Türk Dünyası için duyarlı, son derece hassas günler, nedense çok da bir şey ifade etmez ülkemizde, hiç düşündünüz mü? Doğrusu, şahsıma söyleyeyim bunu pek de anlamış değilimdir, hiçbir zaman anlamlandıramam ve de anlamlandıramıyorum, Sevgili Okurlar. Bir de üstüne üstelik bu farkındalığı yaratmak için insan üstü çaba gösteren sivil toplum kuruluşları ülkemizde olmasına karşın. Sanki biraz duyarsızız, gibime geliyor. Duyarlılıkları önde gidenlerden biri Dost Kardeş Serdar Şahin’in başkanlık ettiği “Türk Dünyası STK Kuruluşları Platformu” dur. Bitmez tükenmek bilmeyen enerji ile bir farkındalık sinerjisi yaratmaya çalıştıklarını özellikle belirtmeliyim. Bu farkındalığın yeşermesine, gelişip büyümesine, duyarlı zeminin de hazır olmasına rağmen, ama öyle inanıyorum ki, gün gelecek Türkiye Yüzyılı ile beraber bu zemin de hareketlenecek. Son derece iyimserim. Bir kere peşinen söyleyeyim, yerküremizde en çok mağdur edilen, insanlığa karşı işlenen suçlarla mağduriyete uğratılan toplum “Kadim Türk Toplumu”dur. Soğuk Savaş sonrası Orta Asya Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, yani 1992 yılında başlayan ve ‘Türk Devletleri Teşkilâtı’ (eski adıyla Türk Konseyi) Sekretaryası’nın kurulduğu 2010 yılından sonra Avrupa Birliği gibi ‘Türk Birliği’ne giden bir süreç başlamasına karşın, hâlâ “Türk Algısı” “Türk Düşmanlığı (Turco foby)” ya da “Türk nefreti” ile anılmaktadır. Daha doğrusu öyle yeğlenmektedir, üzülerek ifade etmek gerekir ki, henüz sular durulamamıştır. Akan su mecrasını bulamamıştır. Avrupa Birliği sınırları içerisinde sadece “Holokost, Yahudi Soykırım Farkındalığı”ndan başka bir yere yer yoktur. Yani, Yahudiler kalplere eğilmişler, yer etmişler ve bu işi de bihakkın becermişlerdir. “Türk Korkusu”, “Türk Düşmanlığı” ve maalesef “Türk Nefreti” hafifletilememiştir. Bunu açıkça görebilirsiniz, hemen her yerde. Bu durum, Avrupa’daki Türk entelijansiyasının ilgisini çekememiş, yeşiller hareketi fazlasıyla alakalarına calib-i dikkat tesisi etmiştir.
Birleşmiş Milletler (BM) koridorlarında öyle çığırtkan toplumlar vardır ki, ülkelerine yönelik hafif bir karşı duruş daha belirginleşmeden yeri göğü inletirler, ondan sonra koskoca BM geri adım atmak zorunda kalır. Ama toplumumuzda nedense “ağır ol molla desinler” vecizesi ile “eline vur ekmeğini ağzından al.” Sözü hep egemen olmuştur. Bu mod, her istenilen kolaylıkla yaptırılabilmenin modudur. Bu gerçek anlamda haklılığını ifade edememek, haykıramamaktır, başını öne eğmektir, mahalle baskısı ile bastırılmaktır, susturulmaktır. Bastırılmanın, susturulmanın ötesinde bir de “ön plana çıkma, zırvalama ki seni düzgün, bilgili aklı başında adam sansınlar” gibi cehaletini dışa yansıtma gibi bir anlamı daha vardır ki konumuz bu değil tabii ki.
Türk toplumunda yüzyıllardan beri büyütülen toplumsal kültürümüze imbiklenerek yerleşen pasifliğimizin, ses çıkarmamalarımızın, sorunlarda patlayamamalarımızın “halimize şükürle” şekillenen ve de acıma duygusuyla insanları rahatlatan bir işlev içerdiğini sadece söylemekle yetinelim. Öyle ya, Türkiye’de halinden memnun olmayanlar kendilerinden daha kötü olan birini gördüklerinde, büyük bir huşu içinde kendilerine geliyorlarsa onca haksızlığa, baskıya, sömürüye niçin başkaldırmadıkları da rahatça anlaşılır. (1)
Sanırım, bir başka zayıf olduğumuz konulardan birisi de maalesef devletin önde gelen aygıtlarından, devletin kuruluş felsefesini onlara borçlu olduğumuz aşıklarımıza, yazarlarımıza, filozoflarımıza nedense gereken önemi atfetmiyor, olmamızdır. Oysa bütünleşikliğimiz bir ve beraber olmamızın çimentosu “yaşayan tarih” sıfatını taşıyan âşıklarımız, aşuğlarımız, ozanlarımız, yazarlarımız ve filozoflarımızdır. Geleceği alınlarında en önce hisseden, çağının önünde yaşayan onlardır. 31 Mayıs Çarşamba günü Türk Edebiyat Vakfının davetlisi olarak Türk coğrafyasının ortak sesi, Azerbaycan Türkü “Anar Rızayev”, kısaca “Anar”ın 85 yaşı etkinliğine katıldım, dostlarla beraber oldum. Bir de onun huzurunda kendisini merkeze oturttuğum “Ocak, Ozan, Aydın ve Önder Dörtlüsü” konusunda bir konuşma yaptım. Bir yazarın yaşarken ulaşabileceği en büyük onura sahip oldu, “anımsanabilmek onurluğu”. Yalnızlaştırılmak ve de ıssızlaştırılmak ise yazarın dünyada iken cehennemi yaşamasıdır. Kendisine dünyevi maratonunda mutluluklar diliyorum. Ama bizim malum medyamız yine bu etkinliğe maalesef hiç ilgi göstermemiştir. Ne diyelim, yazık, yazık ki ne yazık.
“Yaşayan Dede Korkut Anar”, Türk Dünyası’ndan evrene açılan çok geniş ufuklu bir uygarlık, çağdaşlık penceresidir. Zamanın ruhunu onun sözleriyle kavrayanlar, topluma olaylara, insanlara aynı yüksekliklerden bakanlar kapalı kapılar arkasında planlananları olabilecekleri görebilir. (2) “Devlet, ebed müddet”şiarı koşutunda günümüze kadar gelen devlet geleneğimiz “Ocak, Ozan, Aydın ve Önder Dörtlüsü” üzerinde varlığını insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar sürdürmüş elan da güçlenerek mevcudiyetini sürdürmeye devam etmektedir. Devlet geleneğimizin bu geleceği kucaklayan dörtlüsü neredeyse mahşerin ölümsüz dört atlısı (four horsepersons) değerinde, hükmünde, mesabesindedir. O kadar ki, Hıristiyan şeriatındaki mahşerin dört atlısı, kıyamet gününde ortaya çıkacaklarına inanılırken, oysa bizim karşılıklı uyum içerisinde olması gereken dörtlümüzün ahengi millet ve devlet olmanın gizil anahtarını oluşturmaktadır. Gizil sözcüğünü sır anlamında kullanıyorum, aman yanlış anlaşılmasın, “Gizil” gizli anlamında değil, sır herkesin akıl yürüttüğü o sinerjiden yararlanmak istediği bir durumdur. O yüzden Türklerin sinerjisi tüm diğer ulusların dikkatini çekmektedir. Onun için devlet geleneği ütopik, hayalî değil, dünyevi ve gerçekçidir.
31 Mayıs; “Siyasi Baskı, Sürgün ve Açlık Kurbanlarını Anma Günü”dür, bu anma günü sadece Kazakistan Türklerine ait midir? Tabii ki değil. Tüm Türklerin, Türk Dünyasının ve kendini “Türk” hissedenlerin bir anma günüdür. Ortaya konulan “töreye” evet diyenlerin, rıza gösterenlerin hep birlikte evet dedikleri bir gün olmalıdır. Doğrusu bu.
Bolşeviklerin yanlış politikaları sonucunda 1920’li ve 1930’lı yıllarda meydana gelen açlıklarla toplam 5 milyona yakın “Kazakistan Türkü” planlı ve önceden planlı bir biçimde canından edilmiştir. Tam bir soykırımın bütün parametreleri kendilerine icra edilmiştir. “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması BM Sözleşmesi”ne göre, önceden planlanmıştır, bir örgüt eliyle icra edilmiştir. Soykırım kavramı hukukî, bir başka ifadeyle uluslararası arenada son derece teknik bir olgu olarak düzenleyen bir hükümranlık sultasını içermektedir. Hereşeyden önce, zalim bir yönetimin mazlum bir ulusu Türk Milletini bütünüyle yok etmesini hedeflemiş olmasıdır. Uluslararası hukuk normlarına göre, “soykırım suçlaması” son derece ciddi ve zaman aşımı olmayan bir iğne – çuvaldız yaklaşımıdır. Soykırım suçlamasının diğer önemli sorgulamalarından birisi de ölü bakışlarının fazla olması değil; olaydaki “kasıt, niyet”unsurunun öncelikle ele alınıp alınmadığı meselesidir. Türklere karşı yapılan insanlığa karşı işlenen suçlamalarda başat konu “yok etme kastı”(niyet) ve arkasındaki saik (güdü) unsurlarının birlikte icra edilmiş olmasıdır. Bu durum Antisemitizmden de ileride bir durumu dikte ettirmektedir. Evet sevgili okurlar, Doğrudan Türk milletine karşı hemen her devirde icra edilenler soykırım mertebesindedirler. Bütün Türk Soykırımlarında ortak nokta, bütünüyle soykırım suçlamasının planlama, örgütlenme ve kasıt(niyet) üç parametresinin birlikte uygulanmasıdır. Unutmayalım. Toprağı bol olsun, değerli dostum Stanford Shaw Balkanlarda yapılanlara bakıp iç çekerek ‘Osmanlı Holokost’u derdi. derdi. Yahudi kökenli kadim dostum Yahudilere özgü tek kelime olan Türk Soykırımın betimlemek için “Holokost”(Yahudi Soykırımı) sözcüğünü bile paylaşırdı.
Sovyet yönetiminin kolektifleştirme politikasına karşı 1929-23 yıllarında 372 isyan yaşanmış ve hepsi de acımasız bir biçimde bastırılmıştır. 1929-1933 yıllarında yaklaşık 2 milyon kişi hayatını kaybetmiştir. Yaklaşık bir milyon kişi hayata tutunabilmek için başka ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır. 1937- 38 yıllarında Alaş aydınlarına karşı yürütülen “Kızıl Terör”de 103 bin Türk aydını yargılanmış ve insanlık dışı zulme uğramış bunun 25 bini ölüm cezasına çarptırılmış ve idam edilmiştir. Kazakistan topraklarında İkinci Dünya Savaşı sırasında ilk kurulan ana kamp olan “Auschwitz Nazi Toplama Kamplarından çok daha fazla mezalim merkezi 11 toplama kampı kurulmuştur. Polonya’nın Kraków şehrinin 60 km batısında, küçük bir şehir olan Oświęcim’in güneybatısında, Auschwitz’de bir koca gün onların bıraktıkları sesleriyle geçirmiştim. Değişik bir iklimde anımsıyorum.
Kazakistan’daki kamplarda hüküm giyenler ve onların aileleri sözle anlatılamayacak insanlık dışı işkencelere maruz bırakılmışlardır. Bu dönemde Kazakistan topraklarına Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan halklardan bir buçuk milyon insan getirilerek hibrit bir toplum yaratılmak yoluna gidilmiştir. Almaatı’ya giderseniz ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Günümüzde de ‘Doğu Türkistan’da yaşananlar bundan farklı değildir. Şimdi sormak lazım değil mi? Sorarım size sevgili okurlar, “31 Mayıs- Siyasi Baskı, Sürgün ve Açlık Kurbanlarını Anma Günü”nden kaç kişi haberdar ya da farkındadır. Bağımsızlık uğuruna mücadele eden, şehit olan aydınlarımızı ve açlık kurbanlarını saygı, rahmet ve minnetle anıyorum.
Evet sevgili okurlar, farkındalığın etkinleştirilmesinde biraz aksak adımlarla ilerlemeye çalışıyoruz, yeterli mi? Kuşkusuz değil. Ama bir şey söyleyeyim mi, aksak da olsa koşmak gerekiyor. Küçük aksak adımlarla doludizgin koşmalıyız, koşmak zorundayız, maruz kaldıklarımızı anlayabilmek için.
Dipnotlar
(1) Binnaz Uzun, “Küçük aksak adımlarla doludizgin koşmak” Birgün gazetesi, https://www.birgun.net/haber/kucuk-aksak-adimlarla-doludizgin-kosmak-412248/ Erişim Tarihi 04.06.2023/
(2) Pervin Nuraliyeva, Çağının Önünde Bir Yazar “Anar”, İstanbul, Nisan 2023, s.7