Allâh’ın (c.c) san’atı ile beşerin san’atı arasındaki fark; her yönüyle mükemmel olan canlı bir insanla, katı taştan ibâret bir put arasındaki fark gibidir. En küçük zerreden, en büyük evrene kadar Allâh’ın (c.c) san’atındaki îtinâ ve üstünlük, gözleri büyüleyici niteliktedir.
Yaratma ameliyesinin bizâtihi bir hârika olduğu şöyle vurgulanıyor ve deniliyor ki:
“Her şeyi en güzel şekilde yaratan…” (Secde,32/7) Allâh’ın… Bu; insan fıtratının gördüğü, gözünün seyrettiği, kafasından geçirdiği, aklıyla muhakeme ettiği son hakîkatin kendisi; eşyânın şeklinde ortaya çıkan saf gerçek; eşsiz yapısında ve toplu düzeninde hükmolunan asıl hakîkat; biçim ve durumunda, hareket ve enerjisinde göze çarpan sonsuz hakîkat; yakından ve uzaktan güzellik vasfıyla ve güzellikle ilgili her şeyde kendisini gösteren köklü hakîkattir.
“Sübhânallah…” İşte O’nun her şeydeki san’atı. Bütün yaratıklarda göze çarpan eseri… O’nun yarattığı her şeyde bir güzellik, bir dikkat ve îtinâ çarpıyor göze. Eksiklik ve fazlalık yok. Güzelliği zedeleyici çıkıntı veya girinti mevcut değil. Hacmin, şekil, vazîfe ve yapı bakımından hiçbir pürüz, ifrat veya tefrit mevcut değil. Her şey ölçü ile yapılmış, ince bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk var. Sırası öne alınmadığı gibi, geciktirilmez de. Süresi uzatılmadığı gibi kısaltılmaz da.
Küçücük zerreden en büyük cisimlere kadar her şeyde, en basit hücreden, en girift organlara kadar bütün uzuvlarda dikkat ve güzellik çarpıyor göze. İşler, hareketler, tavırlar ve hâdiseler de böyle. Hepsi Allâh’ın yaratması ve hepsi de ince bir plâna göre ölçülmüş, yeri ve şekli tanzim edilmiş. Allâh’ın idâresi altında ezelden ebede giden varlık çizgisi içerisinde evrensel projeye uygun olarak gerçekleştirilmiş.
Her şey ve her yaratık kâinatta kendisine ayrılan yeri almaktadır. Kâinattaki vazîfeleri ayrıntılarına kadar hazırlanmıştır. Vazîfelerini tam bir yetki ile yapmaları için gerekli olan özellik ve yeteneklerle donatılmışlardır.
Şu, bir tek hücre bilinmez vazîfeler görüyor. Şu, yüzen kurtcuğun ayakları var, kılcıkları var; en güzel şekilde yolunu yarıp gitmesi için gücü var. İçine çekebiliyor veya açılabiliyor. Şu balık, şu kuş, şu yırtıcı hayvan. Şu dört ayaklı yaratık ve şu insan, insan denen muhteşem varlık…
Şu koşup giden yıldız, şu çakılıp kalan gök cismi. Şu felekler, şu âlemler. Şu mazbut, fevkalâde düzenli, ince nizâma dayalı sürekli dönüşler. Her şey ve her şey gözün ulaşabildiği her yerde usta bir san’atkârın dikkati, hâkim, fevkalâde bir yaratılış var. Ve hepsinde bir güzellik, bir îtinâ göze çarpıyor.
Gören bir göz, duyan bir his ve muhakeme eden bir zihin. Bütünüyle bu mevcûdâtta güzellik ve uygunluk görür. Varlıklar âleminin her bölümü ve ferdinde bu ince güzelliği seyreder. Göz nereye bakarsa, kafa nereye takılırsa, zihin nerede dolaşırsa dolaşsın Allâh’ın yarattıklarını düşünmek, insana, yığınlarca güzellik ve üstünlük ihtivâ eden hazîneleri seyrettirir. Âhenk ve mükemmelliği gösterir.
Her yanda ihtişam, en zevkli duygularla dolu mutlulukları birer birer insan kalbine akıtır. Bunu gören insanoğlu sonsuz güzelliklerin, dikkat ve îtinânın heyecan dolu ihtifâline katılır. Bu yıldız üzerinde gezdiği her yerde, gördüğü her şeyde, duyduğu her nesnede bu dikkat ve îtinâyı kucaklaya kucaklaya sonsuz bir bayram neşvesi içerisinde yaşar. Bu fânî âlemdeki şekillerin ötesinde asıl ilâhî san’atın güzelliklerinden akseden ebedî güzellikleri görür ve hisseder.
İnsan zihni alışmanın donukluğundan, ülfetin mahmurluğundan kurtulmadıkça yeryüzündeki gezintilerinin hiçbirisinde bu sonsuz nîmet eserlerinin farkına varamaz. Çevresindeki kâinâtın seslerine kulak vermedikçe, işâretlerine dikkat etmedikçe eşyâdaki gerçek, mübdi’ kudret sâhibi olan Allah Teâlâ’nın kudret elinden çıktığı tarzdaki saf güzelliği açığa çıkaran ilâhi nûr ile çevresine bakmadıkça hiçbirisini göremez.
Ama Allâh’a (c.c.) bağlanarak gözünü bir şeye diktiği, duygusunu bir san’at eserine verdiği vakit, onu meydana getiren ile meydana gelen arasında bir ilgi kurar. Gördüğü ve duyduğu güzellik karşısında duygusu daha da artar. Çünkü o zaman Allâh’ın Celâl dolu güzelliklerinin ötesinden görür her şeyi.
Gerçekten de bu varlıklar âlemi bitmez tükenmez güzelliklerle doludur. İnsan idrâki bu güzelliklerin ancak bir noktasını kavrayabilir ve değerlendirebilir.
Bu varlıklar dünyâsında güzellik unsuru maksatlı olarak plânlanmıştır. San’atta îtinâ her şeyde en mükemmeli yapma gâyesine yönelik olacağından güzelliğin hudûduna varır. Yaratılış mükemmelliği ise bütün yaratıklarda, bütün organlarda en güzel şekilde ortaya çıkar. Bir arıya bakınız. Bir çiçeğe… Bir yıldıza bakınız. Bir geceye ve bir gündüze. Şu bulutlara ve şu göklere göz atınız. Bütün varlıklar dünyâsında bir mûsikîdir akıp gider. Her şeye pürüzsüz ve eksiksiz âhenk hâkimdir.
İşte bu güzellikler ile dolu bedîî san’atın zirvesine ulaşan varlıklar dünyâsındaki huzur dolu seyr ü seferde, Kurân-ı Kerîm dikkatlerimizi hep güzele çekiyor. Onu doya doya seyretmek ve kavrayabilmek için buyuruyor: “Her şeyi en güzel şekilde yaratan… Böylece koskoca kâinatta güzel ve iyiyi dâima dikkatle izlememizi sağlıyor: “Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vâr eden…” (Secde, 32/7)
Güzel yaratışının bir örneği de insanı balçıktan yaratmaya başlamasıdır. Ancak çamur merhalesinden sonraki dönemleri ne kadar ve nasıl vukû bulduğu tahdid edilmemiştir. Doğru incelemek için bu hususta bütün kapılar açıktır. Özellikle bu âyet-i kerîme Mü’minûn sûresindeki: “…Biz insanı süzülmüş özlü balçıktan yarattık.”(Mü’minûn, 23/12) meâlindeki âyetle birleştirilince bu âyetten insanın ilk merhalesinde çamurdan yaratılmış olduğunu anlamak mümkündür.
İnsanın ilk yapısının çamurdan neş’et ettiğini kesin olarak bildiren bu Kur’ân’ın hükümleriyle hayat merhalelerini araştırmak husûsunda en ufak bir çatışma söz konusu değildir. Zâten bir inceleme ile kesin Kur’ânî gerçekler arasındaki dayanışma çizgisi en emîn bir şekilde bu noktadan geçer.
“…Sonra insan soyunu âdî bir suyun özünden yarattık…”(Secde,32/8)
Ceninin ilk gelişme başlangıcı olan bir damla sudan önce bir nutfe iken kan pıhtısı hâline, sonra bir çiğnem et şekline ve oradan kemik hâline geçirmiş, en sonunda da bayağı bir sudan başlayan bu süzülme hâli ceninin gelişmesine kadar varmıştır. (Mü’minûn, 23/13-14) Gerçekten bayağı bir sudan atılan bir nokta hâlindeki varlığın geçirdiği bu değişimlerin mâhiyetine bakılınca muazzam bir değişim vâkıasıyla karşılaşılır.
Yapısı îtibâriyle eşsiz ve grift bir varlık olan insan hâline gelinceye kadar atlatılan mesâfeler, akıl almayacak kadar farklı ve uzaktır birbirinden. İşte Kur’ân-ı Kerîm kısa bir âyetle bu uzak merhaleleri canlı bir anlatımla ortaya koymaktadır.
“…Sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen, size kulaklar, gözler ve gönüller veren de O’dur…” (Secde, 32/9)