- Kitap Adı: Başımıza Gelenler
- Yazar: Mehmed Arif
- Yayınevi: Babıali Kültür – BKY
- İlk Baskı Yılı: 2005
- Dil: Türkçe
- Sayfa Sayısı: 612
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen
Başımıza Gelenler
“Başımıza Gelenler” yazarı tarafından bizzat yaşanmış, büyük ve millî bir felâketi, “93 Harbi” diye bilinen 1877-78 Rus Harbi’ni tarafsız, her açıdan ele alan hikâyesidir.Yazar kitabında savaşın görünen yüzünü anlatmasının yanında; savaşın tarihlere geçmesi mümkün olmayan görünmeyen ve bilinmesi mümkün olmayan iç yüzünü, subayların, erlerin, gönüllülerin ve savaş sahasındaki müslim, gayrimüslim, dost düşman, her kavim ve kabileden oluşan sivil halkın ruh hallerini, inançlarını, duygu ve düşüncelerini, hep beraber çekilen maddî ve beşeri güçlükleri; geçirilen buhranlı ve değişken ruh hâllerini; kahramanlıkla korkaklık, cesaretle bozgun arasında gidip gelen insanî duyguları, buna sebep olan eski ve yeni siyasi ve sosyal şartların mâhiyetini, gelenek görenek ve eğitim sisteminin bu hâllere olan etkilerini tespit etmeye çalışmış ve çok doğru noktalara değinerek yerinde teşhislerle geçmişimizde yaşanmış önemli bir savaşı bilinmeyenleriyle kitabına aktarmıştır…
Bu eserde, askerî tarih literatürümüze 93 Harbi olarak geçen, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin her safhasını cepheden takip eden Mehmet Arif Bey’in gözlemlerini anlatmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen sonunu getiren bu harpte yaşananları tetkik ederek çöküşün nedenleri açıklamaya çalışmıştır.
Ertuğrul Düzdağ tarafından yayına hazırlanan kitabın önsözünde tarih şuurunun öneminden bahseden Mehhmet Arif tarih öğretimi ile ilgili düşüncelerini ortaya koyarak olayların tahlilini yapmaya çalışmıştır.
Önsöz
Harp hadiselerini günlük olarak kaydedenlerin elbette mükemmel bir savaş tarihi yazacakları açıktır. Ancak görev icabı gördüğüm ve bildiğim bazı gizli konular vardır ki, onlar benim bedenimle beraberdir. ben öldükten sonra din ve vatan kardeşlerime o bilgiler ulaşmayarak mahvolup gideceğinden, hiç olmazsa genel durumu ifade edecek bir şey yazmayı üzerime düşen mühim vazifelerden kabul ettim.
Yazacağım şeyin çoğu, savaşa ait olayları anlatacağından, bir maceradan çok, savaş tarihi şeklinde olacağı için, ismine “anadolu tarih-i harbi” de denebilirdi. Fakat bazı şahsi hallerimden bahsedileceği gibi, anlatılacak olayların büyük bölümü bizzat şahit olduklarımı ve birazı da işittiklerimi içine alacağından, esere “Başımıza Gelenler” ismi verildi. bu isim eserin içeriğini daha iyi ifade edecektir.
Bizzat savaşta çarpışan subay kardeşlerimizden eli kalem tutanlar, olayları günü gününe yazarak, asker sevk ve idaresi bakış açısıyla bir savaş tarihi yayınlamalılar. Şayet yazmazlarsa, savaş hadiselerimiz ilme ve askerliğe ait kısmından gelecek nesilleri habersiz bırakarak vatandaşlık vazifelerini yerine getirmemiş olurlar. bunun günah ve vebalinin ağırlık derecesini onların ölçüp hesap etmeleri gerekir.
Siyasi ilişkiler ve devletler arası kıskançlıklar sebebiyle yaşanan anlaşmazlıkları bir tarafa bırakırsak, mademki tevhid inancı ile haç birbirine zıttır, mademki cami ile kilisenin kıbleleri birbirine uymaz, bunlara inananların da anlaşarak, maksat ve hedef birliği edip ortak bir menfaati savunmaları mümkün değildir.
Dünya durdukça ve her insan topluluğu başlı başına siyasi hayata ve bağımsız bir varlığa sahip oldukça, her millet kendi menfaatlerini temin etmek veya zararlarını gidermek için, menfaatlerinin çatıştığı devletlere karşı eline silah alıp hücum ve savunma halinde olacaktır.
O zaman içinde bulunduğumuz asırda başımıza gelen siyasi belaların her çeşidine gelecek nesillerin de fazlasıyla uğrayacaklarında şüphe yoktur. Görüp geçirdiğimiz sıkıntılardan ve meydana gelme sebeplerinden kendilerini haberdar edip uyanık tutmak mecburiyetindeyiz. Bu konuda susmak, günden güne önem kazanan dünyanın gidişine karşı affedilmez bir hata veya ihanet olur. Onun için, karınca kararınca milletime bir hizmette bulunmak düşüncesiyle ( bir şey tam olarak yapılamıyor diye tamamen terk edilmez) hikmetli cümlesinden aldığım cesaretle şu sayfaları karalamaya başladım.
Akıl bu ya! ben eskiden tarih ilmine hiç önem vermezdim. “Bilinmezse ne olur, lüzumsuz ve faydasız. Yalnızca bir bilgiçlikten ibarettir!” der de adeta bilinmesiyle bilinmemesini bir tutardım.
Böyle düşünmeye hakkım da vardı ya! Çünkü, bizde, tarihe dayandırılarak hiçbir hakkın, genel veya özel korunduğu, tarihle yeniden bir hak kazanıldığı veya siyasi ve milli olarak bir intikam fikrinin beslendiğini yetiştiğim asır içinde görmedim. Ancak yaşadığım şu son tecrübelerden sonra aklım başıma geldi de anladım ki, meğer iş öyle değilmiş. Tarih o kadar önemliymiş ki, tarih bilinmezse devlet gemisinin dümeni istenilen tarafa yönlendirilemezmiş. Tarih bilmezlik, bir devlet için siyasi olarak büyük noksan ve hatalar yapılmasına sebep olurmuş. Tarih, bir milletin ayıp ve noksanlarını gösteren bir aynaymış. gerçekleri görmeye yarayan bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletler için, milletlerin toplandığı yer olan dünya pazarına, kuvvetine, zerafetine ve olgunluğa şükrederek, yakışıklı bir kıyafetle çıkmasına yararmış.
Geçmişe ya da başkalarına bakmaya gerek yok. şu yakın zamanları ele almak yeter. Daha düne kadar Osmanlı Devleti’nin emir ve fermanına mahkum olan ehemmiyetsiz Mora eyaletini Yunanistan devleti yapan tarihtir. Sebebini her tarih kitabı anlattığı için ve herkes bilebileceğinden, burada teferruata lüzum yok. Romanya halkını, Sırpları, Karadağlıları, Bulgarları, bağımsız “Balkan hükümetleri” ismiyle ortaya çıkaran yine tarihtir. Ermenilerin aklına, ortaya çıkıp, dünyanın gözüne kuvvetli bir devlet görünme hevesini getiren, onlarda da zamanın modasına uygun olarak bağımsızlık aşkı, devlet sevdası uyandıran güç yine tarihtir. Tarih olmasaydı, 1877 senesinde Rumeli kıtamız, kanlı savaşların ve ateşli kavgaların cereyan ettiği bir ateşperest tapınağına benzemezdi.
Kısacası bizim kolumuzu kanadımızı kırıp hareketsiz kılan yok edici silah, hepimiz ve iş başındaki devlet adamlarımızın çoğunun, tarihten ibret almamasıdır. Düşmanlarımıza şöhret kazandıran ise, her ferdinin, milli tarihini ve devletinin başından geçenleri fazlasıyla bilip, inanmasıdır.
Batı devletlerini bir kenara bırakalım, içimizde yaşayıp da vatandaş saydığımız Rumlar’ın verdiği tarih eğitimi öyle akıl alıcı, öyle tesirli ki!… Tarih sahnesinden silinen eski Yunan medeniyeti ile bozuk bir lisandan başka, ahlaken, miras yoluyla ve soy itibariyle hiçbir ilişkileri yokken, bir ufacık Rum diyakozu kendisini Aristo ve Eflatun’un eğitim halkasında yetişip olgunlaşmış bir usta; günlük yiyeceğini kazanmaktan aciz tembel bir Rum palikaryası ise kendisini Makedonyalı İskender’in torunu gibi görerek, çalım satmakta canlı kanlı bir asker oğlu asker gibi hareket etmekte.Hatta ben eskiden, gençliğimin en parlak ve kabiliyetli zamanında milli tarihimizden henüz hiçbir şey görmediğim, Dünya’yı, Konya’yı anlamadığım dönemde görüşüp konuştuğum bazı Ermeni vatandaşlarımın ağzından, kendilerine mahsus şiveleriyle Mertad Padişah’ın tarihini, Dikran’ın hayatını ve Hayk’ın biyografisini, Aramoğullarının şa’şaalı geçmişini işitir de hayretle alık alık bakardım. Meğer eski tarihleri ortaya çıkararak, bu milletleri geleceğe hazırlıyorlarmış.
Zannederim bizde de âdet haline gelen kendini küçük görme, şefkat dilenme gibi pısırıklıklar, bir şahsın edep ve terbiyesinin delili sayılmakta. bu sebepten iş erleri saydığımız zincirsiz arslanlar karşısında o kadar küçülmüşüz ki, tarihi değil, yakında hayat kaynağımız olan imanımızı da buhara çevirerek bütün bütün yok olacağız.Bu çaresiz hastalığın ilacı çeşitli ise de, bunların en önemlisi tarihtir. Hemen iddia edebilirim ki, gerçekleri çarpıtmadan, tarihi hadiseleri birbiriyle karşılaştırarak tahlil yapan bir tarih eğitimi, yalnız başına insanı kendine getirebilecek güce sahiptir. Tarihteki bu yüksek ruhu, aydınlık bir fikirle birleştiren eğitimciler, gençlerin zihnine taşa kazır gibi kazımalılar. dini ilimleri öğreten hocaların “ruh terbiyecisi” olarak isimlendirilmesi ne kadar doğru ise, tarih öğretmenine de “cesaretin babası” denilmelidir. Çünkü ruhların siyasi varlığı, cesaretle ayakta durur.
Bir milletin şahsiyet toprağına, milli gayret ve haysiyet tohumunu tarih öğretmenleri saçar. iş başına gelecek genç nesillerin zihnini aydınlatarak, milletinin refahını yükseltmeye sevk eder. Ders anlatırken vereceği mantıklı delillerle öğrencilerini hayalperest olmaktan kurtarır. Halkın zihnine makul olana inanma kabiliyetini yerleştirir. Yoksa bizde şimdiki halde mektepte okutulan tarihe “tarih dersi okunuyor” demek abestir. Bu dersleri takip edenler ezberci, anlatanlar da masalcıdır. Tarihi hikayeleri ezberleyen ve çeşitli meclislerde anlatanlara itibar edildiği asırda bile “kıssadan maksat azizim, hissedir!” atasözü halkın ağzında yalnızca söz olarak dönüp dolaşıyordu.
Uzağa gitmeye gerek yok, 1870 senesinde Almanya ve Fransa arasında çıkan büyük savaşa bir bakın. Bu savaşta Almanlar galip gelmiş ve muzaffer olarak Paris’i fethetmişti. Bütün Fransa kahrolurken, Almanlar birlik olmuştu. O meselenin gizli yönlerini bilenlerin yazdıklarına göre, Almanya’nın gözleri kamaştıran o muhteşem galibiyetine “öğretmenlerin zaferi” ismi verilmişti. Çünkü bu savaştan önce yaşanan harplerde, Rusyalılar, Fransızlar’ın gücüne ve büyüklüğüne boyun eğmişti. Fransızların sürekli devam eden hakaretlerine karşı koymak ve intikam almak isteyen sabırlı, ciddi ve birlik taraftarı alman öğretmenleri, Bonapart belası ortadan kalkar kalkmaz kurulan okullarda, Alman gençlerinin beyinlerine intikam fikrini ve birlik hevesini ektiler. Bunu, geçmiş olayları delillere dayandırarak öyle sağlam bir şekilde zihinlere yerleştirdiler ki, çok vakit geçmeden bütün Almanya kıtası istenen olgunluğa erişti. işte o olgunluk ve kahramanlıkla eski düşmanları olan Fransızların mağrur burunları kırıldı, bayrakları baş aşağı edildi. Ne büyük başarı!
Amanın dostlar! zaman aman vermiyor; masalcılık ile iş bitmiyor. Asri ilerlemelerin sonucu olan yüz bin türlü eserin meydana çıktığı bu zamanda, her türlü gayretle, mantıklı iş ve hareketlerle karşı koymak ve savunmak lazımdır. Çünkü şaka değil, gaipten bir ses akıl sahiplerine diyor ki, “ya bu diyardan gitmeli, ya bu deveyi gütmeli”. Nesiminin dediği gibi:
“Çalındı kıyametin nefîri
Ey sağır işitmedin safîri”
Siyasi hayatımız daha elde iken gelecek nesiller, milletin ahlakına bulaşan fesadın giderilmesi yolunda Allah rızası için elbirliğiyle çalışsınlar. Kahramanlık ruhunu, hürriyet sevdasını, en ücra yerdeki köy okullarına bile yayacak parlak fikirli öğretmenler arasınlar; yoksa yetiştirsinler. Bize ve bizden öncekilere ait olan tarihleri okuyarak geçmişimiz hakkında iyice bilgi sahibi olsunlar. Özellikle savaştan sonra Bulgaristan’daki kardeşlerimizin görüp geçirdiklerini ve uğradıkları zulümlerle, düştükleri ikinci Endülüs vak’asının üçüncüsüne düşmemek için, gerçekten uyanık bulunsunlar. ve yolunu bulurlarsa bizim de intikamımızı alarak ruhlarımızı şâd etsinler.
***
Son olarak Mehmet Arif Şöyle haykırır.“Moskof gibi, her an fırsat kollayan korkunç bir düşmanın komşusu olduğumuzu unuttuk ve uyuduk. Uyandıkça da birbirimizi yedik! Ahlaki, içtimaî, iktisadi ve siyasi her alanda ve devlet idaresinde rüşvet, fesat ve yağcılık aldı yürüdü. Yapmadık, yıktık! Onarmadık harap ettik! Milli servetimiz mahvoldu. Ona bağlı siyasi gücümüzü de yitirdik. Bitti. Düştüğümüz şu halin mesulleri kimlerdir? Kimlerin boyundadır bu vebal?”