Yürürken muhakkak dikkatinizi çekmiştir, yol kenarlarından asfalta inat, toprak anaya sımsıkı sarılıp başını dimdik hür göklere uzatıp renk renk açan küçücük çiçekler vardır.
Onlar her yerdedir! Parke taşlarının arasından hürriyetlerini ilan ederler, dev gibi bir beton binanın duvarının kenarından, şimdilerde pek revaçta olan site havuzlarının granit taşının köşesinden hep selam verirler, belki de mutlu mutlu gülümseyip bir sevdayı anlatırlar sevgili arzdan yana, kim bilebilir ki?
Çok bakımlı özel güllerin, çalımla, böbürlenerek seçilmiş nazlı, adlarının telaffuzu bile çok zor olan yabancı kibirli bitkilerin yanında onlar kimselerin yardımına ihtiyaç duymadan açarlar, gören gözlere güzellikler sunarlar hep ve kim bilir hangi derde devadırlar.
Ve…
Onların en büyük özelliği özgür olmalarıdır.
Özgürlük ve tarifi, sınırları, özgürlüğün edep ve ahlâk, hukuk, adalet, devlet ile candan dostluğu…
Candan dostluğu diyoruz. Zira özgürlük ile ahlâk sımsıkı dost olmazsa, yani ahlâk kuralları ile özgürlük birbirine ters bakarsa nelerin olacağını ve olduğunu görmek için gazete haberlerine bakmak yeterli değil mi? Ahlâkın koyduğu sınırları aşıp “ben istediğimi yaparım, özgürüm” demek her alanda geçerli olmaya başladı.
Kara para aklamadan vergi kaçakçılığına, devlet malını çalıp çırpmaya kadar her şeyde “özgürlük” diyenler esasında gerçek özgürlüğü sahtekârın kör bıçağıyla boğazlıyorlar, farkındalar mı, bu devrandan mı faydalanıyorlar? Kim bilebilir ki?
Özgürlük ile hukuk arasındaki denge sarsıldığı zaman;
Özgürlük ile adalet arasındaki bağ kopma noktasına geldiği zaman neler neler olmaz ki:
Sağa sola saldırıp her türlü suçu işleyenler kendileri için gerçek adaletin olmayacağını zannettikleri için her şeyden bu kadar eminler.
Aziz Dostlar,
“Nasıl olsa tutuklanmam, nasıl olsa üç beş gün yatar çıkarım, tanıdıklar sağ olsun, adamım var” sözleri sizce de yaygınlaşmadı mı?
Mafya ve mafyavari yapıların insanımız üzerinde kurduğu tahakküm neden kaynaklanıyor?
Tutuklanması gerekenler tutuklanmazken, şüpheliler hakkında bütün deliller ortada iken neden iddianameler bir türlü hazırlanamayıp dosyalar hâkim önüne getirilemiyor veya getirildikten sonra duruşmalar bir dahaki yıla atılıyor, neden?
Çünkü adalet ve hukuk ile özgürlük arasındaki ilişkide adalet ve hukuk neredeyse bitme noktasına geldi.
Bilmem kaç yıl ile yargılananlar kısa zamanda bırakılıp zavallı “gerçek özgürlük” yozlaştırılarak yerlerde sürüklenirken, adalet ve hukuk neredeyse can çekişirken birileri zil takıp oynuyor ne yazık ki…
Aziz Dostlar,
Devlet ve özgürlük… Âdemoğlunun insanca yaşaması için çok önemli bir bağ. Buna diğer bütün canlıları, cansızları da katabiliriz aslında.
Önce bize bakalım:
“Eski Türklerdeki devlet yapısını incelediğimiz zaman temelinin halk, özgürlük, ülke ve kanundan müteşekkil dört temel unsur üzerinde kurulu olduğunu görürüz. Bu unsurlardan kanun şaşmaz bir şekilde uygulanır ve böylece devlet vatandaşına eşit davranır, özgürlük de güven altındadır, halk da elbette devlet de.
Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde ne diyor:
“Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır.”
Burada kimsenin kimseye üstün olmadığı, herkese eşit uygulanmak zorunda bulunan, sınırları belli bir hürriyet alanı ifade edilmektedir, elbette anlayana, bilene, yaşayana…
Kısaca Batı’ya bakalım bir de:
Ünlü Fransız Devriminin esas kahramanlarından olan J. J. Rousseau’nun kendisi kadar ünlü “Toplumsal Sözleşmesi” bir felsefi alt yapı ve çok önemli bir siyaset teorisi aynı zamanda.
Rousseau “Toplumsal Sözleşmesinde” özetle şunu ifade ediyor: Sınıf ayrımı gözetmeksizin her birey kanun önünde eşit kabul edilmelidir.
Bu tarif de bize hürriyeti de anlatıyor: Devlet kanunlar çerçevesinde her vatandaşını eşit kabul edip hürriyetinin de aynı şartlarda yaşanmasını sağlamalıdır.
Yani…
Yani “kafamıza esti, canımızın istediğini yapalım, özgürüz, bu kanunlar bize işlemez, biz hürüz, kimse bize dokunamaz, dokunan yanar” ifadeleri hürriyetin kullanılması değil, tam tersi bu kavramın katledilmesidir.
Bunun neticesi de toplumda giderek hukuka güvensizlikten kaynaklanan ve hızla yükselen yozlaşma, ihkak-ı hak, karmaşadır. Artık inanılıp dayanılmaktan çıkmış adaletin elbette kaos adlı çocuğu olacaktır sonuçta.
Aziz Dostlar,
Allah sonumuzu hayreylesin deyip bu mecradaki seslere bakalım mı:
Avşar Aşireti ile onu yerleşik düzene geçirmek isteyen Osmanlı arasındaki özgürlük kavgasında şöyle seslenir Dadaloğlu, yılların ötesinden:
“Kalktı göç eyledi Avşar illeri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlu yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice Koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir”
Yüzyıllar evvel ne diyor adalet ve hürriyetin tam karşısında olan esaret için Hayretî:
“Ne Süleyman’a esiriz ne Selim’in kulıyız
Kimse bilmez bizi bir şâh-ı kerimin kuluyuz.”
Yine yılların ötesine dönelim ve Namık Kemal’in ünlü “Hürriyet Kasidesine” bakalım:
“Ne efsunkâr imişsin âh, ey dîdâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden”
Aziz Dostlar,
Kaside deyince elbette aklımıza yine yüzyılların ötesinden bize seslenen Fuzuli geldi. Hayatın özetini ne güzel yapıyor:
“Işk İmiş her ne var âlem’de
İlim bir kÎyl ü kâl İmiş ancak…”
Aynı Fuzuli adaletin şaştığını da “Şikayetnamesinde” Kanuni’ye şöyle ifade ediyor:
“Selâm virdüm rüşvet degüldür deyü almadılar,
Hüküm gösterdüm, fâ’idesüzdür deyü mültefit olmadılar…”
Ah, ah! Adaletin şirazesi kaymayagörsün…
Ama…
Ama neticede bir Fuzuli çıkıp yüzyıllar ötesinden seslenir yüreklerimize, anlayana, duyana…
Aziz Dostlar,
Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz: Samanyolu Gökadasında dolanıp duran Güneş adlı yıldızın etrafında dönen, masmavi, arz denen uzay gemisindeyiz nasıl olsa!