Bu ülkede hiçbir fikir müstakil ve yerli değildir. Milliyetçilik devşirme, İslâmcılık devşirme, Sol, Marksizim, Maoculuk, Avrasyacılılık, hep devşirme. Hele “Komünizm tehlikesi” belirince bunların kendilerine yabancı müttefikler bulması. II. Mahmud gibi, “denize düşüp yılana sarılmış” hepsi de. Bu kusurdur; bu sorgulanmalarını ve ayıklanmalarını gerektirir. Ama Dadaş amcanın elinde değnekle “gulhuvallah ve fâtiha” üzerinden sokak arasında Müslümanlık testi yaptığı, sarkık bıyıklı Ülkücülerin Dokuz Işık’tan, kurtarılmış bölgelerdeki yeşil parkalı devrimcilerin Politzer, diyalektik materyalizm ve Nazım şiirlerinden sigaya çektikleri bir dönemde safını kim hakkıyla belirleyip ve içeriğini bilip tam manasıyla seçebilmiştir. Bir tarafta Allahsızlık ve dinsizlik getireceği düşünülen bir peykin taraftarları, diğerinde Marshall ile başlayan süt tozunun beslemesi maneviyatçılar. Nimeti inkâr küfürdür. Oysa milliyetçilik iddiasında bulunanların evvelâ “Yankee go home” yahut “Hoşt ulan köpek” demesi gerekirdi. Ama o değil midir ki, kâfir aslen nimet-i küfr olandır.
Milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı bütün siyasî yapıların oval ofisten özel hatla aranmayı, ABD seyahatlerini birer fetih ve tarihî hâdise diye vermelerini, yalnız doların gücü ile ilişkilendirmeyin. Bu kara sevdanın başka sâikleri de vardır. Muhafazâkârlarımız, yüzünü günde beş kez Kâ’beye dönüyorsa, Reagan ve Thatcher’dan beri en az on kez de İngiltere ve ABD’de dönmekte; Allah’a kul olmakla Neo-muhafazakârlığın tanrılarına ABD olmayı da aynı şerefle benimsemektedir. Zira bir mün’im-i hakikî varsa bir de sermayenin mutlak sâhibi, siyasetçilerimizin hâmisi Beyaz Saray ve Kraliçe Hazretleri mevcuttur. Öte dünyada Allah’a hesap vermenin endişesini taşıyanlar, tabiatiyle bu dünya için de acaba Beyaz Saray ne der diye beyzbol sopasını kafaya yemeyi cehennemden daha büyük bir azap sayar. Öte yanda cennet, cehennem, huri, zebani varsa bu dünyada da IMF, para fonları, büyük sermaye grupları vardır. Beyaz Saray’da Başkanı görmek, kraliçenin iltifatına mazhar olmak cemâlullahla müşerref olmakla neredeyse eş değer görülür; başkanla görüşmek ayrı bir tonla yer alır mümtaz muhafazakâr basınımızda. Bakmayın siz heyt huytlara; o şefkatten uzak kalmış, başı okşanmamış, yanağından makas alınmamış minik çocuğun haşarılığıdır. Okşanınca yine munisleşir. Türk muhafazakârlığının Amerika ile ilişkisi, 1950’den beri Katolik nikâhı üzerinedir.
Dünya üzerinde yerlilik iddiasında olan hiçbir fikir o dönemde bu iki kutuptan biri tarafında saf tutmakdan uzak kalmamıştır. Türk Edebiyatı Dergisi’ne retrospektif ve anakronik bir bakış söylediğiniz. Dönemiyle birlikte değerlendirmek gerekir. Dergi İslâmcı değil maneviyatçı ve milliyetçidir. Ve o dönem İslâmcı-Türkçü münevverlerin (dikkat edin münevverler, ayak takımı değil) ittifakı, komünizmle mücadeleden beslenir. Ve ilginçtir; çoğu münevver asker yolu gözleyip yapılan darbeyi Fetihle, darbeci paşaları da Alparslan ile Fâtih ile Yavuz ile kıyaslar (Buna Kabaklı, M. Ergin, İ. Kafesoğlu, Tanerî gibi milliyetçiler ve FETÖ ile medreseden yakın arkadaşı, sonradan “Cengiz-i fitne-engîz imamı” denilen Kırkıncı gibi Nurcular da dâhildir). Ve ilginç, hepsi de paternalisttir.
Bugünden ve bugünün zaviyesinden eleştirmek ve yaftalamak kolay. Amerikan beslemesi fikirler elbet çok var. Türk-İslâm Sentezi (ki çok yanlıştır), eğer Neo-muhafazakârlıktan ayırarak düşünür iseniz çok yanılırsınız. Ve hazindir, o ehrama hep birlikte taş taşımış milliyetçi, mukaddesatçı, İslâmcı muhafazakârlarımız… Evvelâ Albay’ın rolü meşkuk. Ama Rus beslemeleri de var. Bekâ vadisinde gerilla eğitimi alan solcular da… İslâmcılar’da da İhvan-ı Müslimin, İran beslemesi. Ama bahsettiğiniz dergide bana bir tane İhvancı veya İrancı söylem söyler misiniz?
Ülkücülerin İslâmcılaştırılması ifadesi de sorgulanmalı. 12 Eylül’de içeriye girenler arasında İslâmcılığı benimseyenlerin ve daha sonra milliyetçiliği küfür olarak nitelendirenlerin sayısı mebzul miktarda. Milliyetçiliklerini câhiliye dönemi olarak görenler de öyle. Bugün Türk Edebiyatı dergisine dönüp dikkatli bir göz ile okursanız milleti ve maneviyatı ile barışık, dinsizliğe karşı rafine bir İslâm yaratılmaya ve bir Alperen (BBP’nin temsil ettiği değil) nesli yetiştirilmeye çalışıldığı görülür. Eli kalem tutan, okuyan ve fikren beslenmek isteyenlerin müracaat ettiği, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılan ve çoğu Ülkücüye mektep olan yer, Kabaklı merhumun Türk Edebiyatı’dır. Dergiye bir bakın, bugün Türkçü, milliyetçi, ülkücü eli kalem tutan pek çok ismi, pek çok entelektüeli ve akademisyenimizi orada bulursunuz.
Mimarlardan biri de Albay’ın Ülkücü gençlerin eğitimi işini bizzat ricâ ile tevdi ettiği, “vatan anne” bilip hürmet ettiğimiz merhûme Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’dir. Ülkücü gençliğin 80 öncesi eğitim programını hazırlayan, 9 Işık’a göre ülkeyi dokuz gruba bölüp eğitim müfredatının içeriğini belirleyen odur. Türkçülüğe sokulan, zerkedilen İslâmcılık dediğiniz; Osmanlı’nın temsil ettiği rafine İslâm’dır. Bitlis’in Hizancı, Adıyaman’ın Menzilci, İran’ın devrimci, Mısır’ın ihvancı ve Arap dünyasının Baasçı İslâm’ı değildir.
O dönemin müşterek milliyetçi, İslâmcı ve mufakazakâr reflekslerini değerlendirirken komünizmi ve devletin bekası endişesini mutlak göz önünde bulundurmak gerekir. Bu tehlike Ülkücüsünü, Selametçisini, Işıkçısını, Akıncısını, Nurcusunu, Menzilcisini ilh… aynı safta toplamıştır. Şer’e karşı ittifak bütün farklılıkları geçici bir süre durdurmuştur. Birbirlerinin söylemlerinden, inançlarından, itikatlerinden ve fikirlerinden etkilenmişlerdir. Albay’ın “sağla gecikmiş kavga” söylemi bunun bir göstergesidir. Bugün için bir şey yapılmak isteniyorsa, özgün ve müstakil olunmak isteniyorsa öncelikle bir yapısökümüne ihtiyaç vardır.
Daha da ilginç olanı dinsizliğe karşı Papa ile ittifak kurmak isteyen ve bu işin mimarlığını üstlenen ilk isimlerden birinin Said-i Kürdî oluşudur. Onun Papa’ya mektubunu okumanızı öneririm. FETÖ’nün Papa’nın elini öpmesinin altında da o hürmetkâr mektup vardır. Bir dönem eğer Nurcular Ülkücülerce hoş görülüp, başları okşanmış ise nedeni, şer’e karşı bu ittifakta ve Kürdî’nin bu mimarlığında aranmalıdır.
İkinci neden ise Tarih anlayışlarının müşterek olmasıdır. Muhafazakâr, milliyetçi, İslâmcı bütün tarih anlatıları, tarihin başlangıcı için farklı milatları benimsemiş olsalar dahi hepsi devletçi, ulü’l-emirci, din ü devlet ve mülk ü milletçi, paternalisttir. Bunları birbirinden tefrik etmek, hele yakın döneme, Cumhuriyet dönemine yaklaştıkça çok zordur. Tarih, hele Osmanlı tarihi şanlı geçmiş, bir mefâhir hazinesidir. Uzak ve yakın geçmiş istisna, hepsinde de rol modeller müşterektir. Haydi, size bir ipucu vereyim; Buğra’nın Osmancık’ını, Özkişi’nin Köse Kadı’sını, Atsız’ın Deli Kurt’unu, Ayverdi’nin Türk Tarihinde Osmanlı Asırları’nı, Erol’un Ciğerdelen’ini Bahadıroğlu’nun Merhaba Söğüt’ünü yahut Sunguroğlu’nu, Mısıroğlu’nun ve Müftüoğlu’nun eserlerini karşılaştırarak ve dediğim gözle okuyun; hiçbir fark göremeyeceksiniz. Tahir’in dişileştirdiği Devlet Ana bir tık farklıdır. Ama onda da tuttuğunu koparan bir ana vardır. Gidin Anadolu’nun Ülkü Ocaklarına; Mısıroğlu’ndan, Müftüoğlu’ndan, Işıkçıların Seadet-i Ebediyyesinden ve o beyaz kapaklı cins cins kitaplarından bol miktarda bulursunuz. Mısıroğlu’na, Şimşirgil’e, Ekinci’ye kızanların onları besleyen eserlere Ocaklarında yer vermesi de mucib-i hayrettir.
Ülkücülerin en büyük kusuru; İstiklâl Marşı’nın ilk iki kıtasını ezberden okuyan ve hele “din ü devlet mülk ü milletten bahseden”herkesi milliyetçi sanmalarıdır. Oysa bu ezber Millî Eğitim’in marifeti; paternalist söylem ise epistemik tarihlerin ve tarihçilerin eseridir. Kandırılmaya, iç içe geçişlere, ittifaklara, müşterek hareket etmeye çok müsaittir. Bütün muhafazakâr ve milliyetçi yapılar için tarih, öncelikle bir inanç alanıdır. Kitabî değil; şifahî ve menkıbevî bir İslâm’ı benimseyenler için tarihe iman etmek çok daha işlevseldir. Üstelik küreselleşmeden bahsedildiği, rolleri büyük sermaye gruplarının belirlediği bir çağda üç cihanda at koşturan, çağ açıp çağ kapayan atalarımız bla bla bla,…. Ezcümle, açın youtube’dan Ata Demirer’e pek benzeyen Şeyh Mehmet Pehlivanlı’nın sohbetlerini, bâhusus “Türk-İslâm birliği” videosunu izleyin. O söylemde, tarih anlayışınızı rahatsız edecek bir şey var ise, boynum kıldan incedir. Şimşirgil’in sarıklısı, sakallısı ve göbeklisi. Üstelik daha nurani, daha sevimli ve daha beliğ. Bazen “işe bak sen” tekrarına düşüyor, lâkin Şimşirgil de hâlâ Boyabatça konuşuyor ve Osmanlı’yı yücelteceğim diye hakikatleri bir bilim adamına yakışmayacak şekilde tahrif edebiliyor. Ama ikisi de özünde mev’ize ve menkıbe anlatıyorlar. Pehlivanoğlu’nun sohbetlerini dinlerseniz, Kayı’yı, Otağ’ı okumanıza lüzum yoktur.
Hamiş:Bugün de hiçbir ideolojimiz, hiçbir fikrimiz yerli, millî ve özgün değildir. Olmasını da beklemeyin zaten. Ayıklamak, tartmak ve bir mizana vurmak o ideolojiyi benimseyen ve sorgulayanların vazifesi. Sorgulamıyorsanız, “yaşasın sloganlar.”
Yahya Kemâl TAŞTAN; Doç.Dr., Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Türk Dünyası Araştırmaları Bölümü, Sosyal Ekonomik ve Siyasal İlişkiler Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi