerle (2002 seçimlerinde Meclis dışı kalan merkez-sağ partilerin yerini dolduracak yeni bir siyâsî oluşumun vücut bulmaması, Ak Partinin ilk yıllardaki özgürlükçü-liberal söylemlerinin dikkate değer bulunması, 2001 mâlî krizinden sonra alınan istikrar önlemlerinin devamının sağlanması; Ak Parti iktidarının “daha önce karşı karşıya gelmiş olan toplum kesimlerinin kucaklaşmasına (yâni, 28 Şubat sürecinin tahrip etmiş olduğu toplumsal barışın yeniden tesis edilmesine)” vesile olabileceğinin düşünülmesi vs.), bu partiye destek olmuşlardır. Fakat 2010 yılından sonra, Ak Partinin amacı ve uygulamalarının muhtemel sonuçları konusundaki endişeler giderek artmış ve ilk olarak 7 Haziran seçimlerinde, iktidara ciddî bir uyarı hâline dönüşmüştür. Anılan seçim sonrasında muhalefetin “ciddî ve güvenilir bir hükûmet oluşturma” konusunda başarı sağlayamaması, bu kesimin 1 Kasım seçimlerinde -kerhen yâhut da ehven-i şer kabilinden- yeniden Ak Partiye destek vermesine yol açmış ise de, 16 Nisan halk oylaması, bu kesimin artık Ak Parti ile yollarının ayrılmakta olduğunu; daha güvenilir bir seçenek bulduğu takdirde, bu konuda tereddüt etmeyeceğini, ortaya koymuştur.
Bilhassa partizanlık ve yargının tarafsızlığı gibi konulardaki sorunlar/eleştiriler ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, eğitim ve imtihan sisteminde sıkça yapılan yap-boz uygulamaları gibi hususlar da, yukarıda bahsedilen seçmen gurubunun “ülkenin ehil ellerce yönetilmediğini” düşünmesine yol açabilecek niteliktedir.
7 Haziran seçimleri ve 16 Nisan halk oylamasındaki oy kaymalarından hareketle, toplam seçmen sepetinde yaklaşık % 10-15 civârında bir oy varlığına sâhip bulunduğunu düşündüğümüz bu kesimin tavrı, 24 Haziran seçimlerinin sonucunu belirleyecek esaslı unsurlardan birisidir.
CHP’de “söz ustası” Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanlığı’na aday olması; İYİ Partinin kurulması ve -bilâhare tahlil edilecek sebeplerden ötürü- bilhassa Ak Partinin geçmişte dayanmış olduğu farklı seçmen kesimlerinden oy alabilme potansiyeline sâhip bulunan Meral Akşener’in bu parti tarafından Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilmesi, yukarıda bahsolunan ve 24 Haziran seçim sonuçlarını etkileme konusunda birinci derecede önem taşıyan kesimler için yeni ve kayda değer bir seçenek oluşturmuştur.
Bahsedilen seçmen kesiminin 24 Haziran seçimlerinde Ak Partiye sırtını dönmesi durumunda, Sayın Erdoğan’ın -ilk turda- yeniden Cumhurbaşkanı seçilebilmesi ve partisinin Mecliste çoğunluğu elde edebilmesi ihtimâlî son derece düşmektedir. Vakıa, Sayın Erdoğan ve Ak Parti yönetimi, bu seçimlerde, şu âna kadar, sözüedilen seçmen kesiminin endişelerini izâle edecek bir söylem/tavır ortaya koyabilmiş değildir.
***
Sözün özü, kurulmasından kısa bir süre sonra, 3 Kasım 2002 târihinde iktidara gelen Ak Parti’nin dayandığı seçmen tabanının omurgasını; geleneksel “millî görüşçü”[6] seçmenlerin önemli bir kısmı ile daha önce başka partilere oy vermiş olan yoksul ve dar gelirli kesimler; bunlara ilâveten de, merkezdeki partilerin “dağılmasından” kaynaklanan boşluk sebebiyle, ideolojik bir yakınlığı bulunmamakla birlikte, istikrar vb. gerekçelerle bu partiye oy vermek durumunda kalan ve bizim tahminimize göre toplam seçmen sepetinin % 10-15 civarındaki kısmını oluşturan “merkez-sağ” seçmenler oluşturmaktaydı.
Yukarıda özetlenen sebeplerle, Ak Partinin, bahsedilen kesimlerden sonuncusunu (merkez-sağ seçmenler) kaybetmek üzere olduğu gözlenmektedir ve bu durum, iktidar partisinin “milletvekili seçimlerinde” çoğunluğu sağlama konusunda zorlanmasına ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde de -en azından ilk turda- yeterli oy oranına ulaşamamasına yol açacak bir mâhiyet taşımaktadır.
MHP ve DEVLET BAHÇELİ “İSTİKRARLI YÖNETİMİN TEMİNATI” OLABİLECEK Mİ?
Kamuoyu yoklamaları, “Cumhur İttifakı”nın küçük ortağı MHP’ de 7 Haziran seçimlerinden sonra başlayan “oy kaybı” eğiliminin 24 Haziran seçimlerinde de devâm edeceğini ortaya koymaktadır.
TEPAV adına -seçim sürecinde kamuoyuna yansıyan- muhtelif anket çalışmalarından hareketle “seçim sonuçları ve meclis aritmetiği” konusunda gerçekleştirilen bir çalışmaya göre, 24 Haziran seçimlerinde MHP, en iyimser tahminlere göre 10, en kötümser tahminlere göre ise 5 milletvekilliği elde edecektir[7].
Mezkûr çalışmaya göre, MHP’ nin alacağı oy yüzdesi de % 3,90 – 5,80 arasında olacaktır.
Seçim sonuçlarının sözkonusu tahminler çerçevesinde gerçekleşmesi durumunda, MHP TBMM’ nde gurup kuramayacağı gibi, oy oranı % 7’ nin altında kaldığı için, gelecek dönemde Hazine yardımından da yararlanamayacaktır.
Anılan çalışmada, Ak Parti’nin -en kötümser senaryo dışında- MHP’ nin milletvekili sayısına ihtiyaç duymadan Mecliste gerekli çoğunluğu sağlayacağı tahmini yapılmıştır[8].
Gelişmelerin yukarıda bahsedildiği şekilde vukû bulması durumunda (Dayanak yapılan anket sonuçları hakkındaki endişelerimizi saklı tutuyoruz.), Sayın Bahçeli’nin gerekçesi hiçbir zaman tam olarak kamuoyuna açıklanmayan emrivakilerinden bunaldığı anlaşılan Sayın Erdoğan ve Ak Parti yönetimi ile MHP ve Devlet Bahçeli arasındaki ilişkilerin 24 Haziran’dan sonra -tıpkı 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi- gerileceği sonucu çıkarılabilir.
Son günlerde, bilhassa taşrada, MHP ve Ak Parti teşkilâtları ve milletvekili adayları arasında -bir kısmı basına da yansıyan- sürtüşmelerin/atışmaların yaşandığına şâhit olunmaktadır. Bu durum, gelecekte yaşanacakların da habercisi gibidir.
Yukarıda bahsedilen çalışmada, İYİ Partinin –en iyimser ve en kötümser senaryolara göre- % 11,30 – 15,40 arasında oy alacağı ve 56 – 100 arasında milletvekili çıkaracağı tahminleri yapılmıştır.
Önemine binâen sıklıkla tekrar etmekte yarar görüyoruz, bir kısmının “tarafgir” olabileceği yönünde endişeler taşıdığımız anket çalışmalarının dayanak yapılmış olması sebebiyle, araştırmacıların da belirtme ihtiyacı duydukları gibi, mezkûr çalışmanın sonuçlarına ihtiyatla yaklaşmak gerekse de, anılan çalışma -partiler ve ittifaklar bakımından en iyi ve en kötü senaryoları eşit biçimde dikkate alması ve bu sebeple kamuoyunun eğilimini ortaya koyması açısından- önem taşımaktadır. Bu itibarlâ, sözkonusu çalışmada ortaya çıkan sonuçlardan hareketle bir değerlendirme yapmak gerekirse, önümüzdeki süreçte, MHP’ nin, önceki dönemlerde Türk siyâsetinde sâhip olduğu ve Rahmetli Alparslan Türkeş Bey’in binbir meşakkate katlanarak, büyük bir sabırla inşâ ettiği -seçimlerde çıkardığı milletvekili sayısından ve aldığı oy yüzdesinden bağımsız, onların çok fevkindeki- etkinliğini tedricen yitireceğini söylemek, herhâlde yanlış olmayacaktır.
MHP oylarının bir kısmının Ak Partiye, önemli bir kısmının ise İYİ Partiye kaymakta olduğu, düşüncesindeyiz. Hattâ, yüzdesi, düşük olmakla birlikte, bir miktar CHP’ ye de oy kayması sözkonusu olabilecektir.
Mezkûr çalışmada, 24 Haziran Milletvekili seçimlerinde MHP’ye oy vereceği öngörülen % 4 – 6 civarındaki seçmen topluluğunun Cumhurbaşkanlığı seçiminde -parti yönetiminin kararına uyarak- Sayın Erdoğan için oy kullanıp kullanmayacağı ise, tartışmaya açıktır.
KONDA tarafından Mayıs (2018) ayında yapılan bir çalışmada, “Gezi Parkı olayları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim tarzı ve dış politikadaki tutumu; terör sorunu” gibi konularda Ak Parti, CHP, MHP ve HDP seçmenlerinin eğilimleri belirlenmeye çalışılmıştır[9].
Anılan çalışmada bâzı sonuçlar şu şekildedir;
MHP seçmeninin ¾’ ü Devlet Bahçeli’ye güvenmemektedir (% 76).
Buna karşılık, bütün partilerde Meral Akşener’ e güvenenlerin oranı % 38’ dir.
MHP seçmeninin yaklaşık 1/3’ ü AKP’ nin zâlim olduğuna; yarıdan fazlası (% 58) ise, “ne mazlum, ne de zâlim olmadığına” inanmaktadır.
“Cumhurbaşkanı gitgide daha otoriter davranıyor, daha baskıcı bir yönetim uyguluyor.” görüşüne CHP ve HDP seçmenleri % 82-83 nispetinde katılırken, MHP seçmenlerinde bu oran % 57 olmuştur.
Yukarıdaki görüşe katılan AKP seçmenlerinin oranının -kısmen katılanlar (% 7) ile birlikte- % 35 olması da, üzerinde durulması gereken bir konudur.
“Cumhurbaşkanı’nın son dönemdeki tutumundan memnunum.” diyenlerin oranı AKP’ de % 80 olurken, MHP’ de bu oran yalnızca % 27 olarak belirlenmiştir. Bu görüşe katılmayan MHP seçmenlerinin oranı % 28 olurken, CHP ve HDP seçmenleri de, % 80-82 nispetinde aksi görüştedir.
“Cumhurbaşkanı dış politikada kavgacı bir tutum izleyerek ülkenin geleceğini tehlikeye atıyor.” görüşüne CHP ve HDP seçmenleri % 72 oranında iştirak etmekte iken, MHP seçmenlerinde bu oran % 38’ de kalmıştır. AKP seçmenlerinin % 77’lik kısmı bu yargıya katılmazken, MHP seçmenlerinde bu oran % 36 olarak tespit edilmiştir.
“Cumhurbaşkanı Avrupa ile olan kavgasında haklıdır.” düşüncesinde olanlar, tabiatıyla AKP’de büyük bir çoğunluğu oluşturmaktadır (% 78); ikinci en yüksek oran ise, MHP seçmenine aittir (% 47). CHP ve HDP seçmeni, bu konuda da büyük bir yöndeşlik içinde, Sayın Cumhurbaşkanını haksız bulmaktadırlar (% 75 – 77).
Bâzı konularda ise, MHP ve AKP seçmenlerinin tavır ve bakış açılarının birbirine çok yakın olduğu görülmektedir. Meselâ, “Gezi Olayları” konusunda, HDP ve CHP seçmenleri, kahir ekseriyetle (% 84-85) “eylemciler demokratik bir şekilde hak ve özgürlük talebinde bulundular” şeklinde görüş beyan ederken, AKP ve MHP seçmenlerinin büyük bölümü, “bu olayların dış güçlerin tezgâhı” olduğuna inanmaktadır (MHP, % 77 ; AKP, % 92).
Bu bulgulardan hareketle; MHP seçmeninin, son dönemdeki tavırları sebebiyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında ikircikli bir konumda olduğu; dolayısıyla milletvekili seçimlerinde MHP’ ye oy vereceği öngörülen % 4 – 6 civarındaki seçmenin bir kısmının Cumhurbaşkanlığı seçiminde -parti yönetiminin kararının aksine- Sayın Erdoğan’a oy vermeyebileceği, düşünülebilir.
Kezâ, anılan araştırma, HDP ve CHP seçmenlerinin Sayın Erdoğan ve Ak Parti ile ilgili görüş ve düşünceleri arasında büyük benzerlik bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu durum, Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Sayın Erdoğan’ın -Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda, oylarına şiddetle ihtiyaç duyduğu- HDP seçmenlerinden de önemli ölçüde destek almasının güç olduğu, şeklinde değerlendirilebilir.
MUHARREM İNCE: CHP İÇİN EN UYGUN SEÇENEK (Mİ?)
Üç dönemdir TBMM’ nde CHP’ den Yalova Milletvekili olarak görev yapmakta olan Sayın Muharrem İnce’nin CHP tarafından Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilmesi, pek çok insan için beklenmedik bir gelişme oldu.
Asıl konumuz olmadığından, biz sözkonusu sürecin ayrıntılarına girmeyeceğiz.
“Çatı Adayı” formülünün gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması üzerine, Sayın İnce, “Cumhurbaşkanı adaylığına bizzat kendisinin tâlip olduğunu” açıklamıştır.
Sayın İnce’nin aday olması, Millet İttifakına mensup partilerden İYİ Partinin Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Sayın Meral Akşener’in işini güçleştirmiştir. Zîrâ iki aday da, benzer özelliklere sahip seçmen kitlesine hitap etmektedirler[10]. Bu durum (yâni, iki muhalif adayın hem Sayın Erdoğan ile, hem de birbirleriyle yarışacak olması), başlangıçta -dolaylı biçimde- Sayın Erdoğan’a avantaj olarak yansımıştır.
Güvenilirliği konusunda tereddüt uyandıran anketlerde, Sayın İnce’nin oy oranı, başlangıçta CHP’ nin son seçimlerde almış olduğu oy oranının (% 25) altında gösterilirken (% 19-22), Sayın İnce seçim kampanyasına başladıktan sonra, birden bire % 30 seviyelerine yükselmiş gibi gösterilmeye başlanmıştır. Bu yükseliş, Sayın İnce’nin meydanlardaki ve ekranlardaki performansına bağlı olarak, gerçek/tabii bir durum mudur; yoksa “seçmeni –Meral Akşener yerine– Sayın İnce’ye oy vermeye yönlendirmek amacıyla” bilinçli olarak yapılan bir kurgunun sonucu mudur, bunu bilebilecek durumda değiliz.
Sayın İnce’nin, meydanlarda/ekranlarda kendisini seyreden insanları heyecanlandıran, takdir toplayan bir performans sergilediği, genellikle kabûl edilmektedir. Bu durumun, Sayın İnce’nin ikinci tura kalmasını sağlayabilmesi mümkûn olmakla birlikte, Cumhurbaşkanı seçilmesi için yeterli olup olmayacağı konusu, şimdilik bir muammadır.
Sayın İnce’nin, “kuşatıcı” bir seçim stratejisi uyguladığı; bu çerçevede, CHP’li seçmenlerin yanısıra, geçmiş dönemlerde -ideolojik bir yakınlığı olmamasına rağmen- yukarıda bahsolunan sebeplerle Ak Partiye oy vermiş olan ve hukûk/demokrasi gibi kavramlara önem atfeden “şehirli, eğitimli ve genç seçmenler” ile “HDP seçmeni” ve “geleneksel millî görüşçü tabandan gelen, ancak iktidarın uyguladığı bâzı politikaların İslâm inancıyla bağdaşmadığı” düşüncesinde olan seçmenleri hedef aldığı, gözlenmektedir. Bu stratejinin, önemli ölçüde başarılı olması durumunda, Sayın İnce’yi en azından ikinci tura taşıması ihtimâl dâhilindedir.
16 Nisan halk oylamasında, Türkiye genelinde % 49,5 seviyesinde kalan “hayır” oylarının, özellikle genç seçmenler ile gelişmişlik seviyesi yüksek illerimizdeki seçmenlerde % 65 seviyesinde olması, haklı olarak Sayın İnce’yi ve CHP yönetimini ümitlendirmektedir. Bu seçmen gurubunun oylarını önemli ölçüde alabildiği takdirde, Sayın İnce’nin ikinci tura kalması yüksek ihtimâl olacaktır.
Ne var ki, Muharrem İnce’nin -mevcut şartlarda oldukça mantıklı görünen- bu stratejisinde önemli sorunlar da sözkonusudur. Şöyle ki;
Millî Görüş geleneğinden gelen seçmenler
Sayın İnce, kendisinin ve ailesinin dînî değerler konusundaki bilgi ve hassasiyetini ortaya koymaya çalışarak, millî görüş geleneğinden gelen, ancak Ak Partinin icraatlarından da memnun olmayan seçmen kesimini etkilemeye; bu kesimin âile büyüklerinden miras aldıkları -tek parti devrindeki uygulamalar sebebiyle- CHP’ye karşı var olan olumsuz izlenimlerin etkisini azaltmaya çalışmaktadır.
Ancak, Saadet Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Sayın Temel Karamollaoğlu, son dönemde, entelektüel düzeyi son derece yüksek bir söylem geliştirmiştir ve bu sebeple, bize göre, “Millî Görüş geleneğinden gelen; önceki seçimlerde Ak Partiye oy vermiş olmakla birlikte, son zamanlarda Ak Parti iktidarının bâzı icraatlarından rahatsız olan; bu durumun toplumda dînî değerlere olan bağlılığın azalmasına ve İslâm inancının yozlaşmasına sebebiyet verdiğine inanan” seçmenler için, Saadet Partisi daha öncelikli bir seçenek olacaktır.
Ak Parti ile yolları ayrılmak üzere olan merkez-sağ seçmen
Sayın İnce’nin, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura kalabilmesi ve -ikinci tura kalmayı başardığı takdirde- % 50+1 oy çoğunluğuna ulaşabilmesi için, % 25 civarındaki CHP oylarının dışında, hemen her partiden belli ölçüde oy devşirmesi gerekmektedir. Sayın İnce’nin oy alabileceğini umduğu seçmen guruplarından birisi de, geçmiş dönemlerde merkez-sağ partilerden Ak Partiye kaymış olan seçmenlerdir.
Ancak, sözü uzatmadan söylemek gerekirse, 2000’li yıllara kadar merkez-sağ partilerden birisine oy vermiş olan (ya da, yaşı itibâriyle bu mümkûn olmasa da, kendisini bu geleneğe mensup hisseden), önceki bölümlerde belirtilen sebeplerle 2000’li yıllar boyunca Ak Partiye oy veren, ancak bu partiyle ideolojik bir bağı olmayan; “demokrasi” ve “hukûk” gibi değerlere önem veren; Ak Partinin son dönemlerdeki icraatları sebebiyle, düşünce/inanç ve teşebbüs hürriyeti, hukûk güvenliği ve mülkiyet güvencesi gibi konularda endişeleri bulunan seçmenlerin gideceği ilk kapı, kanâatimizce, CHP ve Sayın İnce olmayacaktır. İYİ Parti’nin kurulması ve Sayın Akşener’in Cumhurbaşkanı adaylığı, bu konudaki hesapları önemli ölçüde etkilemiştir. Sayın Akşener’in ve partisinin, Türkiye’nin ağır sorunlarını üstlenebilecek bir kıratta olduğuna kani olduğu takdirde, bahsedilen seçmen kesiminin ağırlıklı olarak bu yöne meyletmesi, daha yüksek bir ihtimâl gibi durmaktadır.
Bu konuda, Sayın İnce açısından önemli bir sorun da, kullandığı üslûp ve söylemleridir.
Bizde, çeşitli sebeplerle, Batılı anlamda bilinçli bir millî burjuvazi oluşmamıştır. Devletle dişe diş mücâdele ederek çeşitli haklara sâhip olmuş; bu yüzden de, büyük bedeller ödeyerek kazanmış olduğu hak ve hürriyetleri her ne pahasına olursa olsun korumaya azimli ve kararlı bir orta sınıftan bahsetmek kabil değildir. Bizde, Tanzimat’tan buyana, Batılılaşma/Modernleşme nâmıyla yapılan reformların/ıslahatların tamâmına yakını -toplumsal taleplerden tamâmiyle bağımsız olmamakla birlikte- umûmiyetle yukarıdan aşağı ve/veyâ devletle uzlaşarak (bu meyanda, sözkonusu yenilikler, değişimi isteyenlerce, çoğu zaman devlet ve yönetici seçkinler lehine tavizler vererek; bâzı uygulamalara, içine sinmese de, düzeltilmesi için daha uygun bir zeminde yeniden talepkâr olma düşüncesiyle, sineye çekerek) gerçekleştirildiği için, “devletle (ve, devlet erkini kullanan yönetici kesimle) sert mücâdele” Türk toplumunda tasvip edilen bir tutum değildir. Nitekim, tek parti döneminin sonlarında, demokrasiye geçiş çabaları sırasında, DP ileri gelenleri (Celâl Bayar, Adnan Menderes, M. Fuat Köprülü ve Refik Koraltan), “devri sâbık yaratmaya gelmiyoruz” açıklamasını üzerine basarak yapmak zorunda hissetmişlerdir, kendilerini…
Kaldı ki, Türk Milleti, uzun târihi boyunca nice muhataralı devirler geçirmiştir ve bu tecrübelerin sonucunda, her şeyden önce devletin muhafaza edilmesi gerektiği; devlet kaybedildiği takdirde, milletin huzur ve güven içinde yaşamasının kabil olmadığı; devletin olmadığı bir ortamda, hukûk, demokrasi ve hürriyet gibi kavramların bir anlam taşımayacağı idrâkine varmış olduğundan; “devlet” ve “devlet erkini kullanan yönetici seçkinler” tarafından hatâlı uygulamalar da yapılmış olsa, bunlara karşı “devletin varlığını tehlikeye düşürebilecek nitelikte” bir mücâdele yönteminin benimsenmemesi gerektiği inancı, millî hafızaya kök salmıştır. Türk Milletinin zihniyet yapısını bilmeyenlerce çok zaman yanlış anlaşılan ve Türk Milletinin bahsedilen değerler konusunda bilinç/duyarlılık sâhibi olmadığı şeklinde yorumlanan bu düşünce tarzını dikkate almayan girişimler, doğru eleştiriler ihtivâ etse de, umûmiyetle milletten destek bulmamıştır.
Dolayısıyla, yukarıda bahsedilen seçmen kitlesi, târihî hafızanın bir sevki tabii şeklinde oluşturduğu bilinç sebebiyle, devletle karşı karşıya gelmeme konusunda, hassastır.
Gerçi, Sayın İnce’de “amaçlarının kavga etmek olmadığını, devri sâbık yaratmak gibi bir niyetlerinin bulunmadığını; üstelik 3B olarak tanımladıkları stratejinin ilk ayağının BARIŞMA olduğunu; yönetime geldikleri takdirde, aralarında gerginlik bulunan bütün toplum kesimleri arasında barış ve tesânüdün sağlanmasına çalışacaklarını” sıklıkla tekrar etmektedir. Ancak, Sayın İnce’nin “polemiğe yatkın” üslubu, aslında çok önemli mesajlar içeren bu söylemlerinin toplumda yeterli akis yaratmasına engel olmaktadır.
Bir başka önemli konu da, şudur; burada sözüedilen seçmen kesimi, “projeci” olarak bilinir. Fakat, seçimlerin çok erkene alınmış olması sebebiyle, bu kadar kısa zamanda hiçbir adayın/partinin kayda değer projeler ortaya koyması beklenemez. “Önceden hazırlı olsalardı” denilebilirse de, seçmen, son dönemlerde ortaya atılan mebzul miktarda projeden usanmış gibi görünmektedir ve bu sebeple, iktidar ve muhalefetin “kredi kartı borçlarının silinmesi, emekliye bayram ikramiyesi verilmesi, gençlere harçlık ödenmesi” gibi somut vaatlerine dahi fazlaca itibar göstermediği, müşahede edilmektedir.
(Ak Parti’nin “millet kıraathâneleri” projesinin seçmen/seçimler üzerinde ne tür etki yapacağı hususu, siyâset sosyolojisi bakımından gelecekte önemli bir inceleme konusu olacaktır.)
Müşahedemiz odur ki, bu seçimde, seçmenin gündemini daha ziyâde “huzur” ve “hukûk güvenliği” talebi oluşturmaktadır. Bizim gözlemimiz, ekonomik sorunların bile daha sonra geldiği yönündedir. Dolayısıyla, bu konularda seçmene güven veren cumhurbaşkanı adayları ve partiler, daha avantajlı olacaktır.
Şu kadar ki, Sayın İnce’nin, “merkez-sağ damardan gelen, 2000’li yıllar boyunca Ak Parti’ye oy vermiş olmakla birlikte, artık bu partiyle yollarını ayırma eğiliminde olan, muhtemelen seçmen toplamı içinde % 10-15 civarında bir ağırlığı olan” seçmenleri kendisine/partisine oy vermeye iknâ etme konusunda şu âna kadar fazlaca etkili olabildiği inancında değiliz.
Paylaşılamayan bir seçmen gurubu: HDP seçmenleri
Sayın İnce’nin bilhassa oylarını alabileceğini düşündüğü seçmen guruplarından birisi de, HDP seçmenidir. Ancak, bu beklentinin ne ölçüde gerçekçi olduğu, tartışmaya açıktır.
HDP’ nin kendi adayı olduğundan, ilk turda bu partinin seçmenlerinin -kütle hâlinde- Sayın İnce’ye oy vermeleri son derece düşük bir ihtimâldir.
Ak Parti’nin de, seçimi -ilk turda, olmazsa ikinci turda- kazanabilmek için, HDP seçmenlerinin oyuna ihtiyâcı bulunmaktadır. Nitekim, seçim sathı mailine girilmesiyle birlikte, “yeniden çözüm sürecinin gündeme gelebileceği; hattâ, bu konuda iki parti yetkilileri arasında kapı arkası görüşmelerin yapıldığı” yönünde söylentiler duyulmaya başlanmış idi. Ancak, son zamanlarda, Ak Parti ve HDP seçmenleri arasında gerginliğin giderek tırmandığı; Suruç vb. olayların bu gerilimi daha da artırdığı, müşahede edilmektedir.
HDP türü “ideolojik” partilerde “üst karar organları”nın kararlarının seçmen için yönlendirici olması mümkûn olmakla birlikte, sözkonusu partinin seçmen tabanında da “talimatla oy kullanmaya sıcak bakmayan” şehirli/eğitimli bir kitlenin varlığını hissettirmekte olduğu gözlenmektedir. Bundan böyle, bu partiyle ilgili yorumlarda, bu hususun da gözönünde bulundurulmasının elzem olduğunu düşünüyoruz.
Bu seçimde, HDP seçmeni açısından belirleyici olacak husus, “muhafazakâr” seçmenlerin, Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ilk turda ve/veyâ ikinci turda -tıpkı, 16 Nisan halk oylamasında olduğu gibi- ne ölçüde Sayın Erdoğan için oy kullanacağı konusudur.
PKK terör örgütünün, geçmiş yıllarda seçmen üzerinde kurduğu baskı, görebildiğimiz kadarıyla, “ideolojik yönü ağır basan dar bir kesim” dışında kalan HDP seçmenlerinde (özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizin kırsal kesimlerinde ve küçük yerleşim birimlerinde), kayda değer ölçüde “tepki” uyandırmıştır. Bu durum 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde ve sonrasında meydana gelen ve pek çok şehrimizde önemli tahribata yol açan “hendek” olaylarından sonra, daha da belirginlik kazanmış ve bunun sonucunda, 7 Haziran seçimlerinde 80 milletvekilliği kazanan HDP’ nin vekil sayısı 1 Kasım seçimlerinde 59’a gerilemiştir.
16 Nisan halk oylamasında da, bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizdeki pek çok şehirde, Ak Partinin 1 Kasım seçim sonuçlarına göre oy oranını 5-10 puan artırdığı bir vakıadır ve bu artışın, büyük ölçüde HDP seçmenlerinin oylarından kaynaklandığı tahmin edilmektedir.
Sonuç itibâriyle, HDP seçmenlerinin; Milletvekilliği seçiminde kendi partileri için oy kullanmaları (Bu partinin, milletvekili seçiminde % 10-11 civarında oy alması durumunda, Cumhur İttifakının Mecliste çoğunluğu sağlaması muhâl görünmektedir.); Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise, büyük çoğunluğun ilk turda kendi adayları olan Selahattin Demirtaş’a oy vermeleri; seçimin ikinci tura kalması durumunda ise, anılan seçmenlerin önemli bir kısmının, Batı bölgelerinde ve büyükşehirlerde Sayın İnce lehine, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde Sayın Erdoğan lehine oy kullanmaları -bize göre- daha yüksek ihtimâl gibi görünmektedir.
Yukarıdaki değerlendirmelerden hareketle, Sayın İnce’nin -ilk turda ikinci olmak ve böylece ikinci tura geçebilmek için- önemli ölçüde bel bağladığını gözlemlediğimiz HDP seçmenlerinden kendisine ilk turda fazlaca oy gelmesinin zayıf bir ihtimâl olduğu söylenebilir.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda ise, “ortaya çıkması muhtemel yeni gelişmeler ışığında” yeniden yorum yapmanın daha gerçekçi/isâbetli olacağını düşünüyoruz.
Muharrem İnce’nin tehlikeli söylemi: “Anadil Öğretimi”
Sayın İnce, HDP seçmeninin gönlünü kazanabilmek için, tehlikeli bir yola başvurmakta ve okullarda üç dilin (resmî dil olan Türkçe, bir yabancı dil ve öğrencinin -Türkçeden gayrı- anadili) öğretileceğini, sürekli tekrarlamaktadır.
İsteyenler, istediği dili, istediği şekilde öğrenebilirler. Türkiye’de bugün buna mâni bir hâl yoktur. Ancak, okullarda, Türkçe’nin ve uluslararası kabûl görmüş bir yabancı dilin dışında, mahâllî dillerin öğretilmesi, ulus-devlet yapısının zayıflatılmasına giden yolda ilk ve en esaslı adımlardan birisidir. Millet birliğini oluşturan unsurlardan birincisi, dildir. Dil birliği bozulan bir toplumun, millî birliğini muhafaza edebilmesi kabil değildir. Târih boyunca yaşanan tecrübeler bunun kanıtıdır. İmparatorluğun son iki yüzyılında bu konuda -sonu hüsranla biten- yeterince tecrübe yaşanmıştır. Bütün bu gelişmelerden ders alınması gerekirken, Batılı ülkelerin -kendi ülkelerinde tamâmiyle aksine uygulamalar yaptıkları; hattâ, bırakın müfredata almayı, okul bahçesinde dahi millî dilden başka bir dilin konuşulmasına tahammül göstermedikleri bilinmekte iken- yıllardan buyana Bize ısrarla önerdikleri bu uygulamanın gerçek sebebinin, Türkiye Cumhuriyetinin ulus-devlet yapısının zayıflatılması olduğu gerçeğinin, Cumhuriyeti kurmakla övünen parti ve onun Cumhurbaşkanı adayı tarafından hâlâ tam olarak anlaşılamamış olması, son derece üzüntü verici bir durumdur.
Sayın İnce’nin bu söylemi, kendisine HDP oylarını kazandırır mı, bilinmez. Ancak, vahim olan husus şudur ki, PKK elebaşısının yakalanmasından sonra “bölücü terör” sıfır düzeyine inmiş iken, daha sonra uygulamaya konulan “çözüm süreci”nin bölücü çevreleri şımartmaktan ve “bölücü şuurlanma”yı daha da artırmaktan başka bir işe yaramadığı görülmüştür. Bölücü terör örgütü, bu dönemde daha da palazlanmış, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizdeki pek çok şehrimizde, bölge halkını dahi çileden çıkaracak şekilde, “öz yönetim” adı altında ayrılıkçı karakterli silâhlı yapılanmalar oluşturmaya kadar varan girişimlerde bulunma cüretini kendisinde görebilmiştir. Yaşanan vahim olayların acı hatıraları henüz hafızalardaki tazeliğini korumakta iken, yeniden bölücü çevrelerin meşum amaçlarına hizmet edecek nitelikteki söylemlerin gündeme getirilmesi, devlet aklıyla bağdaşmamaktadır. Devleti yönetme sorumluluğuna tâlip olanların, ülkenin geleceğini ve milletin huzurunu ilgilendiren konularda -her türlü oy hesâbının dışında kalarak- daha özenli olmaları beklenir.
Kaldı ki, Sayın İnce’nin bu söylemi, HDP dışındaki partilerden kendisine gelebilecek oyları olumsuz yönde etkileyebileceği gibi, bizzat kendi partisinin seçmenleri arasında -bu konularda bilinçli/duyarlı olanların- başka arayışlara girmesine yol açabilme ihtimali de sözkonusudur. Nitekim, CHP seçmenleri arasında “Sayın İnce’nin ikinci tura kalması durumunda seçilme ihtimalinin bulunmadığı” varsayımından hareketle, Sayın Meral Akşener’e oy verme eğiliminde olanların bulunduğu, bilinmektedir. Sayın İnce’nin, HDP seçmenine şirin görünmek amacıyla başvurduğu söylemler, muhtemeldir ki, bahsedilen eğilimin güçlenmesine yol açabilecektir.
***
Sonuç itibâriyle, Muharrem İnce’nin ilk turda kazanması -teorik olarak ihtimâl dâhilinde olsa da- mevcut şartlarda gerçekçi bir beklenti gibi görünmemektedir. Bu durumda öncelikli hedefi, ikinci tura kalmaktır ve bu konuda asıl rakibi -Sayın Erdoğan değil- Sayın Akşener’dir.
Sayın İnce, görebildiğimiz kadarıyla, CHP oylarının üstüne, önceki seçimlerde AKP’ye oy vermiş olan merkez-sağ damardan gelen seçmenlerden birkaç puan devşirmek suretiyle, oylarını % 25-30 aralığına yükseltmek amacındadır ve bu konuda, yarışa “sıfırdan” başlayan Sayın Akşener’e göre daha avantajlı konumdadır. Ancak, Sayın Erdoğan’ın şahsına yönelik -yıllardan beri hemen herkes tarafından bilinmekte olan ve bugüne kadar özellikle de Ak Partiye oy vermiş olan seçmenlerde dişe dokunur bir etki göstermemiş olan hususlardan hareketle- yöneltmiş olduğu iddiaları “polemiğe yatkın” bir üslûpla dile getirmesi (bu üslûp, Sayın İnce’yi ekranları başında ya da meydanlarda dinleyen/seyreden “kökten CHP’li seçmeni” hoşnut etse de, merkez-sağ seçmeni tedirgin etmektedir) ve HDP seçmenine şirin görünmek amacıyla dile getirdiği hususlar, Sayın İnce’nin oylarını aşağıya çekebilecektir.
İYİ PARTİ ve MERAL AKŞENER: “TÜLBENT DEVRİMİ” SONUCA ULAŞACAK MI?
İYİ Parti henüz 7-8 aylık bir parti. Bu partinin 24 Haziran seçimlerinde göstereceği başarıyı değerlendirmek için, son zamanlarda yapılan ve birbirinden çok farklı sonuçlar ihtiva eden -güvenilirliği tartışmalı- anketler dışında somut veri bulma imkânı bulunmamaktadır. Bu durumda, seçimlerde alabileceği sonuç hakkında gözlemlere dayanarak yorum yapmak tek çıkar yol gibi görünüyor.
İYİ Parti ve Cumhurbaşkanı adayı Sayın Akşener’in oy alabileceği seçmen gurupları, daha önce de belirtildiği gibi, Sayın İnce ve CHP ile büyük benzerlik taşıyor. Yalnız, şu husus önemlidir; Sayın İnce -tabiatıyla- öncelikli olarak kendi partisinin % 25 civarındaki seçmenlerinden oy alacaktır. Sayın Akşener ise, partisi yeni kurulduğundan, böyle bir şansı bulunmamaktadır.
Doç. Dr. Yetkin Çınar ve Doç. Dr. Türkmen Göksel’in TEPAV adına -son dönemde yapılan anket çalışmalarından yararlanarak- gerçekleştirdikleri çalışmaya göre, İYİ Parti’nin alabileceği oy oranı % 11,30 ile % 15,40 arasında değişmektedir[11]. Buna göre, Mecliste alabileceği sandalye sayısı da 56 – 100 arasında hesaplanmıştır.
Sözkonusu araştırma yalnızca milletvekilliği seçimlerini kapsadığından, Sayın Akşener’in Cumhurbaşkanlığı seçiminde alabileceği oy oranı konusunda herhangi bir değerlendirme içermemektedir.
Üstelik, daha önce defaatle belirtildiği gibi, son dönemde yapılan anket çalışmalarının güvenilirliği/objektifli tartışmalı olduğundan, bunlara dayanarak yapılan hesaplamaların sonuçlarının da ihtiyatlı bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Sayın Akşener ve partisi için en önemli “oy kaynağı”nı, hiç şüphesiz eski partisi MHP’nin seçmen tabanı oluşturmaktadır. MHP’deki oy kaybı bütün anket sonuçlarına yansımış durumdadır. Bu oyların önemli bir kısmının İYİ Parti ve Sayın Akşener’e kanalize olması beklenen bir gelişmedir. Bu oranın % 8-10 civarında olacağını tahmin ediyoruz.
Sayın Akşener ve partisi için ikinci önemli kaynak, Ak Parti ile yollarını ayırmanın arefesinde olduğunu müşahede ettiğimiz merkez-sağ seçmendir. % 10-15 civarında bir oy oranına sahip olduğunu düşündüğümüz bu seçmen gurubundan alacağı oy yüzdesi, Sayın Akşener ve partisi için hayâtî önemdedir. Bilhassa, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda, Sayın Akşener’in, % 25 civârında “kemik” oyu bulunduğu varsayılan Muharrem İnce’nin önüne geçerek, ikinci tura kalabilmesi için, bahsedilen seçmen gurubundan önemli ölçüde oy alması gerekmektedir. Bu konuda, geçmiş dönemlerde merkez-sağ partilerde siyâset yapmış ve o kesimin dilini/duyarlılıklarını daha iyi bilen bir siyâsetçi olarak, Sayın İnce’ye göre daha şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Sayın Akşener’in, 2000’li yıllar boyunca çoğunlukla Ak Parti’ye oy vermiş olan merkez-sağ seçmenden % 10 veyâ daha üzerinde oy almayı başarması durumunda, ikinci tura kalması da, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması da ihtimâl dâhiline girecektir.
Bize göre, Sayın Akşener -seçim sonuçlarına tesir edecek bir oy yüzdesiyle- CHP seçmenlerinden de oy alabilme şansına sâhiptir. Bu oranın, % 3 – 5 seviyelerinde olabileceğini öngörüyoruz.
Yukarıdaki tahminimizin iki önemli dayanağı bulunmaktadır;
Birincisi; Sayın İnce’nin, ikinci tura kalması durumunda, Cumhurbaşkanı seçilebilmek için Ak Partili seçmenler ile İYİ Parti’ye oy verecek olan milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerden de oy almak zorunda bulunmasıdır. Sayın İnce’nin bu desteği sağlamasının zor olduğu, umûmiyetle kabûl edilmektedir. Bu durum, Sayın İnce’nin ikinci tura geçebileceğini öngören anketlerde de ortaya konulmaktadır. Şu hâlde, bilinç düzeyi yüksek olan CHP seçmenlerinin önemli bir kısmının, birinci turda, ikinci tura kaldığı takdirde seçilme ihtimâli daha yüksek olan Sayın Akşener’e oy vermesi mümkûndür.
İkincisi ise, Sayın İnce’nin, HDP seçmeninin gönlünü kazanabilmek amacıyla (yâhut, gerçekten inandığı için) “anadilde eğitim” gibi “ulus-devlet yapısının altını oyacak nitelikte” söylemler kullanmasıdır. Bu durum, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, bilinçli, ulus-devlet ve Cumhuriyetin kazanımları konusunda duyarlı CHP seçmenlerinden bir kısmını kaygılandırmaktadır. Bu yüzden, bahsedilen seçmenlerin, bu konuda daha tutarlı ve güvenilir buldukları Sayın Akşener’e birinci turda da oy vermeleri ihtimâl dâhilindedir. Bu takdirde, Sayın Akşener’in oyu artarken, Sayın İnce’nin oyu azalacağı için, bu iki aday arasındaki oy kaymalarının olumlu/olumsuz etkisi çift kat olarak hesaplanmak durumundadır.
Sayın Akşener’e HDP seçmenlerinden birinci turda oy gelmesi ihtimâli -bize göre- yok mertebesindedir. Meral Akşener’in ikinci tura kalması durumunda, HDP seçmeninin tavrının ne olacağını ise, şimdiden kestirmek güçtür.
Seçim çalışmaları sırasında gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, Sayın Akşener, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız hususların idrakindedir. Söylemlerini ve tavırlarını buna göre belirlediği; hattâ seçim sırasında kullandığı “tülbent” sembolünü tercih ederken, bu gerçeklerden hareket ettiği müşahede edilmektedir.
1 Kasım seçimlerinden sonra, MHP içinde başlattığı muhalefet hareketinin yalnız delegelerden değil, seçmen tabanından da destek bulduğunu; diğer partilerin tabanından da, bu çabalara sempati ile bakıldığını söylemek, gerçekçi bir değerlendirme olacaktır. Henüz kuruluşunun üzerinden bir yıl bile geçmemiş olan İYİ Partinin, herhangi bir devlet desteği olmadan, bu kadar kısa sürede yurt sathında teşkilâtlanabilmiş olması ve seçim dönemindeki açıkhava toplantılarında gözlenen coşku, bu değerlendirmeyi teyit etmektedir.
Sayın Akşener ve arkadaşlarının, gerek MHP içindeki mücâdeleleri sırasında, gerekse İYİ Partinin kuruluşu ve seçimlere girişi aşamasında karşılaştıkları muamele de, mâsumiyet/meşruiyet ve mağduriyet gibi konulara büyük önem atfeden Türk seçmeni tarafından, bilhassa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullanırken -muhtemelen- dikkate alacağı bir karine olacaktır.
Başta iktidar partisi olmak üzere, Mecliste gurubu bulunan partilerin seçim döneminde Hazine’den külliyetli miktarlarda yardım almalarına karşılık, seçim çalışmalarını tamâmiyle gönüllü ve mütevazı yardımlarla yürütüyor olması da, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, Sayın Akşener’e ve partisine olan ilgi ve sevgiyi artırmaktadır.
Bâzı çevrelerce Sayın Akşener hakkında ileri sürülen ve burada bahsine dahi gerek görmediğimiz bir takım ithamların seçmenlerin çoğunluğu nezdinde hiçbir karşılığının olmadığı, açıkça müşahede edilmektedir.
Sayın Akşener’in ülke sorunları ile gerçekten başedebilecek bir programa, ferasete, yeteneğe ve kadroya sâhip olup olmadığı konusunda seçmenin -hissiyatının dışında- karar verirken başvurabileceği somut bir dayanağı bulunmamaktadır. Bu konularda, Sayın Akşener ve partisi ile çalışma arkadaşları hakkında olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunabilme imkânına gerçekten de sâhip değiliz. Fakat, belirtmek durumundayız ki, 28 Şubat sürecinde, anlı-şanlı şahsiyetlerin dahi sindiği/çekindiği bir ortamda ortaya koyduğu dik ve dirâyetli tavır, zannediyoruz, seçmenlerin O’nun hakkında karar verirken en çok dikkate aldıkları sâiklerin başında gelmektedir.
Sayın Akşener’in, çeyrek asra yaklaşan siyâsî hayâtı boyunca, bu süre zarfında Türk siyâsetinde yaşanan çalkantılara rağmen, şahsına ve temsil ettiği değerlere zarar verebilecek nitelikte hiçbir gelişmeye fırsat vermemiş olması da, -başta ahlâk olmak üzere- pek çok değerin aşındığı günümüzde, insanların sevgi ve güvenini kazanmasında etkili olmaktadır.
Hâl böyle olmakla birlikte, yukarıda bahsedilen ve Sayın Akşener ve partisi bakımından “olumlu” olarak değerlendirilebilecek hususların, Sayın Akşener’in ikinci tura kalması ve -bunu başardığı takdirde- Cumhurbaşkanı seçilmesi için yeterli olup olmadığı konusunda iddialı değerlendirmelerde bulunabilmek, pek mümkûn gözükmemektedir.
HDP: “ANAHTAR PARTİ” OLMA ÇABASI
HDP’nin ve seçmenlerinin Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinde tavrının ana hatlarıyla nasıl olacağı konusunda, ilgisi sebebiyle, önceki bölümlerde yeterli değerlendirme yapılmış olduğundan, burada aynı hususlara tekrar değinilmeyecektir. Ancak, önem arzeden bâzı hususların -tekrar mâhiyetinde de olsa- yeniden vurgulanmasında yarar görüyoruz.
HDP seçmenleri, milletvekilliği seçimlerinde, tabiatıyla kendi partilerine oy vereceklerdir. Bu parti açısından kötümser tahminler içeren anketlerde dahi, oy oranı baraj seviyesine yakın görünüyor. Barajı aşmasını yüksek ihtimâl olarak değerlendiriyoruz.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde, CHP’ nin milletvekili çıkarma ihtimâli zayıf olan seçim bölgelerinde, CHP’li seçmenlerin büyük çoğunluğunun, muhtemelen -baraj altında kalmamasını sağlamak için- HDP adaylarına oy vereceğini düşünüyoruz.
HDP seçmenlerinin büyük bölümü, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda, muhtemelen kendi adayları Selahattin Demirtaş’a oy vereceklerdir.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizdeki muhafazakâr HDP seçmenlerinin ağırlıklı bölümünün Sayın Erdoğan lehinde oy kullanması; bu bölgelerdeki genç, eğitimli ve şehirli HDP seçmenleriyle, bu partinin diğer bölgelerimizdeki seçmenlerinin, -ikinci tura kaldığı takdirde- ağırlıklı olarak Sayın İnce lehine oy kullanması, yüksek ihtimâldir.
İkinci tura Sayın Akşener’in kalması durumunda, HDP seçmenlerinin nasıl bir tavır sergileyeceği konusunda tahminde bulunmak güçtür.
“Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” Ak Parti ve MHP tarafından “güçlü iktidar, güçlü meclis” söylemi ile savunulmuştur. Sözkonusu sistem sâyesinde “koalisyon dönemlerinin geride kalacağı, siyâsî irâdenin etkinliğinin artacağı” ileri sürülmüştür. Ancak, yeni sistem çerçevesinde yapılacak ilk seçimde, gelişmelerin düşünüldüğü gibi olmadığı anlaşılmış ve alelacele “ittifak düzenlemesi” yapılmıştır. Buna rağmen, bâzı senaryolara göre, her iki ittifakın da mecliste yeterli çoğunluğu sağlayamaması sözkonusu olabilecektir. Bu durum, HDP’yi -barajı geçtiği takdirde- “anahtar parti” konumuna getirmektedir. Dolayısıyla, bu parti, meclise girmek ve “anahtar parti” konumunun kendisine sağlayacağı imkânlardan azâmî ölçüde istifâde etmek isteyecektir.
SAADET PARTİSİ ve TEMEL KARAMOLLAOĞLU
Millî Görüş geleneğinde saygın bir konumu bulunan ve bu geleneğin temsilcisi olan partilerde (Millî Selâmet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi) uzun yıllar Sivas Belediye Başkanı ve Milletvekili olarak görev yapmış olan Temel Karamollaoğlu, bu seçim döneminin yıldızlarından birisidir.
Sayın Karamollaoğlu, hukûk, demokrasi, kuvvetler ayrılığı gibi, genç/eğitimli/şehirli seçmenler için büyük önem taşıyan kavramlara sürekli vurgu yapan entelektüel düzeyi yüksek konuşmalarıyla, ilgi odağı hâline gelmiştir.
Ancak, Sayın Karamollaoğlu’nun tâlihsizliği, bu kavramların, belirtildiği gibi, Ak Parti içinde millî görüş geleneğinden gelen seçmenlerden ziyâde, sol ve merkez-sağ seçmenlerin ilgisini çekecek nitelikte olmasıdır.
Bu itibârla, son dönemde önemi daha da artan demokrasinin işleyişi ve hukûk güvenliği gibi konularda yaşanan sorunlara toplumun dikkatinin daha güçlü bir şekilde çekilmesine vesile olması ve siyasetteki seviyenin yükselmesi bakımından önemli bir görev ifâ eden Sayın Karamollaoğlu’nun, bu tutumuyla Ak Partiden seçim sonuçlarını etkileyecek ölçüde oy celbetmeyi başarması, biraz güç görünmektedir.
MUHTELİF SENARYOLAR
24 Haziran seçimleri sonucunda dört farklı sonuçla karşılaşmak mümkûndür;
Birincisi; Cumhur İttifakı, hem Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanır, hem de Mecliste çoğunluğu sağlar.
Bu durumda, ittifakın geleceğini ve iktidarın yapacağı icraatların mâhiyetini, büyük ölçüde, Ak Parti’nin -MHP’nin sandalye sayısına ihtiyaç duymadan- Mecliste çoğunluğu sağlayıp sağlayamaması, belirleyecektir.
İttifak, ancak MHP ile birlikte Mecliste çoğunluk sağlayabildiği takdirde, bu durumda MHP’nin fren görevini görmesi ve iktidarın dilediği icraatları yapmakta zorlanması sözkonusu olacaktır.
MHP, son dönemde, ulus-devlet konusundaki hassasiyetler bağlamında güven verici bir tutum içinde olmamakla birlikte, “anahtar” konumda bulunması sebebiyle, bu konuda yine de -en azından bâzı uygulamaların “önceden” tartışılabilmesi bakımından- imkân yaratabilecektir.
Ak Partinin -MHP’nin desteğine ihtiyaç duymaksızın- Mecliste çoğunluğu sağlayabilmesi durumunda ise, Meclisin de denetim işlevinin zayıflamış olması dolayısıyla, demokratik nizam ve hukûk devleti gibi konulardaki sorunların/eleştirilerin daha da artmasına yol açacak uygulamaların gündeme gelmesi sözkonusu olabilecektir.
İkincisi; Cumhur İttifakı, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanır, ancak Mecliste çoğunluğu sağlayamaz.
Bu takdirde, yeni sistemle hedeflenen “güçlü yürütme” amacına ulaşılamayacağı gibi, Meclisin bileşimine bağlı olarak, başka sorunlar da gündeme gelebilecektir.
Bu senaryoda, HDP’nin “anahtar parti” olması durumunda (yâni, HDP dikkate alınmadığında, hem Cumhur İttifakının, hem de millet İttifakının Mecliste çoğunluğu sağlayamaması hâlinde -ki, bu yüksek ihtimâldir), anılan partinin hem iktidara ve hem de muhalefete “çözüm sürecine benzer” nitelikte (yani, ulus-devletin altını oyacak uygulamalar/düzenlemeler yapılmasını gerektiren) şartlar dayatması sözkonusu olabilecektir.
Üçüncüsü; Millet İttifakının hem Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması (Sayın Akşener ya da Sayın İnce’nin Cumhurbaşkanı olması), hem de Mecliste çoğunluğu elde etmesidir.
Bu takdirde, Cumhurbaşkanının ve iktidarının başarısını, CHP ve İYİ Parti arasındaki uyum belirleyecektir.
Şu kadar ki, Ak Parti 16 yıllık iktidarı döneminde “devlete kök salmıştır”. Kolay pes etmeyecektir. Devletin bütün kademelerinde/organlarında güç ve etki sâhibidir. Güçlü bir basın ve sermâye desteğine sâhiptir.
Yeni gelecek iktidar ise, özellikle ve öncelikle, çalışmamızın başlangıç bölümünde özetlenen iktisâdî-sosyal sorunlarla yüzyüze gelecektir ve bu sorunların çözümü için, tıpkı 2001 mâlî krizi sonrası olduğu gibi, “acı reçete” kabilinden önlemler almak zorunda kalacaktır.
Muhalefete geçen Sayın Erdoğan ve Ak Parti yönetimi, ağır sorunların altında bunalmış olmaktan kurtulmanın verdiği yeni bir enerjiyle, muhtemelen “şiddetli” bir muhalefete başlayacaktır.
Yeni iktidarın, bir yandan ülke sorunlarına çözümler üretirken, diğer yandan da “şiddetli” Ak Parti muhalefetine “demokrasi ve hukûk kuralları/ilkeleri” çerçevesinde başarıyla karşılık verebilme becerisini gösterip gösteremeyeceği hususu, yakın dönemdeki siyâsî gelişmelerin mâhiyetinin belirlenmesinde etkili olacaktır.
Şüphe yok ki, Sayın Erdoğan ve Ak Parti yönetimi, yeniden ve daha güçlü bir şekilde iktidara gelebilmek için, böylesine zorlu bir dönemde muhalefete geçmiş olmayı bir avantaj olarak değerlendirmek isteyeceklerdir.
Dördüncüsü; Millet İttifakının, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması, ancak Mecliste çoğunluğu elde edememesidir.
Bu sonuncu senaryo, Türkiye için de, Millet İttifakı için de en sorunlu sonuç olacaktır.
SONUÇ YERİNE
24 Haziran 2018 Pazar günü Cumhuriyet târihinin belki de en önemli seçimi yapılacaktır. Türkiye 16 Nisan halk oylamasıyla kabûl edilen Anayasa değişikliği ile parlamenter sistemden “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi”ne geçmiştir. Yeni sistem, 25 Haziran günü bütün unsurlarıyla uygulanmaya başlanacaktır.
Yeni sitemde Cumhurbaşkanlığı olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. Ancak, Meclisin denetim yetkisi kısıtlanmış, denge-denetim mekanizmaları yürütmeyi dengeleyecek şekilde tesis edilememiştir.
Ülke önemli iktisâdî-sosyal sorunlarla karşı karşıyadır. İşbaşına gelecek iktidar, önemli sorunları kısa zamanda çözüme kavuşturmak yükümlülüğünü üstlenecektir.
“Güçlü Yönetim – Güçlü Meclis” şiarıyla uygulamaya konulan yeni sistemin, daha ilk seçimde, düşünülenin aksine, partiler arasında koalisyonlar kurulmasını gerektirdiği anlaşılmıştır. Bu durumun, ileride olumlu ve olumsuz sonuçları olabilecektir.
MHP ile ittifak yapan Ak Parti, seçimleri kazanmaya daha yakın görünmekle birlikte, 16 yıllık dönemde ilk defa kaybetme ihtimâlini güçlü bir şekilde hissetmektedir.
Seçimler bıçak sırtı bir görünümdedir; kanâatimizce, dört farklı ihtimâlin gerçekleşme yüzdeleri birbirine yakındır.
1971 – 2001 yılları arasındaki 30 yıllık dönemin mühim bir kısmında güçsüz ve uyumsuz koalisyon hükûmetlerinin sebep olduğu krizler ve sorunlardan bunalan Türk toplumu, 2002 sonrasında -yeni bir ümitle ve istikrar unsuruna öncelik vererek- Ak Parti yönetimine destek vermiştir.
Ancak, düşüncemiz odur ki, gerek iktidar, gerekse muhalefet, sözkonusu desteğin asıl mâhiyetini kavramakta gerekli ferâseti gösterememiştir.
Hislerimiz, Türk Milletinin, bu seçimde, verdiği krediyi yeterince değerlendiremeyen iktidar ve muhalefete -yeni dönemin ruhuna da uygun bir şekilde- ölçülü bir ders vermeye çalışacağını işâret etmektedir.
Seçimlerin, ülkemiz için hayırlı olmasını temenni ediyoruz.
Dipnotlar
[1] 2002-2018 yılları arasında, 5 genel seçim (2002, 2007, 2011, 2015 (2 defa); 3 yerel seçim (2004, 2009, 2014) ve 3 halk oylaması (2007, 2010, 2017), 1 Cumhurbaşkanlığı Seçimi (2014) olmak üzere, toplam 12 seçim yapıldı.
[2] TCMB, dış borç istatistikleri
[3] Ak Parti, bu dönemde yapılan seçimlerden “7 Haziran seçimlerinde” iktidar olmak için yeterli oyu sağlayamamış ise de, ikinci parti olan CHP ile arasında yaklaşık 16 puan fark vardı.
[4] Buradaki “şehirli” kavramının “sosyolojik” bir terim olarak kullanıldığını bilhassa belirtmek isteriz.
[5] Ülkemizde, seçmenleri, Batılı anlamda muhafazakâr, sosyalist vb. tanımlara göre tasnif etmek güçtür. Ancak, iş-güç sâhibi, mülkiyete önem veren, millî-mânevî değerler konusunda -ılımlı da olsa- duyarlılık sâhibi, 1950-2000 yılları arasındaki yarım asırlık dönemde umûmiyetle DP, AP, DYP ve ANAP’ ın temsil ettiği çizgiyi benimsemiş seçmenlerin “merkez-sağ” olarak nitelendirilmesinde beis görmüyoruz.
[6] Sayın Erdoğan ve arkadaşları, AK Partinin kurulması sırasında, açık bir dille “millî görüş” gömleğini çıkardıklarını açıklamış olmalarına rağmen, bu gelenekten gelen seçmenlerin önemli bir kısmı (geçmişte Millî Nizam Partisi, Millî Selâmet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi), 2002 seçimlerinde ve sonraki seçimlerde, Ak Parti’ye oy vermişlerdir. Bu seçmen kesimi, özellikle Sayın Erdoğan’ın liderlik yeteneğine güvenerek, mütedeyyin kesimin yaşadığı sorunların, Sayın Erdoğan ve Ak Parti tarafından çözüme kavuşturulacağına inanmış; geleneksel millî görüş fikriyatı ile bağdaşmayan söylemleri ise “taktiksel” eylemler olarak kabûl etmiştir.
[7] Doç. Dr. Yetkin Çınar ve Doç. Dr. Türkmen Göksel, “24 Haziran Seçimleri İçin Meclis Aritmetiği Simülasyonları Ve Seçim Çevrelerinde Son Milletvekilini Kazanmada Bölgesel Rekabet Haritası”, Politika Notu, Haziran – 2018, N. 201822, http://www.tepav.org.tr/upload/files/1528313143-1.24_Haziran_Secimleri_icin_Meclis_Aritmetigi_Simulasyonlari.pdf
[8] Sözü edilen araştırmaya göre, en iyi ve en kötü senaryo ile bunların ortalamasına göre, AKP’nin 24 Haziran seçimlerindeki muhtemel oy oranı ve milletvekili sayısı -HDP’nin barajı aşması durumunda- şu şekilde olacaktır; 47,40%/321 Mv., 42,30%/283 Mv; 44,85%/307 Mv. HDP’nin baraj altında kalması durumunda, Ak Parti için için en iyi sonuçları ifâde eden 1. Senaryoya göre, anılan partinin oy yüzdesi ve milletvekili sayısı şu şekilde gerçekleşecektir; 47,40%/374 Mv.
[9] Canan Özbey, “MHP Seçmenleri” KONDA Seçmen Kümeleri, Mayıs – 2018, http://konda.com.tr/wp-content/uploads/2018/05/KONDA_SecmenKumeleri_MHP_Secmenleri_Mayis2018.pdf
[10] İki aday da, öncelikle 16 Nisan halk oylamasında “hayır” oyu veren seçmenlere hitap etmektedirler. Araştırma sonuçları, bu seçimde, Türkiye ortalaması % 49,5 olan “hayır” oylarının “genç, eğitimli, şehirli, orta-üst gelir seviyesindeki” seçmenlerde % 65 seviyesine yükseldiği anlaşılmıştır.
[11] Doç. Dr. Yetkin Çınar ve Doç. Dr. Türkmen Göksel, a.g.m.