Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu

 

Prof.Dr. Kaya Tuncer ÇAĞLAYAN

 

Emperyal varlığını korumak ve geliştirmek için İngiltere, dünyadaki fikri ve fiili hareketleri yakından takip etmiş; İngiliz emperyal menfaatlerini tehdit etme potansiyeli taşıyan fikri hareketlerin fiile dönüşmesini engellemek için tedbirler düşünmüş ve uygulamaya sokmuştur. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak istihbaratın bütün birimlerinin devrede olmasını gerektirmiştir. Tehdit algılanan ülkede eylem elemanlarından, bilgi toplama ve Londra’ya aktarma aşamalarına, ama bilhassa gelen malumatın sistematik olarak değerlendirilmesi ve karşı propagandanın oluşturulması için bilim adamlarına ihtiyaç duyulmuştur.         

Bu çalışmada Türk tarihinin önemli bir kesitine ışık tutacak makale formatında hazırlanmış bir raporu, Türk tarihçilerin hizmetine sunacağız. Günümüz Türk siyasetinde ve dış politikasında güçlü bir etkisi olan Turan Birliği düşüncesinin bundan yaklaşık bir asır önce İngiliz idaresini nasıl ve ne derecede rahatsız ettiği bu raporda görülmektedir.      

Arnold Joseph Toynbee, I. Dünya Savaşı ve sonrasında İngiltere’nin Orta Doğu stratejisini belirleyen birkaç isimden biri olduğu söylenebilir. Özellikle Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi İstihbarat Bürosu adına kaleme aldığı raporlar ve politika teklifleri, dönemin Dışişleri Bakanları A. James Balfour ve Lord Curzon üzerinde etkili olmuştur.             

“Pan-Turanist Hareket” başlığını taşıyan rapor, Bolşevik İhtilali sonrasında İngiltere açısından doğudaki menfaatlerinin Türk ordusu tarafından ciddi derecede tehdit edildiğini düşündükleri bir dönemde kaleme alınmıştır. Akademik makale tarzında kaleme alınmış olan rapor, hem bilgi ve hem de sunduğu önerilerle baştan sona dikkat çekmektedir. Bu münasebetle raporun tamamını tercüme ederek yayımlamayı kısmi değerlendirme yapmaya tercih ettik. Turancı hareketin menşei, Macarların harekete yaklaşımı, Türklerin milliyetçiliğe siyasi değer atfetmesi ve iktidara gelişi aktarıldıktan sonra Turan birliği olarak bütün Türklerin Osmanlı Bayrağı altında birleşmesi hedefinin gerçekleşme ihtimali, gerçekleşmesi durumunda İngiliz menfaatlerine vereceği zarar Toynbee tarafından büyük bir titizlikle incelenmiştir. 

Raporda yer alan bazı yanlış ifadeler söz konusudur. Mesela, “Orta Asya Türklerinin İran’ı sürekli istila eden göçebeler” olarak tanımlanması ve “Rusya’nın yarım asır öncesi Orta Asya’ya düzen getirmesi” gibi ifadeler Avrupa merkezli bakışın yansımalarıdır. “Osmanlı Devleti’nin en iyi vergi ödeyenlerinin Hristiyan tebaası, ordusunu ayakta tutanların Hristiyan dönmeler ve en sadık destekleyicilerinin dinlerini değiştirmiş olan Arnavut ve Slavların olduğu” gibi iddialar Hristiyan merkezli bakışın yansımalarıdır. Fakat Toynbee bu raporuyla, Türklerin, Kafkaslar ve Orta Asya’daki varlığına ve birleşmeleri halinde uluslararası siyasetin dengelerini alt üst edeceği gerçeğine vurgu yapmıştır.            

İttihat ve Terakki Cemiyeti için Toynbee’nin tespitleri dikkat çekicidir: Toynbee, “Türk Milliyetçiliği ile İttihatçıların milliyetçilik anlayışı arasında fark olduğunu, İttihatçılar için Osmanlı Devleti’nin bekasının her zaman Türk Milliyetçiliği’nden önde geldiğini” ifade etmektedir. Bu doğrultuda, “Devlet’in bekası için gerekli olması durumunda İslam Birliği düşüncesini Türk Milliyetçiliği’ne kurban etmeyeceğini” not etmiştir. 

Toynbee, Orta Doğu’nun geleceğinde İngiltere açısından Kürtlere büyük önem atfetmektedir. İngiltere’nin hayati menfaatleri kapsamında Türklerin Orta Doğu ve Kafkaslarla irtibatını kesme misyonu Kürtlere ve Ermenilere verilmiştir. Dolayısıyla Türk Birliği’ni hedefleyen Turancı siyaset imkânı ve İslam Birliği’ni hedefleyen İslamcı siyaset kartı, Türklerin elinden alınmak istenmiştir. Şu ifadeleri de ilginçtir. “1915 Nisanı’ndan sonra, sınır dışı etme esnasında Ermeni konvoylarındaki kıyım genelde serbest bırakılan suçluların desteğini de alan ve Osmanlı jandarması tarafından göz yumulan Kürt çeteleri tarafından gerçekleştirilmişti. Ama bütün Kürtler hükümet tarafında yer almadılar. Örneğin Kilikya’daki Kürtler, Ermenilere karşı sürdürülen tutumu, diğer Müslüman nüfusun yaptığı gibi reddettiler ve Dersim dağlık bölgesindeki Kürtler veya sözde Kürt aşiretleri, Harput ve diğer yerlerden gelen Ermeni mültecilere sığınma sağladılar. Kürtlerin bağımsızlık hissiyatları Osmanlı’nın zorunlu askerlik yasası ile hayal kırıklığına uğradı. Osmanlı ordusundaki Kürt firarilerin oranı, Ermenilerden çok daha fazladır. Çok sayıda Dersimli aşiret hep birlikte asker vermeyi reddettiler ve Osmanlı askeri otoriteleri bunların üzerine cezalandırıcı askeri birlikler göndermede başarısız oldular”.[1]            

1917’de kaleme alınmış olmasına rağmen rapor günümüzdeki Orta Doğu ve Orta Asya’nın muhtemel geleceği ile ilgili ipuçları taşımaktadır. Dünya jeopolitiğinin önemli merkezleri olan bu iki coğrafyada Türkiye, potansiyeli çok büyük bir tesir alanına sahiptir. Bu yönüyle baktığımızda Rapor’un, ayrı bir anlam taşıdığı söylenebilir. 

 

PAN- TURANİST HAREKETE DAİR RAPOR [2] 

 

Türkçe Konuşan Nüfusa Dair İstatistik*  

Yakutlar

   250,000

 

Kazan ve Astragan Tatarları

1,500,000

 

Batı Sibirya Tatarları+

     50,000+

 

Kırım Tatarları

   200,000

 

Batı Rusya ve Sibirya’daki Toplam

 

2,000,000

Kafkasya’daki Tatarlar

 

2,000,000+

Başkurtlar ve Çuvaşlar

2,400,000

 

Kırgız

4,692,000

 

Türkmenler

   290,000

 

Merkez Asya Rusya Vilayetlerindeki Diğer Kabileler (Genelde Yerleşik)

2,772,000

 

Altay Tatarları

         ?

 

Hiva ve Buhara’daki Yerleşik Türk Nüfusu

1,000,000

 

Hiva ve Buhara’daki Göçmen Türk nüfusu

    500,000

 

Çin Türkistan’ındaki Türk Nüfusu

1,000,000+

 

Merkez Asya Bölgesindeki Toplam

 

13,000,000+

Osmanlı İmparatorluğu (İstanbul ve Anadolu)

 

  8,000,000

İran, Afganistan ve Avrupa’da Kaybedilen Osmanlı Toprakları

 

2,000,000

Dünyadaki Toplam Türk

 

27,000,000+

Rusya İmparatorluğunda

16,000,000+

 

Osmanlı İmparatorluğunda

 8,000,000

 

Diğer Yönetimler Altında

 3,000,000+

 

Dünyadaki Toplam Türk

 

27,000,000+

 

  

           

  1. “Pan -Turanizm” İsminin Menşei 

            

“Turan”, Farsça bir sözcüktür. İran veya Pers adıyla kurulan yerleşik medeniyete karşı, Ortaçağ Fars şiirinde bu sözcük, Orta Asya stepleri ve çölleri için kullanılır. “Turan insanları”, kuzeydoğudan gelerek İran’ı sürekli olarak istila eden göçebelerdir (farklı dillerden ve ırklardan), Rusya’nın yarım asır öncesine kadar Orta Asya’ya düzen getirmesine kadar devam etmiştir. 

19. yüzyıl Avrupa filozofları, Hint-Avrupa ailesinden farklı olarak “bitişken-ekli”yapılı bu sözcüğün Kuzeydoğu Avrupa ve Asya’ya ait olduğunu savunmuşlardır. Bu gerçekten olumsuz bir dönemdi- henüz keşfedilmemiş bir kitle için belirsiz bir statü. “Turanizm”ile ilgili ilk ciddi araştırma, ekli dillerden (Ugor-Fin ailesinden) birini konuşan Macarlar tarafından yapılmıştır ve bunlar kendilerini Latin, Slav ve Germen’den her zaman izole hissetmişlerdir. Ortaçağ Macar keşişlerinden biri, kayıp soydaşlarını keşfetmek ve Başkurtları araştırmak için doğuya gitmiştir. Mevcut savaş (I. Dünya Savaşı) esnasında Macar profesörlerin Rusya’daki tutuklular arasında doğu Fin kabilelerinden olanlara kendilerinin kardeşleri olduğu ve Buda-Peşte’nin onların kültürel vatanları olduğu yönünde propaganda yürüttüğü söylenir.            

Macar Pan-Turanizm’i, Rus Pan Slavizm’inin doğuşunu takip etti. Ruslar, Balkan Slavlarıyla akrabalıklarını hatırladıklarında ve bu hareket politik bir forma bürününce, Macarlar “Turanist” anti-Slav müttefikler aramaya koyuldular ve doğal olarak Türkleri düşündüler. Ünlü Macar âlimi Vambery bu Turanist düşüncenin etkisiyle Orta Asya’da Türkçe konuşan insanlar arasında araştırmalar yaptı, ama Macarlar dikkatlerini daha çok Osmanlı Devleti’ne yöneltti. 1848’de Macar Bağımsızlık Mücadelesi, Avusturya-Rus birleşik orduları tarafından ezilince, çok sayıda lider Macar ilticacısı, kendisine İstanbul’da bir sığınma yeri bulabilmiştir. 1867’de bu mülteciler Macaristan’a döndüler ve yeni kurulmuş ikili monarşi devletinde bir güç haline geldiler. 1875–78 Balkan ayaklanmaları esnasında, Macarlar şiddetli Osmanlı taraftarıydılar ve Macar öğrenci temsilci heyeti, Sırp-Türk Savaşı esnasında Sultan’a şeref emaresi olarak bir kılıç hediye ettiler.            

Macar-Osmanlı yakınlaşması ırkî değil, ama politikti. Bu, ortak bir “Turanizm” bilincine bağlı değildi, ama Slav devletlere karşı ortak bir düşmanlığa bağlıydı. Aynı politik güdü, Bulgaristan’daki insanların, Avrupa Savaşı’nda Sırp ve Ruslara karşı Bulgar hükümetinin savaşa girmesi neticesinde, Turanist statüyü benimsemelerinde görülür. Yine de Bulgarlar, Slavca konuşan diğer insanlar kadar Slav’dırlar. Bulgar Devleti’ni 13 yüzyıl önce kuranlar kesinlikle steplerden gelen göçebe “Turanî” topluluklardır. Bunlar, Normanların İngiltere’deki insanlar üzerinde yaratmış oldukları etkiyle karşılaştırıldığında Slavlar üzerinde daha az bir etki yaratmışlardır. Şu anki Bulgaristan, elini Pan-Slavist duygular aleyhine kullanarak kurulmuş bir Slav devletidir ve reel politiği ile uyum sağlayacak yeni hissi sloganlar bulabilme isteğindedir.            

Böylece, Pan-Turanizm’in kökeninde a) suni ve b) Avrupalı iki etki vardır. Osmanlılar, bunu İran literatüründen kendileri için almamışlardır (her ne kadar onlar da İran’ı, bizim Yunan ve Latin klasiklerini incelediğimiz gibi inceleseler de) Pan-Turanizm onlara Avrupa’dan arz edilmiştir ve Osmanlılar flört eden değil, flört edilen olmuştur. Osmanlı’da, Sırp ve Yunanlılar gibi eski tebaası olan ne Bulgarlara ne de Macarlara karşı gerçek bir duygu yoktu. Eğer çıkarları Bulgar ve Macarları Osmanlı için savaşmaya, borç vermeye Osmanlı gençlerine teknik eğitim vermeye ve makineleştirmeye sevk etse Osmanlı bu hizmetleri sonuna kadar kullanır. Fakat Osmanlı, bunlarla Avrupa’nın diğer Hristiyan unsurlarıyla olmadığı gibi herhangi bir soydaşlık hissetmiyor ve Osmanlı’nın bu savaşta esas konusu, Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’nın dış müdahalesinden kurtarmaktır, bunlar “merkezci”, “anlaşmacı”, “Turancı” veya “Germen” olsa da.  

           

  1. Pan-Türkizm Olarak Pan-Turanizm            

Eğitimli bir filolog, Hint-Avrupa dil ailesine karşı, bütün Turanist dillerin yapısında bir bütünlük olduğunun bilincindedir, ama inisiyatifini kaybetmiş Osmanlı’ya bakıldığında, Türklerin kullandığı kendi dili ile Ugor-Fin Macar dili arasında gözle görülür herhangi benzerlik mevcut değildir. Diğer taraftan Türkçenin birçok lehçesi arasındaki ilişkiler herkesçe malumdur. Bu durum harita üzerindeki akarsu, dağ ve köy isimlerinden anlaşılabilir. Türkçe konuşan insanlar Avrupa’daki Türk topraklarından, Anadolu’dan, Trans Kafkasya’dan, Kuzey İran ve Afganistan’dan Rusya Orta Asya’sına ve Çin Türkistan’ına kadar uzanır ve daha fazla kırılmış bir zincir halinde Karadeniz’in kuzey sahilinde Bulgaristan, Dobruca, Kırım, Volga eyaleti ve Sibirya’dan Buz Denizi’ne kadar uzanırlar. Slavlar kadar yoğun olmamakla beraber onlardan daha geniş bir alana yayılmışlardır ve farklı Türkçe lehçeleri bütün Türkler tarafından anlaşıldığı halde, farklı Slav dilleri diğerleri tarafından anlaşılmaz. Böylelikle doğaldır ki Osmanlı Türkleri, milliyetlerinin dil bilincine vardıklarında diğer Türkçe konuşan insanlarla aralarındaki benzerliklerin bilincine varacaklardır; tıpkı ayrı Slav nüfusunun ortak Pan-Slavist fikri etrafında milli uyanışlarını yaşadıkları gibi. Böylelikle Pan-Turanizm, Osmanlı Türkleri orijininde bir Pan-Türk hareketidir; bu, Osmanlı Türk milliyetçiliğinin bir parçasıdır ve ancak bununla ilişkisi dâhilinde anlaşılabilir.  

           

  1. Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk Milliyetçiliği             

“Pan-Turanizm” sözcüğü gibi milliyetçilik bilinci de Osmanlılara Avrupa’dan gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, ulus-devlete karşı tutumla başladı, içinde yaşayanın adıyla değil onu kuran Bey’in –Osman’ın adıyla anılmıştır. Osman ve onun soyundan gelenlerin Türk olduğu doğru, ama onlar Anadolu’da kurulan bir düzine Türk devletinden biriydiler ve Türk komşuları onların en kötü rakipleri ve düşmanlarıydılar. Güçlerini, Avrupa’daki fetihleri ile inşa ettiler. En iyi vergi ödeyenleri Hristiyan tebaalarıydı, ordularını ayakta tutan Hristiyan dönmelerdi, en sadık destekleyicileri dinlerini değiştirmiş olan Arnavutlar ve Slavlardı ki, bunlar dinlerini değiştirmişler, fakat dillerini korumuşlardır. Bir yüzyıl öncesine kadar Türkçe, Türk milliyetinin Osmanlı Devleti’ne edebiyat ve resmi yazışma dili olması haricinde hiçbir katkı sağlamadı ve bu dil de Farsça ve Arapça ile o kadar sulandırılmıştı ki Anadolu köylüsünün kullandığı kaba dille aralarında çok küçük bir ortaklık bulunuyordu. Anadolu’nun büyük kısmı görece olarak geç ele geçirilmişti. Burası önemsenmeyen bir bölgeydi, büyük bir uzantısı yerel feodal beylerinin yönetiminde bağımsız bölgelerdi. Son yüzyıl boyunca her ne kadar Anadolu, Balkanlar’ın yerine Osmanlı’nın “anavatanı” olmuşsa da Balkan eyaletleri imparatorluktan ayrıldıktan sonra, Asya eyaletleri giderek artan bir merkezi otorite altına alınmışlardır. Yunanistan’ı kaybeden Sultan, Anadolu ve Kürdistan’daki feodal aristokrasinin gücünü kırdı. Avrupa’ya uyum sağlayamama 1912–3 Balkan Savaşı’yla doruk noktasına ulaştı. Anadolu’daki merkezileşme Bükreş anlaşmasından ve özellikle Türkiye’nin Avrupa Savaşı’na katılmasından itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tamamlanmıştır.            

En belirgin değişiklik Osmanlı ordusunun yapısında oldu. Yeniçeriler -bütün Hristiyan dönme unsurlardan kalıtsal olarak geçen profesyonel bir ordu- 1826’da ortadan kaldırıldı. Modern Türk ordusu 19. yüzyıl Avrupa’sının sivil toplumdan asker alma ilkesine göre düzenlendi. 1908’e kadar mecburi askerliğe alınanlar teoride İmparatorluktaki Müslüman unsurlar arasından seçiliyordu, II. Meşrutiyet’in ilanıyla Hristiyan ve Yahudiler için de askerlik zorunlu olmuştur. Fakat hükümet hiçbir zaman göçmenleri veya dağlıları kontrol edemedi, yerleşik Arap nüfusu askeri potansiyel olarak iyi değildi, en tehlikeli sınırlarda seferber edilmeye de uygun değillerdi. Osmanlı Ordusu’nun ana iskeletini Müslüman Türk köylüsü oluşturuyordu, bunların çoğunu itaatkâr ve güçlü erler oluşturuyordu, Anadolu’nun daha yüksek sınıfları merkezi imparatorluğu memurları ve yetkilileri ile artan ölçüde destekledi. Bu sebeple, Türk milli hareketi başladığında Osmanlı Devleti zaten pratikte Türk milliyetine dayalı idi.  

           

  1. Türk Milliyetçiliğinin Başlangıcı            

Osmanlı Türkleri arasındaki milliyetçi bilinç kültürü, kısmen Avrupa’daki daha eski milliyetçi hareketlerin bir taklidi kısmen de benzer koşulların yaratmış olduğu kendiliğinden bir durumdu. Pek çok Avrupa milliyetçiliği gibi (örneğin Çek milliyetçiliği gibi) başlangıçta politik olmaktan çok kültürel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. İlk milliyetçi toplum 1909’da, Genç Türk inkılabından sonraki üç yıl içinde nispeten daha özgür bir atmosferin olduğu Selanik’te görüldü. Bu topluluğun kurucularından biri Diyarbakır’dan tanınmış bir taşralı olan Ziya Bey, bir İ.T.C. Kongresine katılmak için gelmişti. Diyarbakır, Kürt ve Ermeni bölgelerinde bir Türk yerleşkesidir ve milliyetçi hareketin karakteristiği şudur ki, en fanatik liderlerin tartışmalı sınır bölgelerinden gelmeleridir.            

Ziya Bey’in grubu, Osmanlıcadan Arapça ve Farsça’dan gelen yabancı kelimeleri tasfiye etmek için bir kampanya başlattı ve bu sözcüklerin yerine Osmanlıcada hiç kullanılmamış olan eski Türkçe kelimeleri koymayı amaçlıyorlardı; bu, yabancı sözcüklerin, deyimlerin ve vezinin adaptasyonu şeklinde düşünüldüğünde, Türkçeye hiç edebi bir form verilmemiş olduğu için fantastik bir hedef gibi görünebilir, ancak Avrupa’daki ölü diller de aynı güç koşullar altında tekrar kullanılmaya başlandılar ve bu “saf Türkçe” hareketi, başarıya ulaşma iddiasındadır. Geleneksel okullardan çıkan Türk yazarların etkisi kırıldı ve Arapçanın kullanımı dinî alanlarda dahi sınırlandırıldı. Milliyetçiler “Kur’an”, “Cuma vaazı ve hutbe”yi (halife için dua) Türkçeye çevirmeyi ve camilerinden Arapça yazıları kaldırmayı istediler, fakat programlarının bu kısmından, geleneksel Türk düşüncesinden çok uzak olduğu için vazgeçmek zorunda kaldılar.           

Türk milliyetçiliğinin bu evresi 1909’dan 1912–3 Balkan Savaşı’na kadar sürdü. Bu, Avrupa dil milliyetçiliğinin imkânsız ve siyasi olmayan yapay bir taklidiydi. Bu temel bilgileri Tekin Alp tarafından yazılan “Türk ve Türk Birliği İdeali” isimli kitaptan sağlıyoruz. Tekin Alp, Selanikli bir Yahudi olan Albert Cohen’in kimliğini saklamak için kullandığı takma ismidir. Bu durum a) hareketin temelinin suniliğini b) başarı ihtimalinin derecesini açıklar. Selanik Yahudileri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden ayrılamaz ve bunların bir kısmı İ.T.C. liderlerinin bu fikre iştiyakla yaklaştığına inanmasa Pan-Turanizm’e çok güçlü bir şekilde sahiplenmezlerdi. Cohen, açık bir şekilde, Macaristan’daki Yahudilerin kendilerini Macarlıkla tanımladıkları gibi, Türkiye’deki egemen ırkın milliyetçiliğiyle kendini tanımlamayı akıllıca bulmaktadır. Fakat kitabı dikkatle okunmalıdır, İ.T.C.’nin Pan-Turanizmi üstlendiği dönemde yazılması sebebiyle, içeriğinin ne kadar (o da içeriyorsa) İ.T.C.’nin politikasını yansıttığını söylemek imkânsızdır. Sonuçta Ziya Bey ekolünün doktrinini anlamak ve İ.T.C.’nin Balkan Savaşı boyunca Pan-Turanizmi’ni yargılayabilmek için  “Tekin Alp”i kullanmak daha güvenlidir.  

           

  1. Balkan Savaşındaki Etkileri           

Balkan Savaşı, Pan-Turanizmi pratikte uygulanabilir hale getirmiştir. Bu felaketin şok etkisi, önceki yıllardaki akademik hareketlerden daha geniş bir eksende etkileyici olmuştur ve bütün eğitimli Türkler arasında milli uyanış için daha samimi bir arzuyu ateşlemişe benzer. Bazı cemiyetler Anadolu, Kafkaslar ve Türkistan’da şubeleri aracılıyla Türklerin eğitimi, fiziki kültürü, kadınların kölelikten kurtulması ve başka bazı gerçek yapıcı amaçları desteklemek için kuruldu ve hükümet de bu cemiyetlere izin verdi. Evkaf Nezareti veya Dini Vakıflar, kaynaklarının büyük kısmını milli okulları artırmak için bahşetti. Medreselerin reformu için bir proje var ve süregitmekte olan savaş esnasında hükümet, reformlarını yaygınlaştırarak dini düzenin varlığına meydan okumuş ve yargının şeriatın yerine daha çok beşeri hukukun alanına sokacaktır. Şeyhülislam, reform girişimi üzerine istifa etti. Ancak sadık bir İttihatçıydı ve halefi tarafından yargıda şeriatın yerini daraltan yeni düzenleme kabul edildi. Her ikisinin de hükümetle bir anlaşma içinde olması muhtemeldir. Bu göstermelik tepkiyle dindar çevrelerce ifade edilecek eleştirilere karşı bir emniyet supabı görevi göreceğini hesap etmişlerdir.            

Bu hareketlerin hepsi “sade Türkçe” kampanyasında olduğu gibi Avrupa’dan esinlenmiştir, ama bunlar bir miktar daha güçlüdürler. Osmanlılar, Balkan Devletleri örneğinden etkilenmiş gibi görünüyorlar- ki; bunlar güçlerini savaşta Türkiye’ye galip gelinceye kadar iç reformları ile sağlamışlardır. Maalesef, onlardan bir düşünceyi daha ödünç aldılar; irredantizm.             

“Gözlemci” Tekin Alp yazıyor, “bana benzeyen Makedonlar ve benim gibi olan Bulgar, Yunan, Sırp ve Ulahların irredantist politikalarıyla ilgili geniş bilgi edinebilme şansına sahip olan Makedonlar, bu fikrin ne denli etkileyici olduğunun muhakemesini yapabilirler ve bunun bir ülkü gibi büyük tehlikelere karşı ne kadar tatlı ve ilham verici olduğunu anlarlar” ve çok sayıda genç Hristiyan Makedon’un hayat hikâyesini kısaca tasvirle devam eder –ki; bunlar Balkan Savaşı’ndan önce varlığını yokluğunu milli birlik mücadelesine adamış kişilerdir. Bu, elbette basitçe Tekin Alp’in kişisel felsefini temsil eder, fakat Balkan Savaşı’nın Türkiye’de kamuoyunda böyle bir etki yarattığı muhtemelen doğru. 1912–3 ile biten yüzyıl boyunca Türkiye’nin hareketliliği Avrupa’dan Anadolu’ya yön değiştirdi. 1913’den sonra benzer bir değişiklik milli bilinçte görüldü. Türk milleti, Avrupa’da baskın ırk olma geleneğinden vazgeçmiş ve Anadolu’daki kendi potansiyel imkânlarını geliştirmeye ve idaresinden çıkan yabancı ırkların yerine Osmanlı sınırları dışındaki dağılmış Türk ırkı dallarını bir araya getirme fikrine karar verdi.  

           

  1. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Politikası            

İrredantizm, Osmanlı edebi dili için Ziya Bey Grubu’na önemli bir dil reformu sunar; Arapça ve Farsçadan ödünç alınan eklerden kurtulmak ve bunu eklektik, sade Türkçe kelimelerle desteklemek, böylece Türkçenin yaşayan değişik lehçelerini kullananlar için bir “lingua franca” (ortak dil) oluşturulabilir. Pan-Turanizm hareketi açıkça politik bir sahada ilerliyordu ve bu İ.T.C. tarafından üstlenilmişti.            

İ.T.C. esasen milliyetçilikle işe başlamamıştı, çünkü bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun ulus problemlerini görmezlikten gelmişlerdi. Onların esas hedefi özellikle Avrupa’da İmparatorluğu devam ettirmekti ve bu anlamda Abdülhamid ile önceki bütün Türk hükümdarlar ile hemfikirdiler. Ayrıştıkları tek nokta, Abdülhamid içeride despotizme ve Avrupa Güçleri arasındaki rekabetten doğan dengeye dayanırken, İ.T.C. Türkiye’nin en iyi koruyucusunun içerideki gücü ve bu gücün dayanağının siyasi hürriyetler olduğuna inanıyordu. Onların özgürlük fikri Fransız İhtilali’nden alınmıştır. “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” ilan edilebilir, İmparatorluğun bütün yaşayanları devletin özgür vatandaşları olarak bir araya getirilebilir –Picards, Marseillais ve Alsations’ların birleştikleri gibi- ve milliyetçilik meselesi böylece kendiliğinden çözülmüş olur.            

Bu, esasında 1908’de Anayasanın ilanından sonra ilk altı hafta için gerçekleşti. Fakat sonra yeniden bir ayrılık çıkararak yeni “rejimi” nasıl kendi avantajlarına çevirebileceklerini düşünmeye başladılar. Balkan ulusları topluca özgür bir Türkiye önerisini reddettiler ve Türkiye’nin aleyhinde birlik ve bağımsızlıklarını tamamlamak için ilk şanslarını kullanmaya karar verdiler. Diğerleri, Araplar. Ermeniler, İstanbul ve Anadolu Rumları ayrılmanın imkânsız olduğunu tanıdılar, ama Osmanlı Devleti’nde kendi kimliklerini savunmak için önlemler aldılar. Araplar, yeni Meclis’te esas muhalefete şekil verdiler, ayrıca Ermeniler her ne kadar parlamentoda İ.T.C. ile işbirliğinde idiyseler de, adem-i merkeziyetçiliği istediler. İ.T.C. merkeziyetçiliğe karşı olmayan Türklerin, tek unsur olduğunu ve Osmanlı Devleti fikrine karşı herhangi bir politik düşünceleri olmadığını anladılar. Bu sebeple Türk milliyetçiliğine geçmelerine ve amaçlarını başarmak için kelimenin tam anlamıyla Türkleştirmeyi düşünme noktasına geldiler. Balkan Savaşı’ndan sonra Türkleştirmeyi programlarına dâhil ettiler, ama buna ne kadar yer verdiklerini incelemek gerekir.  

           

  1. Avrupa Savaşında Türk Amaçları            

Yukarıda Pan-Turanizm’in Türk versiyonunun iki genel fikir ihtiva ettiği görüldü: a) Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk kimliğini özgünleştirmek ve güçlendirmek ve b) Osmanlı Türklerini dünyadaki diğer Türklerle irtibatını sağlamak, birleştirmek. Bu konular öncelikle kültürel sahada özel bir“entelektüel” grup tarafından takip edildi ve barışçıl propagandayla geliştirildi. 1913’ten sonra siyasi bir mahiyet kazandı ve İ.T.C.’nin programına dâhil edildi. Ama Ziya Bey’in takipçileri için Pan-Turanizm kendi başına bir amaç iken, İ.T.C. için sadece bir araçtı. Pan-Turanizm’e karşı tezat oluşturabilecek Pan-İslamizm gibi hareketlere tamamen sırt dönmüyorlar, bu hareketlerin kendilerine hizmet etme olasılığı varsa Suriye, Mezopotamya, Arabistan gibi Arap Yarımadası’nda amaçlarına hizmet etmeyeceklerini anladıklarında Pan-Turanizm’de ısrarcı olmuyorlardı.            

Akademik Pan-Turanizm ile İ.T.C.’nin Pan-Turanizmi arasındaki farklar şöyle özetlenebilir: 

a)       Ziya Bey Grubu’nun esas amacı Türkçeyi ve Türk kültürünü yabancı etkisinden (özellikle Arapçadan) temizlemektir. Bu amacı mantıki sonucuna ulaştırabilmek hatırına bazı güçlü İslami önyargıları kırmaya hazırdılar. İ.T.C.’nin öncelikli amacı Türk Devleti’ni yabancı etkisinden (özellikle Avrupalılardan) temizlemekti; yabancı unsurların dışarıdan, Osmanlı maliyesindeki kontrolü, demiryolları, hammadde ve eğitim. Doktrinistler, İslam’a meydan okuyabildi, İ.T.C. üyeleri ise bunu yapmaya yetecek cesarete sahip değiller, ama Avrupa’ya meydan okudular. Avrupa uyumu bozulduğu zaman, savaşa karıştılar ve kapitülasyonları reddettiler. 1916’da Türkçe kullanımı zorunlu kılan bir “dil yasası”na geçtiler; bankalar, gazeteler, tramvay, demiryolları, buharlı gemi şirketleri, özel şirketlerin muhasebecileri ve yarı kamusal veya hukuki karakterli bütün işler için bir yıl ertelemeyle bu yasaya geçtiler. 

b)      Doktrinistler, Anadolu’daki Türk milli kimliğini eğitim ve sosyal reformlarla güçlendirmeyi hedefledi. İ.T.C.’nin metodu, ülkede dağılmış durumdaki Türk olmayan unsurları yok etmekti- önce Ermeniler, sonra Rumlar ve bunların topraklarını ve evlerini “muhacirlere”(1912-13’de kaybedilen eyaletlerden gelen Müslüman ilticacılar, kısmen Türk ama kısmen Slav, Balkan Yarımadası’ndan ve Girit’ten Rumca konuşan Müslümanlar) tahsis etmekti. Katliamlar için bir diğer motive aracı, savaşı Türk nüfus arasında Ermeni yağmacılığını kullanarak popüler hale getirmekti – kesinlikle geçici ve fırsatçı bir hedef – bunlar ayrıca doktrinistler tarafından hedef alınan tepkici Müslüman fanatizmi ruhuna da bir çekicilik yaratıyordu. 

c)       “Tekin Alp”, Osmanlı Türklerinin politik ideallerini emperyalizmden irredantizme değiştirmeyi amaçlıyor: Avrupa’daki yabancı Hristiyan milletleri idare etmekten, Rusya ve Orta Asya’daki akraba Türk topluluklarını istiklale kavuşturmak. Balkan Savaşı’nda, Avrupa sınırlarında toprak, nüfus ve askeri prestij kaybına uğradılar. Avrupa Savaşı’nda bu kaybettiklerini tazmin etmek veya bu kayıplarını Asya ve Afrika’daki kazanımlarıyla tazmin etmeyi umdular. Burada, Anadolu’nun Osmanlı Türklerini, İran ve Rus Trans-Kafkasyası Tatarlarından ayıran yabancı bir blok olduklarından Ermenilerin katli için dördüncü bir neden karşımıza çıkıyor.  

           

  1. Pan – Turanizm ve Pan – İslamizm:            

İ.T.C.’nin fırsatçılığı en açık haliyle Pan-Turanizmi ve Pan- İslamizmi eş zamanlı olarak kullanmasında görülür, aslında bu ikisinin amentüsü taban tabana birbirine zıttır. İ.T.C. bunlardan hiçbirine kendisini adamamıştı, fakat her ikisini de istismar ediyordu.            

Pan-İslamizm, gerçek anlamda bir dini öğreti değildir; olsaydı, Pan-Turanizm ile şu anda olduğu gibi bu kadar uyumsuz olmazdı. Pan-İslamizm ve Pan-Turanizm, dışarıda Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü artırmak için birbirleriyle rakip iki politik programdır. 19. yüzyılda ortaya çıkan pek çok İslami uyanış, kesinlikle anti-Osmanlıcıydı. Nejd’in Vahhabileri ile Mısır Sudan Mehdi taraftarları, Türkleri Franklardan ve kâfirlerden biraz daha iyi biliyorlardı. Senusi, İstanbul’un kirliliğinden kaçmak için Libya çöllerine çekildi. Şu dikkate değerdi ki; bütün bu hareketlerin taraftarları a) Arap b) Bedevi ya da medeniyetsiz ve c) Osmanlı veya Avrupa kontrolünde de facto bağımsızdılar. Hâlbuki Osmanlı Pan-İslamizm öğretisi, İngiliz, Fransız ve Rus gibi Avrupa Güçleri hükümetinin altında yaşayan yerleşik, medeni bir Müslüman nüfusa hitap ediyordu. Bu nüfus ise, Avrupa kurumlarını yeteri derecede tecrübe etmişti. Avrupa Güçlerinin denetimindeki Müslümanlar, uluslararası politikada bağımsız işleyebilen, kendi ulus hükümetlerine ulaşmayı istiyorlardı ve bu anlamda Türkiye’ye hayrandılar çünkü onlara göre Türkiye onların bu ideallerini daha önceden gerçekleştirebilmiş Müslüman devletti. Bunlar, Türkiye’nin Avrupa’ya karşı zayıflığını ve yozlaşmasını sakladığı maskesini görebilecek kadar iyi bilgilendirilmemişlerdi. Türkiye’yi sadece Müslümanların geleceğini garantiye alacak bağımsız devletleri için bir model olarak gördüler. İslamiyet teoride de olsa hem dini hem de siyasi boyutları olan bir cemiyeti tasvir eder. Halife bütün iyi Müslümanların dünyevi yöneticisi ve onların dini başkanıdır. Şu doğrudur ki, bu siyasi topluluk Muhammed’in ölümünü takip eden yüzyılda bozulmuştur ve hiçbir zaman tam anlamıyla onarılamadı. Fakat halife bu umumi gücü kullanamazsa, en iyi alternatifi, bağımsız devlet başkanı olarak, dünyanın diğer devletlerine taleplerini dikkate alma mecburiyetini hissettirmelidir. Bu şart, Abbasilerin yıkılmasından sonra en güçlü ve uzun süreli Müslüman devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul’daki Sultan/ Halife tarafından yerine getirilmiştir.            

Bu çizgideki politik propaganda ihtimalinin yüksekliğini gören Abdülhamit bunu zekice işledi. Osmanlı stratejik demir yolu Şam’dan Medine’ye, büyük kısmı diğer ülkelerdeki müminlerin katkılarıyla inşa edilmesi onun diplomasisine iyi bir örnektir ve bu politika İ.T.C. tarafından sürdürülmüştür. Tripoli’de, bir örnek olarak, İtalyan zaptından önce Osmanlı hükümeti yerel halk tarafından usandırıcı yabancı bir otorite olarak görülüyordu, ama Enver yerel halkın sempatisini kazanmayı başardı. Libya Arapları şimdi Türkleri Avrupa istilasına karşı doğal müttefik olarak görüyorlar ve hatta Senusi, Avrupa savaşı sırasında Osmanlı ile ortak cephede buluştu. İ.T.C. kendini Asya’da, İngiliz veya Rus pençeleri altında düşmüş olan Müslüman devletlerin kurtarıcıları olarak sunuyordu. Afganistan Emiri’ne bir heyet gönderdiler ki, onun tarafsızlığını ciddi anlamda sıkıntıya sokmuştur. İstila ettikleri Batı İran’da, kendilerine askeri destek vermeleri için İran milliyetçilerini ikna ettiler. Türkiye, İran ve Afganistan’dan oluşan Müslüman devletlerinin siyasal bağımsızlığı temel alan üçlü bir ittifak önerisinde bulundular. Ekim 1914’de şeyhülislamın Halife adına cihat çağrısı bir fiyaskoya dönüştü, ama bu fiyasko Türkiye’nin savaşı genelde kaybetmesinin bir sonucudur. Pan-İslamizm’in önceden hesap edilen politikası Osmanlı askerî prestijiydi. Eğer Türk orduları, Tiflis, Kahire ve Tahran’a muzaffer bir şekilde yaklaşabilselerdi ve Müttefikler İstanbul’u tehdit etmeseler veya Bağdat’ı ele geçirmeseler, Pan-İslamizm çok geniş askeri ve siyasi alanda cereyan edebilirdi ve hatta şimdi bile iflas etmiş denilemez.            

Ama bu Pan-İslamist propaganda, ancak Pan-Turanist düşüncenin mantıki sonucu olarak yıkılabilirdi. Eğer Osmanlı İmparatorluğu, İslamî büyük bir güç değil de Türk millî devleti olsa ve eğer Türk milliyetçiliği ile İslam eninde sonunda bağdaştırılamaz olsalar, bu durum Türkiye ve diğer ülkelerin Müslüman nüfusu arasında ortak bağlarını bir çırpıda kıracaktır. Artık onlar için Türkiye’de, İngiltere’den, Rusya’dan veya Fransa’dan daha fazla kurtuluş yoktur ve İ. T. C.’nin bunların üzerinde kurulmuş olan hükümetlerinden daha fazla iddiası yoktur. İ.T.C bunun çok iyi farkındadır ve Pan-Turanizm ile Pan-İslamizm çatıştığı yerlerde alenen Pan-Turanizm ülküsü doğrultusunda politika gütmemişlerdir. Müttefikler, Pan-Turanist yazarların anti-İslami ve anti–Arap deklarasyonlarını ve despot faaliyetlerini ve İ.T.C. eliyle Arap eyaletlerindeki devlet dairelerindeki baskıyı Arap dünyasında bir anti-Türk propagandası olarak iyi değerlendirdi. Fakat İ.T.C.’nin bir hükümet veya parti olarak, Pan-İslamist anlayışla tezat oluşturan Pan-Turanist programları olduğuna dair suçlamak zordur.            

İ.T.C.’nin politikası ilk etapta her iki hareketi de suiistimal etmektir ve dışarıda Pan-İslamizm onlar için daha faydalıdır, fakat şu da açıktır ki, içeride Pan-Turanizm ile daha fazla kazanım elde etmişlerdir. Onların amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu Alman örneğinde olduğu gibi büyük bir askeri güç haline getirmekti. Doğal olarak ortak dilde ortak dinden daha fazla kendilerine ait temel buldular. Aşağıdaki pasajda Ekim 1911’de İ.T.C. Kongresi’nde kabul edilen karar gösterilmiştir:             

“İmparatorluğun yapısı Müslüman olmalı ve İslamî kurumlar ve gelenekler için saygı korunmalıdır. Adem-i merkeziyetçilik ve otonomi Türk İmparatorluğu’na ihanet olduğundan diğer uluslar teşkilatlanma hakkından mahrum bırakılmalıdır. Uluslar önemsiz bir miktardır, dinlerini muhafaza edebilirler ama dillerini değil. Türk dilinin yaygılaştırılması İslamî egemenliği ve diğer unsurları asimile etmeyi teyit eden etkin bir araçtır.”            

Bu durum, İ.T.C.’nin iki fikri iç politikalarında nasıl bağladıklarını ve bu senteze daha çok vurgu yaptıklarını resmeder. Teb’a ulusların “dinlerini koruması fakat ana dillerini unutturulması politikası” erken dönem Osmanlı fatihlerinin geleneksel politikasına tamamen aykırıdır. Müslümanlık dinini kabul etmeleri üzerine Arnavut ve Bosnalı soyluların sadece dillerini korumalarına değil, mülkiyetlerini de korumalarına izin verilmişti.  

           

9) Türk İrredantizminin Dışarıda Başarı Şansı            

Diğer taraftan Pan-Turanist propagandanın Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışındaki Türkler için olasılığı tahmin edildiğinde, hiçbir Osmanlı hükümetinin Pan-İslamizm düşüncesine karşı zararlı bir politika sürdürdüğü varsayılabilir. Ayrıca şimdi varsayılabilecek diğer bir nokta, dağılmış Türkleri yeniden birleştirme politikası uygulanırsa, ırk pratik bir ihtimal haline gelir (şu anda mümkün olmayan), bu Osmanlı askeri gücünden değil, Rusya’nın “yıkılması”ndan meydana gelir. Bu Rusya “yıkılması”, “Tekin Alp” tarafından içtenlikle umulmakta -gerçekte bu, onun irredantist programının bir ön varsayımıdır-, ama Rus İhtilali’nden önce yazıldığı için bunun dışarıdan Türk orduları ile ya da Merkezi Güçler tarafından başarılabileceğini ummaktadır.            

Aşağıdakiler, Türkiye dışında Türkçe konuşan esas gruplardır ki, bunlar dikkate alınmalıdır:  

           

(a) Kazan Tatarları (Yaklaşık 1,5 milyon)            

Bunlar Volga’nın orta cihetinde Nizhni Novgorod ve Samara arasında yaşarlar. Batıda Ruslar ve kuzey ve güneydeki Fin kabileleri[3] tarafından kuşatılmışlardır. Ayrıca, üç yüz yıldan fazla bir zamandan beri Rus hükümetinin yönetimi altındadır ve Müslümanlık ile Hristiyanlık arasındaki bariyer, dünyanın hiçbir yerinde burada olduğu kadar kırılmamıştır. Kazan Tatarları başarılı ve eğitimlidirler. Yakın zamanda Rusya’da yaşayan Türkçe konuşan gruplar, bunların liderliğini takip edeceklerini beyan ettiler ve son birkaç yılda basılı yayınları, Tatarların etkisini Müslüman dünyası arasında geniş ölçüde yaydı. Bir Osmanlı-Türk irredantist politikası olarak Pan- Turanizmin başarı ya da başarısızlığı büyük ölçüde Kazan Tatarlarının bunu benimseme tavırlarına bağlıdır ve bu da Rus politik evrimine bağımlı olarak dönüşür.            

Kazan Tatarları, Balkan Savaşı sırasında Kızıl Ay çalışanlarını gönderdiler ve yardım fonlarını Türkiye’ye kaydırdılar, ama bu sempatileri pek politik bir forma dönüşecek gibi görünmüyor. Coğrafya ve fiziki ilgiler bunları Ruslara bağlar ve onların tutucu mizaçları üç yüz yıldan beri idaresinde yaşadıkları yönetimden şiddet yoluyla ayrılmalarını imkânsızlaştırır. Doğal olarak Çarlık rejimine ve özellikle Rus olmayan unsurlara karşı politikasına karşı çıktılar. İhtilalden önce görüşlerinin temel noktasını aşağı yukarı Kadetlerin oluşturuyordu.[4] Fakat şu anda ne Kadetlerin olduğu gibi anti-milliyetçi politikayı ne de Finlerin ve Ukraynalıların aşırı ayrılıkçılığı onları bağımsızlık ve muhtemelen şovenist devlet olarak Kırım ve Kafkas Tatarları’ndan izole edecekti. Onların federal Rus Cumhuriyeti’nde milli otonomiyi öngören Kerensky programını kabul etmeleri hemen hemen kesindir, eğer Rusya gerçekten federal bir cumhuriyet haline gelebilirse, Tatarların Türkçe konuşan toplulukların muhtemel lideri olmak için önlerinde parlak bir gelecekleri olacak ki, bu Türklerin sayısı bütün Türkçe konuşan toplulukların büyük kısmını içermektedir (toplam 27 milyonun 16 milyonunu içermektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk nüfusu aşağı yukarı 8 milyon civarındadır).            

Bu durumda Osmanlı irredantizmi başarısız olacaktır. Pan- Turanizm’in toplanma noktası diğer bir ifadeyle cazibe merkezi İstanbul değil ama Kazan olacaktır ve Anadolu Türklerinden uzak Tatarlar, Osmanlı İmparatorluğu’na yöneleceğine, Rus Tatarlar, Anadolu Türklerini çekeceklerdir.             

Bu çok arzu edilen çözüm, esasen Rus tepkisi olasılıklarıyla tehlike altındadır. Şu anda Rusya’da merkezi askeri bir hükümet oluşturma ve muhtemel bir sivil savaşa önderlik edebilecek ulusları baskı altına alma hareketi uluslararası politikada Tatarlar tarafından yürütülecek bir panik havası yaratabilir. 

           

(b) Kırım Tatarları (200.000 altında); Kazan liderliğini takip edeceklerdir. 

           

(c) Batı Sibirya Tatarları (Yaklaşık 50.000); Kazan liderliğini takip edeceklerdir. 

           

(d) Kafkas Tatarları (200.000 üzerinde); Bunlar ayrıca Kazan’ın etkisi altındalar. Diğer taraftan bir yüzyıldan daha az zamandır Rus yönetimi altındadırlar. Osmanlı sınırına yakın yaşıyorlar, Osmanlı Türkçesine kendi edebi dilleri gibi adapte olmuşlardır (gazetelerinin dili) ve Ermeni korkusu ve nefreti konusunda Anadolu Türkleri ile güçlü bir ortak çıkara sahiptirler. 1905’de Kafkaslarda Ermeni ve Tatarlar arasında ırkî bir savaş vardı ve sonuçta genel olarak Ermeniler bu durumdan kazançlı çıkmışlardır.            

Enver, 1914–5 kışında Kafkaslarda istilasını başlattığında İ.T.C. orduyu desteklemek için propagandacılar yolladı. Kafkasları bölme amaçlı bir projeyle Türk ve Ermeni bölgesini, Osmanlı hükümranlığı altında Tatar, Gürcü ve Ermeni milli devletleri olarak bölmeyi tasarladı. Osmanlı Ermenilerini, başarısız olmakla birlikte, bu projede işbirliğine iknaya çalıştılar.            

Bilindiği gibi Osmanlı orduları hiçbir zaman Kafkaslardaki Tatar bölgesine ulaşamadılar ve sadece Batum bölgesinde yaşayan Rus vatandaşı Müslüman bir Laz-Gürcü kabilesi olan Acaralar yanlarında oldular.            

Rus Devrimi’nden itibaren bu sefer Kafkas ve işgal altındaki Osmanlı Ermeni bölgesinin milli otonomi ile Türkiye yerine Rusya Federalizmi yönetimi altında olmaları fikri yeniden canlandı. Tatarlar, Gürcüler ve Ermeniler zaten milli sınırlarının tartışılmasını istiyorlardı ve şu dikkate değerdir ki geçmişte kuvvetli ve ayrıcalıklı Ermenilere karşı Tatarların ve Gürcülerin birleşme girişimleri mevzubahis olmuşsa da, şu anda bir Gürcü-Ermeni yakınlaşması söz konusudur. Bu arada Gürcüler ve Tatarlar arasındaki ilişkiler Batum bölgesindeki Acaralar ile Osmanlı vilayeti Trabzon’daki Lazların, Gürcüler tarafından ırkî alanları, Tatarlar tarafından ise dinsel alanları olduğu iddiası ile gerilmiştir. Bu durum her ne kadar geçici bir evre olsa da Kafkaslarda yeni milli sınırların belirlenmesi kadar önemlidir, eski Gürcü Tatar gruplaşması Ermenilere karşı tekrar gündeme gelmektedir.            

Kafkas Tatarları geri planda kalmışlar ve Şii-Sünni ekseninde bölünmüşlerdir. Eğer milli otonomiyi destekleyecek kadar özgür bir Rusya olursa ve çeşitli milli iddialar karşısında yeteri kadar adaletli olabilirse Rusya’ya tabi kalacaklardır ve bu durumda Rusya’da Türkçe konuşan nüfus için Bakü, Kazan’ın yerine politik bir merkez haline gelecektir. Kazan, şu anda eski kültürün faziletine bütün Türkler için liderlik ediyor, ama Bakü petrol rezervleriyle daha büyük bir endüstriyel geleceğe sahip ve Kazan, Türk dünyasının kenarında yer alırken Bakü tam da merkezde yer almaktadır. Kazan ve Kırım, Anadolu ve Azerbaycan ve Orta Asya bloğu (Trans-Hazar demiryolu) Bakü etrafında daire biçiminde sıralanmışlardır ve iletişim ağının ortasındadır. Şu anda da Bakü Tatarları, Kazan Tatarlarından daha fazla liderleri etrafında güçlü bir şahsiyet oluşturabilmişlerdir.            

Fakat Bakü olasılığı Rusya Federalizm’inin başarısına bağlıdır. Eğer Rusya’da bir kaos veya baskı durumu yaşanırsa Kafkas Tatarları kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu’na dönerler ki bununla kolaylıkla işbirliğine girebilirler. Anadolu Türkleri ile coğrafik olarak temas halinde olmalarından, onların edebi dillerini benimsemelerinden ötürü ve kültürel olarak dışlanmadıkları için onlarla yapacakları işbirliği kolaylaşacaktır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu’ndan uzak bir eyalet olarak kalacak ve Bakü’nün kültürel gelişimi kısa süreli olacaktır.  

            

(e) İran’da Türkçe Konuşan Nüfus 

MS 11.-13. yüzyıllar arasında Orta Asya’dan yaşanan göç ki, bu göç Türkçe konuşan kabileleri Kazan, Kafkaslar, Anadolu’ya sürüklemiştir, aynı zamanda bunları Kuzey İran eyaletlerine ve en çok da kuzeydoğu eyaleti Azerbaycan’da yoğunlaştırmıştır.            

İran’da Türkçe konuşan insanlar şu anda Türklük millî bilincine sahip değiller. Bunlar İranlılar gibi Şiidirler, Anadolu Türkleri gibi Sünni değillerdir. Tekin Alp bunların halen Farsça yazdığını ve Farsça gazeteleri okuduklarını itiraf eder. Ve gerçek bir sıkıntı şu ki Azerbaycan’ın başkenti Tebriz, İran milli hareketinin bir merkezi haline gelmiştir.            

Tekin Alp, Azerbaycanlılara “Türk ruhu” aşılamayı umut ediyor ve bunun İran’ın iç yapısını güçlendireceğini kanıtlamaya çalışıyor. Bu durum gerçekten İran milliyetçiliğini kırabilirdi ve gerçek İranlıları, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir düşmanlığa itebilirdi, ancak İ.T.C. böyle bir gaf yapacak gibi görünmüyor. Savaş esnasında İ.T.C.’nin politikası İran milliyetçiliğini desteklemek ve bunu Anglo-Rus rejime karşı ateşlemekti. İ.T.C., Anglo-Rus kontrolünden uzak güçlü bir İran için oynuyor ki, sonrasında İran, Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yapacak ve sonuçta Osmanlı hegemonyası altına girecektir.            

Eğer Anglo-Rus rejimin yıkılamayacağı netlik kazanırsa İ.T.C. daha küçük bir ödül için oynar ve İran’dan kendi Türkçe konuşan nüfusunu ayırır. Osmanlılar, her zaman Azerbaycan’a ilgi duydular; 16–17 yüzyıl esnasında bir kereden daha fazla burayı işgal ettiler. 1914–5 kışında Azerbaycan’ı Kafkas savunmalarıyla ilgili bir olay gibi birkaç hafta istila ettiler.            

Ayrıca şu da mümkün ki; eğer İran milliyetçiliği güçlenirse bu şovenist bir iç politikaya dönüşebilir ve Türkçe konuşan azınlıklar İranlılaştırılmaya çalışılabilir. Bu durumda Azerbaycanlılar arasında Türk olma bilinci canlanabilir ve İran’dan gevşek bir politika ile ayrı kalmayı isteyebilirler. Öncelikle Kafkas Tatarları’na yönelirler ki bunlar, Rus ilhakından önce İran’a aittirler ve Azerbaycan’dan sadece suni bir sınır ile ayrılmışlardır. Azerbaycanlılar ve Kafkas Tatarları sonuçta aynı doğrultuda bir çekimle birbirlerine bağlıdırlar; ya Osmanlı İmparatorluğu’na ya da Rusya’ya doğru.  

           

(f) Afganistan’da Türkçe Konuşan Nüfus            

Hindu-Kuş ve Oxus arasındaki Afganistan vilayetlerine ağırlıklı olarak Türk nüfusu yerleşmiştir. Önceden bağımsız bir Türk (Özbek) hanlığı idiler, Hive ve Buhara gibi. Afganistan tarafından yakın dönemde, 1850–9 arasında ilhak edilmişlerdir. Durum İran’daki gibidir. Pan-Turanizm doktrini Özbeklerde, Türk milliyeti ruhunu canlandıracağa benzer. İ.T.C. Afgan devletini, Osmanlı politikaları yörüngesine çekmeyi tercih edecektir.  

           

(g) Orta Asya Türkleri (Yaklaşık 13 milyon, 12 milyonu Rusya’nın yönetimi altındadır)            

Orta Asya’nın Türkçe konuşan bölgesi, dünyanın en büyük yaşayan dil bölgesidir- Büyük Rusya bölgesinden daha büyük ve Amerika kıtasının İngilizce veya İspanyolca konuşan bölgesi kadar büyüktür. Kabaca, batıda Volga ve Hazar, kuzeyde Trans- Sibirya demiryolu, doğuda Altay Dağları, güneyde Kwen- Lun ve Pamirlerle çevrilidir. Tarım (“Çin” veya “Doğu Türkistan”) hariç, hepsi şu anda Rusya’ya aittir. Türkçe konuşan bölüm sadece kuzeyde Rus-Kazak yerleşimcileri ve Farsça konuşan Tacik köylüleri ve Oxus boyunca ve Sirderya üzerinde yaşayan köylülerce bölünür.            

Bu bölgede ekonomik ve kültürel büyük zıtlıklar mevcuttur. Ural bölgesindeki Başkurtlar, göçebe hayattan yerleşik hayata geçme aşamasındadır. Onların güneyindeki Kırgızlar, geniş steplere dağılmış durumda halen göçebe yaşıyorlar. Trans-Hazar Türkmenleri eyaleti, (Rus zaptından ayakta kalabilmişlerdir) sadece göçebe değil, ama yapabilseler yağmacılığa devam edecekler. Diğer taraftan, güneydoğuda akarsular boyunca kesif yerleşik nüfus vardır. Fergana, Semerkant ve Taşkent’te, Ruslar son 50 yıldır büyük bir sulama işi başardılar ve başarıyla pamuk ekimini büyüttüler. Diğer taftan Çin Türkistanı’nda Avrupa düzeni henüz kurtarmaya/ yardıma gelmediğinden, tarım, rüzgâr ve kuma karşı bir savaşım içindedir.            

Bu farklılıkları ortaya koymak için tek ve ortak bir dil, ortak bir din (bu nüfusun hepsi Sünni’dir) ve ortak bir hükümet yaratmak için güçlü faktörler vardır ve Rus fethinin getirdiği daha iyi bir iletişim vardır aralarında. Örneğin, Oxus ve Siri Derya boyunca uzanan eyaletler, Türkistan’ın kalbi durumundadır, şimdi Orenburg’dan Taşkent’e Kırgız steplerine ve Bakü’ye Trans- Hazar demiryoluyla ve Hazar denizi üzerinden buharlı gemilerle bağlanmışlardır.            

Orta Asya’da Türk milliyetçiliği meselesi, Rus İhtilali’nden önce uzak bir ihtimalken, İhtilal’den sonra aciliyet kazanmıştır.            

İhtilalin burada yaratmış olduğu etkilerle ilgili doğrudan bilgiye az sayıda sahibiz. Hive’de Buhara’nın muhtar hanlıklardan bir anayasa koparabilmek için otonominin yükselişte olduğu söyleniyor. Dini patlama daha ciddi bir ihtimal. Rusya, Orta Asya’yı ele geçirmeden önce burası Sünni fanatizminin sıcak olduğu bir bölgeydi. Hive ve Buhara –ki bunlar hiçbir zaman doğrudan Rusya’nın yönetimi altında olmamışlardır, burada fanatizm hala devam ediyor gibi görünüyor ve burada küçük bir kıvılcım büyük bir dini patlamayı beraberinde getirebilir. Eğer Rusya parçalanacak olursa Orta Asya buradan ayrılacak ilk parça olur. Taşkent ve Trans-Hazar demiryolu kesilirse, burası Rusya’daki sert steplerle ve çöllerle izole edilmiş bir hale gelecektir. 19. yüzyılda bu kuşağın üzerinden geçmek ve ötesindeki eyaletleri fethetmek, Çar’ın 20 yılını almıştır. Avrupa Savaşıyla parçalanmış bir Rusya ve İhtilal, bunu yeniden ele geçirilmesi belli olmayan bir zamana kadar erteleyecektir, aksi takdirde hiçbir zaman bu gerçekleşmez.            

Rusya’nın “parçalanması” böylelikle Orta Asya’da Osmanlı irredantizmi için başka hiçbir Türkçe konuşulan bölgede olmadığı kadar büyük bir fırsat yaratır. Orta Asya’da Pan-Turanizm ve Pan-İslamizm’in herhangi biri diğeri ile anlaşmazlık içinde değildir.            

Bütün nüfus Türk, bütün nüfus Sünni ve mevcut yönetim bir Müslüman devletin devamı değil, ancak Hristiyan bir istilacıdır. Eğer Rusya, İran veya Orta Asya’dan gelecek bir güçle yok olacak olursa, Alman- Osmanlı diplomasisi, Orta Asya’da bir Türk-İslam devleti kurmak için gayret edeceklerdir ki, bu devlet daha sonra Türk- İran ve Afganistan İslam ittifakına dördüncü bir üye olarak katılabilecektir.            

Böyle bir ittifak içindeki bir devlet Hindistan’ı ölümcül bir tehlike altına sokabilir. Bu kuzeybatı sınırında İngiltere karşıtı kabileler arasında, anti-İngiliz bir hinterlant yaratır. Ama eğer ki, Rusya dağılırsa, İngiliz İmparatorluğu bu tehlikeyi tek elden defetmek zorunda kalacaktır.            

Orta Asya’daki Pan-Turanizm meselesi, İngiltere’ye Rusya’nın geleceğine yönelik hayatî bir önem vermesine sebep olur. Savaştan ayrı, sürekli bir ilgi. Orta Asya’da Türkçe konuşanlar, Rusya’nın bir parçası olarak kalıp, Bakü ve Kazan’a yönelebilirler veya Rusya’dan kopup İstanbul’un çekim alanına girerler ki bu hal doğrudan bizim güvenliğimizi zarara uğratır.  

           

(h) Yakutlar (yaklaşık 250.000)            

Yakutlar, Türkçe konuşan bir kabile olarak Lena Nehri havzasından, Buz Denizi sahillerine uzanan geniş bir alana seyrekçe dağılmışlardır. Bunlar, Pan-Türk hareketin menzilinden oldukça uzaktırlar; birincisi ya pagandırlar ya da teoride Hristiyan, Müslüman değil, ikincisi Türk ırkının diğer kollarından Türk olmayan geniş bir nüfus kuşağıyla ayrılmışlardır, pagan Tungus ve Budist Moğollarla. 

           

Sonuç            

(a) Osmanlı Türkleri Avrupa’daki hiçbir ulusla “Pan- Turanist” akrabalık hissiyatına sahip değildir. İ.T.C.’nin Avrupa politikası oldukça hissiyatsız, en az Avrupa kontrolü ile en fazla Avrupa yardımını amaçlayan bir politikadır.            

(b) Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü de facto olarak Anadolu Türkleri üzerinde devam etmektedir ve dünyanın bütün Türkçe konuşan nüfusları arasında bariz bir dil akrabalığı vardır. Bu sebeple, doğal olarak Osmanlılar arasında Türk milli şuuru meydana gelebilecek ve bu “Pan-Türk” bilinciyle beraber yol alacaktır.            

(c) Milliyetçilik, Osmanlılar arasında Balkan Savaşı şokuyla desteklenmiştir, ama doktrine milliyetçilik ile İ.T.C.’nin milliyetçiliğinin ayrımı önemlidir. İ.T.C., Osmanlı Devleti’nin bekasını her zaman Türk milliyetçiliğinden daha fazla önemsemiştir.            

(d) Yukarıdakilerin hepsi gösterir ki, İ.T.C. asla Pan-İslami politikasını ne içeride Türk milliyetçiliğine ne de dışarıda Türk irredantizmine kurban eder.            

(e) İ.T.C. için Türk irredantizmi pratik bir politika olabilmek için Pan-İslamizm ile çarpışır, ama olası olmamakla beraber, Rusya’nın bölünmesi durumunda bunu kullanabilirler.            

(f) Rusya’nın dağılması, Asya’daki İngiliz çıkarlarını zarara uğratacaktır, “dağılma” ihtimali büyük oranda Rusya’da Türkçe konuşanların tutumuna bağlıdır ve bunlar iki merkeze sahiptirler; eski merkez Kazan ve yeni merkez Bakü. Bu sebeple Kazan ve Bakü Tatarlarının Rusya’daki gelişmelere karşı alacakları tavır doğrudan İngiliz çıkarlarını etkileyecektir.            

(g) Bizim Arap hareketi ve politikamız için Pan-Turanizm iyi bir propaganda, ama bundan daha fazlası değil. İttihatçılar, Arapları Türkleştirme politikasından, bunun Osmanlı Devleti’ni zayıflattığını düşündükleri zaman vazgeçeceklerdir. Hatta Araplara, Osmanlı Devleti’ni Pan-İslami ve anti-İngiliz karaktere sahip bir Türk-Arap devletine dönüştürmeyi teklif edebilirler.            

(h) Eğer Osmanlı İmparatorluğu büyük güç özelliğini kaybederse, Anadolu’da gerçek bir Türk millî uyanışı yaşanabilir. Bu durumda Rusya’da Türkçe konuşan nüfus, onun Balkan Slavlarına karşı üstlendiği rolü üstlenerek, Türkler tarafında yer alırlar.            

Pan-Turanist fikrin gerçekleştirilebilmesinin tek yolu budur.            

 

Ek I- KÜRTLER            

Pan-Turanist bakış açısından, Kürtler kayda değer olumsuz bir faktörü oluşturmaktadırlar. Bunlar, Farsçanın bir lehçesini kullanan İran asıllı insanlardır. Ana vatanları İran platosunu Mezopotamya havzasından ayıran dağ meralarıdır. Güneydoğuya doğru akraba dağ nüfusuyla olan Lurlar ve Bahtiyarlar birleşirler. Ancak yayılmaları ters istikamete, diğer bir ifade ile kuzeybatı yönüne doğru olagelmiştir.            

Bu yayılma, Türk göçleri ile yakından ilgilidir. Türkler yönlerini Orta Asya’dan Kuzeydoğu İran’a çevirdiklerinde, 11. yüzyılda hemen hemen 3.000 yıldır İran platosunun kalesini ele geçirmiş olan Kürtlere dokunmadılar, onları yerlerinden etmediler. Kürt dağlarını atlayıp kuzeye doğru Azerbaycan içlerine yöneldiler, Aras vadisinin yukarısına ve böylelikle Ermenistan ve Anadolu’nun Kürdistan ile teması olmayan bölgelerine yöneldiler. Anadolu, onların hedefi ve Ermenistan onlar için en kestirme yoldu. Beş asır boyunca aralıklarla devam eden göçler sonucunda, Anadolu Türk Milleti’nin yeni bir yerleşim yeri haline gelirken, Ermenistan nüfussuz ve yarı izole bir hale gelmiştir. Bu Kürtler için bir fırsattı. Kürt aşiretleri, Türklerin yaratmış olduğu boş alana sürüklendiler ve Urmiye ve Van Gölünün etrafındaki alana ve Dicle ile Fırat vadilerinin üzerine, hemen hemen Karadeniz ve Akdeniz’e kadar yayıldılar.             

“Pan-Turanist” coğrafya açısından bu sebeple kendilerine stratejik bir durum mal ettiler. Kuzey Halep’ten Doğu Bağdat’a stratejik bir kuşak düşünüldüğünde Anadolu’nun Türkçe konuşan nüfusu ile bir taraftan Kafkas ve Azerbaycan, diğer taraftan Arap dünyası arasında daimi bir tampon bölge oluşturmaktadırlar. Daha da önemlisi, Ermeniler ve şimdi Kürt[5] olarak tasniflenen dağlı yerli aşiretler, doğudaki Türklerle Anadolu (Osmanlı) Türklerini ayırmak için birleşmiş bulunmaktalar. 1915’de Ermeni katliamı esnasında bir Türk jandarması, bir Danimarkalı Kızıl Haç üyesi hemşireye[6]“Önce Ermenileri, sonra Rumları, sonra da Kürtleri öldüreceğiz” derken İ.T.C.’nin Ermenilere tutumlarında Pan-Turanist düşünce bir motivasyon aracı olduğu kadar, jandarma, üstlerinin uyguladığı politikanın mantıki sonucunu da söylemiş oluyordu.            

Diğer taraftan eski rejim altında, Osmanlı İmparatorluğu merkezileşmeye veya ulus devlet olmaya soyunmadan önce, Kürtler, Osmanlı Devleti’nin en sadakatli ve iyi destekleyicileriydiler ve onların kuzeye ve batıya yayılmaları, Osmanlı’nın cesaretlendirmesinin bir sonucudur.            

16. yüzyılın başında Osmanlılar Ermenistan’ı istila ettiklerinde onların öncelikli hedefi İran’a karşı bir siper oluşturmak ve Kürt aşiretlerini bu amaçla konuşlandırmaktı. Farsça lehçelerine karşın Kürtler hiçbir zaman bir İran milliyeti hissinin işaretini göstermediler. Kürtlerin sosyal bilinçleri aşiret ile sınırlıydı ve yegâne aşiret hedefi dış kontrolden uzak kalabilmekti. Aşiret bağımsızlığı için uzakta bulunan Osmanlı hükümetine göre yakınlarındaki İran hükümetini daha zararlı ve büyük bir tehlike olarak görmüşlerdir. Osmanlı idaresi, Kürt aşiretleri üzerindeki asgari egemenliğinden memnundu ve bunun karşılığında aşiretler Osmanlı İmparatorluğu’nun İran sınırını koruyorlardı. Boşnaklar ve Arnavutların Balkanlar’da üslendikleri rolle aynıdır.            

Kürtler ile Osmanlı idaresi arasındaki ayrım, 19. yüzyılın başında Sultan Mahmut, Kürdistan ve Ermenistan’daki yarı bağımsız Kürt aşiret reislerini azaltmaya başlayınca ve onların yerine resmi Osmanlı idari yapısının başlangıcını oluşturacak düzenlemelere başlayınca ortaya çıktı.[7]Merkezileştirme politikası 1890’larda Abdülhamit tarafından tersine çevrilmiştir. Abdülhamit farklı uyruklara sahip tebaasını birbirine karşı kullanarak hükümdarlığı altına almayı ve böylelikle bunların bütününü zayıflatmayı umuyordu. Abdülhamit, Kürtlere tüfekleri verdi ve aşiret reislerini Hamidiye Alayları’nın başına getirerek Ermeniler konusunda onları serbest bıraktı. Ancak klasik Osmanlı politikası İ.T.C. tarafından 1908’de tekrar yürürlüğe sokuldu. Cemiyet, İmparatorluğu birlik ve içerde güçlenme ile yeniden diriltmeyi umuyordu. İ.T.C. bir ara Kürtleri hükümetin kontrolü altına girmeye çağırdı. İbrahim Paşa tarafından kurulan bağımsız milli konfederasyonun pratikte boyunduruk altına alınması dikkate değer bir başarıdır. Ama Abdülhamit tarafından kurulan ordulara aynı şeyi yapamadılar, her ne kadar Hristiyan nüfusa bu ordulara karşı direnmeleri için müsaade etmişlerse de.             

Avrupa Savaşı’na katılır katılmaz İttihatçılar bilinçli olarak Abdülhamit’in politikasına geri dönmüştür. Kürt aşiretlerine daha fazla silah dağıttı, Azerbaycan işgalinde yer almaları için onları cesaretlendirdi ve Hristiyanlara karşı onları kışkırttılar. 1915 Nisan’ından sonra, sınır dışı etme esnasında Ermeni konvoylarındaki kıyım genelde serbest bırakılan suçluların desteğini de alan ve Osmanlı jandarması tarafından göz yumulan Kürt çeteleri tarafından gerçekleştirilmişti. Ama bütün Kürtler hükümet tarafında yer almadılar. Örneğin [8] Kilikya’daki Kürtler, Ermenilere karşı sürdürülen tutumu, diğer Müslüman nüfusun yaptığı gibi reddettiler ve Dersim dağlık bölgesindeki Kürtler veya sözde Kürt aşiretleri Harput ve diğer yerlerden gelen Ermeni mültecilere sığınma verdiler.            

Kürtlerin bağımsızlık hissiyatları Osmanlı’nın zorunlu askerlik yasası ile hayal kırıklığına uğradı. Osmanlı ordusundaki Kürt firarilerin oranı Ermenilerden çok daha fazladır. Çok sayıda Dersimli aşiret hep birlikte asker vermeyi reddettiler ve Osmanlı askeri otoriteleri bunların üzerine cezalandırıcı askeri birlikler göndermede başarısız oldular. Şu anda Dersim, Türkler ile Ruslar arasındaki çizgide hiç kimsenin toprağı konumunda ve Kürt aşiret reislerinin çoğu Rus etkisi altındadır.            

Rus etkisi, Rusya’nın Azerbaycan’ı işgalinden itibaren sürmektedir. Erivan hariç diğer Kafkas eyaletlerinde doğrudan Rus hâkimiyeti altında olan hiçbir Kürt yoktur. Rusya’nın Azerbaycan’ı işgali, Rus siyasî nüfuzunun Kürtler arasında artmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum aşağı yukarı Abdülhamit’in düşüşüyle ve Türkiye’de Kürtlere karşı düşmanlık yürüten rejimin başlamasıyla aynı zamana denk düşer. Rusya, dışarıdan karışıklığa sebep olan bir hükümet olarak Kürtlere İ.T.C.’den daha yakın gelmiştir.            

Mevcut Savaş esnasında Kürt partizanlığı askerî duruma göre değişiklik gösterdi. Türkler, Azerbaycan ve Kafkasya’da taarruzda iken Kürtler, Türk taraftarıydı. Sonrasında Rusya, Osmanlı topraklarını işgal edince Rus taraftarlığına döndüler. Rus askeri otoriteleri, Osmanlı Kürtlerine olağanüstü bir destek verdiler, onlara silahlarını bıraktılar, askeri baskınlarına göz yumdular, sadece geri dönen Ermeni mülteciler üzerine değil, Rus iletişim hattı üzerine dahi yaptıkları baskınlara göz yumdular. Kürtler, doğal olarak Çarlık hükümetine Ermenilerden daha yakındılar. Ermeniler, İhtilal’den sonra da Bolşevik askeri otoritelerin Kürt taraftarı tutumlarından yakınmışlardır.            

Rus ordusundaki gönüllü Ermeni askerler misilleme şansını hiç kaçırmadılar. Gelen bilgiye göre, Ermeni gönüllü askerleri tarafından Van Gölü’nün kuzeydoğusundaki Kürtlere karşı cezalandırıcı saldırıları kadın ve çocukların katliamı ile neticelenmiştir. Şu belirtilmelidir ki, bu kötü muameleye Bakü Tatarları’nın basınında yer verilmiştir. Şimdiye kadar Tatarlar ile Kürtler arasında ortak payda azdır fakat eğer Osmanlı Ermenileri federal bir Rus Cumhuriyeti yönetimi altındaki Rus Kafkas eyaletleriyle işbirliğine girişirse, Kürtlerin ve Tatarların birlikte İslami bir siyasî blok olarak hareket etmeleri muhtemeldir.            

Fakat Kürtlerin geleceği Ermenistan’dan (Ermeniler hangi rejim altına girerlerse girsinler) çok kuzeydoğu Mezopotamya’da yatar. Burası ekonomik bir kalkınmanın arifesindedir. Halep ile Musul arsındaki bozkır bölge daha çok Arap toprağıdır. Bununla beraber Kürtler kışlamak için bu bölgeyi kullanır. Kürtlerin son büyük reislerinden İbrahim Paşa, Viranşehir’i[9] idare merkezi yapmıştır. Fakat tarım şu anda Halep’ten doğuya doğru giden Bağdat demiryolunu takip etmektedir. Toprakla uğraşılarında Kürt, bedeviden daha iyi yeteneklere sahip olduğunu göstermiştir. Eğer bu yüzden ülkenin gelişmesi kademeli olarak devam ederse ve mahalli halk dışarıdan gelecek insan kaynaklarınca kuşatılmazsa kuzey Mezopotamya Kürt ülkesi olarak tayin edilmiş görünmektedir. Burada aşiret geleneklerinden ve göçebe alışkanlıklarından kurtulmuş olarak Kürtler, medeniyetin etkilerine daha açık olacaklardır.            

Osmanlı Devleti’nin, barış görüşmelerinde buranın kendi ellerinde kalacağını düşünerek Kürtlerin kuzey Mezopotamya’da ilerleyişlerine karşı politikaları ne olacaktır? Jandarmanın Danimarkalı hemşireye savurduğu tehdidi uygulamaları mümkün, ama Kürtlerle eski aşiret bağımsızlığı yerine milli otonomi temelli bir uzlaşma arayışı içine girmeleri daha mümkün görünüyor. Şu ya da bu şekilde bir Türk-Kürt yakınlaşması Osmanlı geleneğinde vardır, fakat gelecekte Osmanlı Devleti’nin Kürt politikası Arap politikası sonucunun eklerinden biri olacaktır. Eğer Arap eyaletlerine otonomi tanırlarsa, bundan artan Kürt tarımsal nüfusu da faydalanacaktır; eğer baskı altında tutmaya ve Türkleştirmeye karar verirlerse Kürtler ve Araplar benzer şekilde muzdarip olacaklardır. 

 

Rapora Ek  

Rapor baskıdayken Pan-Turanist Hareket ile ilgili yeni bir beyanat Enformasyon Dairesine ulaştı… 

(iii) Bağdat Projesi’nin Terk Edilmesi. 

İngilizlerin Mezopotamya’daki başarıları, Almanları “Berlin-Bağdat” konusunda ümitsizliğe düşürdü. Bu konuşma Dr. Helfferich’in kafilesinden ayrılan bir Alman ekonomistin bağımsız açıklamalarından elde edilmiştir.            

(iv) Rusya’daki Tazminat            

Diğer taraftan Rusya’nın siyasi ve askeri çöküşü Türklere ve Almanlara her nerede olursa olsun Rusya aleyhine kayıplarının karşılanması için tazminat aramalarına sebep oldu.[10] : 

“Rus İhtilali’nden itibaren, Pan-Turanist Hareket, İstanbul ve Berlin’deki liderlerinin beklemediği büyük hayallerindeki bir kıvılcımı aldılar. 

Rus İhtilali’ne kadar Hareket, Rusya’nın İran sınırında bunu engelleyeceğini düşündükleri için planlarını açığa vurmak gibi niyeti olmayan adamların elindeydi. Fakat Rus İhtilali, Hareket’in çehresini büyük ölçüde değiştirdi.            

(v) Berlin-Buhara.            

Pan-Turanist politika Arap eyaletlerinin bir kısmının veya tamamının kaybını hesap etmektedir. Fakat Rusya’nın aleyhine ve Büyük Britanya’nın ulaşamayacağı bir yerde Turanist temellere dayalı yeni bir Türk İmparatorluğu inşa etme tazminine yönelik umutların ilk hedefi Rus Kafkasya’sıdır: İlk etapta Kafkaslar üzerinden Rusya ve Çin idaresindeki geniş Türkçe konuşan Orta Asya nüfusu hedefleniyordu. Son tahlilde güneydoğu İran’ı Belucıstan ve Afganistan’ı hedeflemektedir. Bu sebeple, Hareket’in emelleri Hindistan güvenliği ile doğrudan çatışmaktadır.            

Berlin-Bağdat demiryolu hattı ölebilir, ama Küçük Asya ve Kuzey İran’dan geçecek Berlin-Buhara hattı yaşayacaktır ki, bu yeni Alman isteği ve stratejisidir. Bu yeni stratejik demiryolu eğer gerçekten çare düşünülüyorsa İstanbul’dan Ankara’ya olan hattı takip edecektir; ikinci etapta Ankara’dan Sivas’a, bunun daha önceden yapımına başlandığı söyleniyor, Sivas’tan Erzincan ve Erzurum’u takip edecektir, Sarıkamış’ta Kafkas demiryolu sistemine katılmak için. Bu öncelikle İstanbul’un Bakü ve Tebriz ile irtibatını sağlayacaktır ve bunun haricinde iki ayrı rota da mümkündür: 

(a)Deniz taşımacılığı Hazar’ın üzerinden, Bakü’den Krasnavodskü ve Krasnovadsk’tan Trans-Hazar demiryolunun varlığıyla Buhara’ya ve ötesine veya  

(b)Yeni bir demiryolu, Tebriz’den başlayıp kuzeydoğu İran’a geçen (burada büyük mühendislik sıkıntıları yaşanmayacaktır) ve Merv’de Trans-Hazar demiryoluna katılacak.            

Bu rotaların hepsi İngilizlerin İran Körfezi’ndeki durumları için doğrudan tehlike arz edecektir ve Hindistan’ı ciddi biçimde batıdan ve kuzeybatıdan tehdit edecektir. 

17.11.17

A. J. Toynbee

 

[1] Ek 1’de yer alan Kürtler bölümüne bakınız.

[2] FO 371/3060/ 226241, 28 Kasım 1917. İngiliz Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi İstihbarat Bürosunca hazırlanmıştır. Raporun Dışişleri Bakanlığınca tescil tarihi 28 Kasım 1917 olmakla birlikte Toynbee’nin raporun altına düştüğü tarih 17 Kasım 1917’dir.

* İstatistiklerdeki rakamlar yuvarlanarak verilmiştir. Rusya, Türklerin bulunduğu ve resmi bir sayımın yapıldığı tek ülkedir ve Rusya’da bile ilk ve tek sayım 1897’de yapılmıştır. Burada Rusya için verilen rakamlar 1897’de yapılan seçime dayanarak 1911’de yapılan tahminlerden oluşmaktadır. Diğer rakamlar ise varsayıma dayalıdır.

+ Yabancı uyruklu yaklaşık 100,000 yarı-Tatar’ı içermemektedir (geneli Fin-Ugor’dur.)

Ek: 1909’da Orenburg Şer’i mahkemesi ki bu resmî bir organdır ve eski rejim idaresindeki Rusya Müslümanları üzerinde otoritesini geliştirmiştir, Kafkasya, Kırım ve Orta Asya eyaletlerini ihtiva eden alanda doğum ve ölüm oranlarını içeren tahmini kayıtlar tutmuştur. Buna göre kendi yargı alanı dâhilindeki Müslümanların sayısı 5.283.618’dir. Bu rakam yukarıdaki tabloda Kazan, Astragan ve Batı Sibirya Tatarları, Çuvaş ve Başkurtlar ile ilgili olarak verilen rakamlardan bir milyondan daha fazladır. Aradaki bu fark muhtemelen Kırgızlara ait kesin toprakların da dâhil edilmesinden kaynaklanmaktadır ki, buraya ait topraklar Avrupa Rusyasının idaresi altında olarak hesaplanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

[3] İsmen Hristiyan olmakla birlikte pagan inançları kuvvetlidir. Kendilerine ait ciddi kültürleri olmadığından etkilerinin büyüklüğüne bağlı olarak ya Rusların ya da Tatarların asimilasyonuna açıktırlar.

[4] Kadetler’in iç politikalarına paralellik olmakla beraber İstanbul’a Rusya’nın yerleşmesi gibi dış politika amaçlarına şiddetle muhalif oldular. 

[5] Temelde Dersim dağlık bölgesinde Fırat’ın iki kolu arasında.

[6] Türk göç yolu boyunca Erzurum’dan Sivas’a bir seyahatteydiler. ( Bkz. Mavi Kitap, misc. 31 (1916), s. 253.)

[7] Bu Sultan, Yanya’daki Ali Paşa’yı bertaraf eden ve Yunanistan’ı kaybeden kişidir ve burada belirtilmelidir ki; İ.T.C. aynı politikayı 1908-1913 arasında Kürtler’e uygulayarak başarılı olmuştur. İbrahim Paşa’nın gücünü kırmıştır. Ama bunu Arnavutluk’ta yapabilmeyi başaramadılar ve Makedonya’yı kaybettiler.

[8] Misc. No.31 (1916), s.499.

[9]  Cebel Sancar Yezidileri muhtemelen ırkî olarak Kürt olmadıkları halde Kürt diline adapte oldular.

[10] Almanlar şimdi Rusya’daki Türkçe konuşan ya da Müslüman nüfus üzerinde büyük bir özen gösteriyorlar yeni Alman iki haftada bir yayımlanan yayını “Der Neo Orient” (Nisan 1917’de başladı.) özel ilgilerini bu yayımla duyurmakta ve bu konuda çok sayıda yazıya yer vermektedir. 

————————————————

Kaynak:

 

Türk Yurdu, Temmuz 2011 – Yıl 100 – Sayı 287

 

Bu makaleye atıf yapılmakistendiğinde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.

 

Yazar
Kaya Tuncer ÇAĞLAYAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen