Yeryüzündeki kültürel ortaklıkların ve benzerliklerin nedenlerinin yoğun olarak merak edildiği ve araştırılmaya başlandığı 18. ve 19. yüzyıllardan günümüze pek çok bilimsel çalışma yapılmış, pek çok kuramsal yaklaşım ortaya konmuştur.
Bu cümleden olarak kültürlerin kaynağı ve kökeni konusunda halk biliminin, etnolojinin ve kültürel antropolojinin yoğun ilgisine mazhar olan pek çok kuram arasında ikisinin öne çıktığını görüyoruz: bunların birincisi kültürlerin göçü; diğeri ritüellerin kaynağı…
Göç, yayılma ve tarihî-coğrafi kuram gibi adlar alan “difüzyonist/yayılmacı kuramlar”a göre kültürler başlangıçta bir kaynaktan çıkmış ve dünyaya oradan “4K Göçü” olarak özetlenebilecek “kavim”, “kitap”, “komşu” ve topluluklar arasında kız alıp verme ile ortaya çıkan “kadın” göçü yoluyla yayılmıştır. Bu yaklaşıma göre yayılma merkezi olarak iki coğrafi ve kültürel havza öne çıkmıştır.
Kültürlerin kökenini Hindistan olarak gören birinci görüş, daha çok Aryan, Anglo-Sakson topluluklar arasında ve Kuzey Avrupa’da; Mısır olarak gören ikinci görüş ise Latinler, Güney Avrupa ve Akdeniz çanağında öne çıkmıştır.
Ne var ki, Hindistan ve Mısır gibi iki kültür havzasının ortak kültür unsurlarının kaynağı olarak tartışıldığı dönemlerde Türkistan bozkırları, Uzak-Doğu, Amerika yerlileri ve Sahra altı Afrika’nın kültür havzaları ve dünya kültürlerinin oluşumuna olası etkileri pek dikkate alınmamış ve üzerinde yeterince durulmamıştır. Mesela Nevruz söz konusu olduğunda Japonya, Kore, Çin ve Türkistan’da yaygın olan 12 Hayvanlı Takvim üzerinden bir kültür havzası çalışması yapılmamıştır.
Bilim dünyasını meşgul eden Kuzey ve Güney Avrupa odaklı ve birbiriyle çatışmalı Hindistan ve Mısır görüşleri, tarihî-coğrafi kuramla daha uzlaşmacı bir biçime sokulmuş; kültürlerinin kökeni için belli bir yeri işaret eden peşin hükümler yerine, ilk biçimin araştırmalar sonunda bulunabileceği fikri benimsenmiştir.
Bu kuram, kültürler arasındaki benzerlikleri, “akarsu geçtiği yeri ıslatır” ve “kültür unsurları durgun suya atılan taşın dalgaları gibi etrafa yayılır” metaforlarıyla açıklamaya çalışmıştır.
Kültürlerin kaynağını ve kökenini ırmakların doğduğu su gözesine veya taşın durgun suya ilk atıldığı yere benzeten bu görüş, tarihî derinlikte ve coğrafi genişlikte yapılacak iyi bir araştırmayla kültürlerin kökeninin, bir unsurun ilk biçiminin yani “urform”unun bulunabileceğini savunmuştur.
Ancak bir kültür unsurunun coğrafi yaygınlığına derlemelerle, araştırmalarla ulaşmak görece daha kolayken, başlangıca ait tarihî kayıtların yetersizliği, binlerce belki on binlerce yıl önceye ait sözlü kaynaklara ulaşmanın imkânsızlığı, zaman içinde “urform” bulmayı bilimsel bir sonuç olmaktan çıkarmış “peri masalı” benzeri bir hayale dönüştürmüştür.
“Urform” bulmaya yönelik ısrarlı derleme ve denemelerinin her defasında başarısızlıkla sonuçlanması, bilim insanlarını bir kültürel unsurun kökenini bir yere, bir coğrafyaya veya bir topluluğa bağlama yerine yeryüzündeki yayılımını görmeye ve yorumlamaya yöneltmiştir.
Bu nedenle yaygın bilimsel yaklaşım, kronolojisi oluşturulamayan, somut tarihî-arkeolojik belgelerine ulaşılamayan, çizgisel takvimde yeri gösterilemeyen; buna karşılık döngüsel takvimle, sözlü kültürle, mit ve ritüellerle varlığı kavranan kültür unsurlarının “urform”unun aranmasına yönelik çalışmalar eski cazibesini yitirmiştir.
Böylece kökleri sözlü kaynaklara dayanan ve pek çok yerde görülen kültür unsurları için “buraya aittir” yerine “burada da var” görüşü ağırlık kazanmıştır. Buradan hareketle Nevruz’un bulunması imkânsız kökenini, ilk biçimini yani “urform”unu aramak yerine yaygınlığı üzerinden değerlendirmeler yapılabilir.
Öte yandan Nevruz’un kökenini araştırırken karşılaşılan sorulara cevap ararken başvurulabilecek bir yaklaşım olan mit-ritüel kuramı ise; ritüelin esas olduğunu, ritüelin neden var olduğunu anlatan mitin ise kültürlere, çağlara ve coğrafyalara göre değiştiğini söylemektedir.
Kuzey Yarımküreye baharın gelişinin sembolü olan Nevruz’un geceyle gündüzün eşitlendiği, gündüzlerin uzamaya başladığı bir doğa olayına işaret eden 21 Mart’ta kutlanması, bu ritüelin değişmez yanıdır. Buna karşılık Nevruz kutlayanların kutlama gerekçeleri yani mitleri çeşitlilik göstermektedir.
Mit-ritüel kuramı, ritüeli temel; miti onun izahı olarak görmektedir. Ancak kimi araştırıcılar tarafından önce mit vardı, mitin kutlanması anlamında ritüel oluştu görüşü de yabana atılmamaktadır. Yani önce mit mi vardı yoksa ritüel mi sorusu da, sözlü kültürlerin başlangıcına erişemeyeceğimiz ve “urform”una ulaşamayacağımız için bilim açısından cevapsız kalmaktadır.
Bu durumda Ortadoğu-Ortaasya, İran-Turan eksenindeki “Nevruz bizimdir” tartışmaları bu kuramların ulaştığı, daha doğrusu ulaşamadığı sonuçlar üzerinden de ele alınabilir ve bilim insanlarının “urform” bulunamaz ve bir ritüelin pek çok miti olabilir tespitine itibar edilerek “Nevruz bizde de var” görüşü öne çıkarılabilir.
Nitekim UNESCO da İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsilî Listesine Nevruz’u on üç ülkenin ortak mirası olarak bu yaklaşımla kaydetmiştir. Bu on üç ülkeye Ortaasya, Kafkaslar, Sibirya, Balkanlar gibi coğrafyalardaki diğer ülkelerden de yeni katılımlar olabilir ve dosyaya katılan ülke sayısı giderek artabilir.
Mesela mitolojisi eski Roma ve erken Hıristiyanlık dönemine uzanan bir bahar ritüeli olan Sevgililer Günü küreselleşen bir buluşma, kavuşma ve kutlama nesnesi olurken; Nevruz’un “benimdir” veya “senin değildir” şeklindeki tartışmaların odağına yerleşmesi, Nevruz kutlayan coğrafya için kültür ve kalkınma ekseninde ciddi bir kayıptır.
Nevruz pekâlâ Hindistan’dan, Pakistan’dan Balkanlara kadar çok geniş bir coğrafyanın ritüeli olarak sürdürülebilir kalkınmanın, kültür endüstrisinin, tüketim alışkanlıklarının, kültür aktarımının, insan sevgisinin, doğa ve çevre bilincinin lokomotifi ve pek çok sanat alanının ilham kaynağı olabilir.
Nevruzunuz kutlu olsun!..
[i] Ankara Hacı Bayram-ı Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi