Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ[i]
Özet
Mümtaz Turhan’ın, Türkiye’nin kalkınması için gerek gördüğü “birinci sınıf bilim adamı kadrosu”, tabiat bilimleri ve mühendislik konularında sağlanmıştır. İnsan ve toplum bilimlerinde, hukuk, edebiyat ve sanatta eksiklik sürmektedir. Gellner’e göre toplumu millet yapan ortak yüksek kültürde eksiklik, Turhan’ın zamanından daha büyüktür. Bugün “Garplılaşmanın neresindeyiz?” diye sorduğumuzda, Turhan’ın öngördüklerine 1) kadrolar için arz ve talep problemini; 2) kültürde sert ve yumuşak unsurlar problemini; 3) özellikle eğitim ve araştırmada odak problemini ve 4) millî kimlik problemini eklememiz doğru olur.
Anahtar Sözcükler: Bilim, bilimsel zihniyet, kalkınma, kök amil, Mümtaz Turhan, garplılaşma, millî kimlik
Mümtaz Turhan’ın Türk fikir hayatına etkisi, bana, Winston Churchill’in bir sözünü hatırlatıyor. İkinci Dünya Harbi’nin belki en kritik çarpışmalarından biri, Manş üzerinde hava hâkimiyeti için verildi ve tarihe “Britanya Muharebesi” (Battle of Britain) diye geçti. Bu muharebede birkaç yüz İngiliz savaş pilotu, haftalar boyunca ancak yakıt almak için yere inerek Alman Hava Kuvvetleri’ne karşı mücadele etti. Sonuçta Almanya, planladığı İngiltere çıkartması için gereken hava üstünlüğünü kuramadı ve tarih değişti. Churchill’in meşhur sözü, “İnsanlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar çok insan bu kadar az kişiye bu kadar çok şey borçlanmamıştır.” idi.
Mümtaz Turhan için, “Hiçbir ülke bir tek bilim adamına, bu kadar çok şey borçlanmamıştır.”, veya eserleri için, “Hiçbir ülke bu kadar az sayfaya bu kadar çok şey borçlanmamıştır.” diyebilirsiniz.
Turhan’ın tezlerini özetleyerek başlayalım:
Kültür, bir cemiyetin maddî ve manevî bütün unsurlarını kapsar. Bu tanım, maddî unsurları “medeniyet”, manevî unsurları “kültür” diye adlandıran ekolünkinden farklıdır. Kültür unsurları, modüler bloklar hâlinde yaşamaz. İllâ bir benzetme gerekiyorsa, kültür unsurlarını vücuttaki sinir ağlarına benzetmek daha doğrudur. Kültür unsurları birbiriyle yoğun ve karmaşık ilişki içindedir ve aralarında sebep–sonuç, diğer bir deyişle illiyet (causality) bağları vardır.
Bu yüzden, kültürler arası alışverişte, bir kültürden bir unsuru alıp, diğerindeki bir unsurun yerine koymak, genellikle mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen, böyle yapmaya kalktığınızda alınan unsurun sizin kültürünüzde istenen yararı sağlamadığını, beklenen fonksiyonu yerine getirmediğini görürsünüz. Daha kötüsü, yerine yenisini koymak için tahrip ettiğiniz eski kültür unsurunun fonksiyonunu da kaybedersiniz. Bu kayıp, birbirine sıkı sıkıya bağlı kültür ağı içinde, önceden hesaplanamayacak yıkımlara yol açabilir.
Alınan kültür unsurunun, kendi kültürü içinde bir sebebi vardır. Yararını o sebep dolayısıyla göstermektedir. Sebebi kavramadan, alacaklarınızı görüntüye göre seçerseniz, kökünden kopmuş şekiller size beklediğiniz yararı vermeyecektir.
Bu yüzden bir kültürün, ki burada kastedilen “Garp Kültürü”dür, görünen farklılıklarını alıp bizdeki eşdeğerlerinin yerine koymak veya bizde olmayan unsurları inşa etmek, beklenilen yararı sağlamaz. Garp ile aramızdaki güç farkında “kök sebep”in ne olduğunu bulmak ve bu kök kaynağı edinmek gerekir.
Turhan’a göre bu kök kaynak, bilim ve bilim kültürünün düşünüş ve tavırları etkileyen hâli olan bilim zihniyetidir. Bu ikincinin Turhan’daki bir adı da “atitüd”dür.
Kök amil bilim olunca, yapılması gereken bir an önce birinci sınıf bilim adamları yetiştirmektir.
Bu hükmün ayrıntıları da şöyledir:
- “Bilim”den yalnız tabiat bilimleri değil, bütün bilimler kastedilmektedir. Turhan’da, bilhassa psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji, bilimler arasında özellikle vurgulanır. Bilimde tabiat bilimlerinin vurgulanması, cemiyeti ve insanı konu alan dalların göz ardı edilmesi, “görüneni taklit” sendromunun bir parçasıdır. Çünkü bilim kültürüne sahip olmayan biri, Batı’ya baktığında önce madde bilimlerinin parlak sonuçlarını görür.
- Teknik, bilimin uygulamasıdır ve Turhan, “ilim” dediğinde genellikle hemen ardından “ve onun amelî tatbikatından ibaret olan teknik” der.
- Kastedilen bilim adamı, araştırma yapabilecek kapasitede “birinci sınıf” bilim adamıdır. “Yetiştirmek”ten de en azından doktora seviyesi öngörülmektedir.
Turhan, kök amilin Türkiye’de inşası için iki kurum düşünmektedir:
- Önce Batı’ya en kabiliyetli ve zeki öğrencilerin gönderilmesi suretiyle yetişecek kadroların çalışacakları araştırma enstitüleri. Bunlar 20- 30 adet olacaktır. Planlandığı yıllarda Türkiye nüfusu göz önüne alınırsa, bunun, günümüz için, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu benzeri 40- 60 müessese anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Öncü kadrolar temin edildikten sonra bu kurumlar, kendi içlerinde ve üniversitelerle bağları sayesinde yetiştirme işini kendileri yüklenebilir.
- 5-10 köyü kapsayacak yerel araştırma birimleri. Bu birimler (1)’deki kadrolarca yönetilecek, yönetimlerinden psikolog ve sosyal psikologlar sorumlu olacaktır. Bu ikincisi “Tarım Kentleri”, “Köy Kent” gibi isimlerle siyasî hayatımızda da popülarize edilmiştir.
Bu yazıda, Turhan’ın fikirlerinin, günümüz Türkiye’sinde geçerliliğini incelemeye çalışacağım. Turhan’ın tenkitleri ve öngörüleri hâlâ geçerli midir? Türkiye, Turhan’ın hayal ettiği noktaya gelmiş midir; gelmekte midir? Bir kez daha sormakta yarar var: Garplılaşmanın neresindeyiz?
Yazının bundan sonraki bölümlerinde önce “garplılaşma”da sebep-sonuç ilişkileri, sonuçları sebep zannetmek yanılgısı tartışılacaktır. Buna paralel, kalkınmanın “görünen ve görünmeyen” unsurları bir sonraki bölümün konusudur. Turhan’ın büyük önem verdiği millî eğitim ve yüksek öğrenime kısaca değinildikten sonra bir sonraki bölümde “Garplılaşmanın neresindeyiz?” sorusu tekrarlanacak ve Turhan’dan sonraki yarım asırda Türkiye’nin değişimi ve yeni bulgular ele alınacaktır. Bugünkü Türkiye’nin gerçeklerinden hareketle, dört başlık,
- Arz ve talep problemi;
- Katı ve yumuşak unsurlar;
- Eğitim ve araştırmada odak problemi ve,
- Kimlik problemi,
üzerinde durulacaktır.
Sebepler ve Sonuçlar
Turhan’ın yazdığı yıllarda Türkiye nüfusunun %75’i köylüdür. Garplılaşma gayretlerinin öncelikli hedeflerinden biri, sayısı 40 000’i aşan köylere ilköğretimi getirmektir. Çünkü Batı’ya bakıldığında, göze çarpan esas farklardan biri, orada okuma-yazma oranının yüzde yüze yaklaşması, buna karşılık Türkiye’de çok düşük olmasıdır.
Turhan, yüksek okur-yazarlık oranının, gelişmenin bir sebebi değil, bir sonucu olduğunu söyler. Asıl yapılması gerekenin, birinci sınıf bilim adamı yetiştirmek olduğunu iddia eder. Garpta, gelişmenin bu suretle başladığını, mesela Sorbonne veya Cambridge kurulduğunda, çevredeki insanların pek azının okuryazar olduğunu anlatır. Fakat o Sorbonne ve o Cambridge’in ivmesiyle kalkınan bu ülkeler, bütün vatandaşlarını eğitme imkânına kavuşmuştur. Turhan bu tezi savunurken, ünlü antropolog Margaret Mead’den şu alıntıyı yapar: Margaret Mead’e göre “umumî, sathî, formel bir tahsil sayesinde ümmî bir cemiyetin kalkındırılabileceğini zannetmek hatâdır; çünkü Garp modeli formel, mücerret bir tahsil görmüş bir iptidaî, nihayet okur yazar bir iptidaîden başka bir şey olmayacaktır” (Turhan, 1961).
Tek başına önemli bir tespit teşkil eden bu hüküm, aslında Turhan’ın kültür alıntıları için yaptığı genel belirlemelerin bir alt cümlesidir. İki yüz yıldan beri Türkiye, Batı’yla kendi arasında görünen, en göze çarpıcı farklara odaklanmakta ve bunları tekrarlamaya çalışmaktadır. Hâlbuki bu görünür unsurlar karmaşık sebep-sonuç ilişkilerinin yüzeydeki yansımalarıdır ve bir kısmı arızîdir. Diğer bir kısmı da sebep değil sonuçtur. Her iki hâlde de taklit boşunadır. Sıklıkla da yarardan çok zarar getirir.
Turhan’ın öğrencilerinden, bugünün tanınmış popüler psikoloji yazarı Doğan Cüceloğlu, onun fikirlerini şöyle popülerleştirmeye çalışmıştır: “İleri ülkelerde kediler az ve semiz, geri ülkelerde çok ve cılızdır. İleri ülkelerde köpekler kedilerden fazladır… İleri ülkelerde bıyıklı erkek sayısı az, geri ülkelerde çoktur… İleri ülkelerde bakire genç kız sayısı az, geri ülkelerde fazladır.” O hâlde yapmamız gereken bellidir: “Kedilerin bir kısmı öldürülmeli, hayatta kalanlar beslenmelidir. Halkın köpek beslemesi teşvik edilmelidir. Bıyık bırakmak yasaklanmalıdır” (Cüceloğlu, 1971).
Cüceloğlu bakire genç kızlar için alınacak tedbiri yanılmıyorsam belirtmemişti[1]1.
Garpla aramızdaki görünür farklar, garplılaşma düşünülürken bir uçta, Cüceloğlu’nun misallendirdiği cinsten saçmalıkları hemen belli olan öneriler, diğer uçta, ilk bakışta sebep zannedilecekler şeklinde bir spektrum olarak düşünebiliriz. Turhan’a göre “muaddıl” (saptırıcı- aldatıcı) ve asıl tehlikeli olan ikincilerdir. Bunlar büyük masraflara, boş emeğe yol açtıkları gibi, bizim kültürümüzde derin bağlantıları olan unsurları bunlar için feda ettiğimizde yıkıma götürürler:
“Sırf bize ait olduğu için birçok iyi şeyler bırakılıp karşılığında fena şeyler alınmış; kabul edilebilen iyi şeyler arasında da bunların fenaları seçilmiştir. Terk ettiğimiz unsurların içinde fenaların bulunmasına mukabil bizi büyük bir millet yapan, diğer birçok milletlerin başaramayacağı muvaffakiyetlere götüren, hakkımızda «beşer üstü insanlar» hükmünü verdiren kıymetler de vardır. Bugün bile bunların sayesinde yaşadığımızın farkında olmadan hâlâ onları tahrip etmekle meşgulüz” (Turhan, 1961).
Saptırıcı unsurların taklidi, militan taraftarlarca desteklendiğinden bunları serinkanlılıkla tartışmak da mümkün değildir. Çünkü onların savunucusu, “kolay ikna edilemez, inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahedelerini de, realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası, ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır. Bu bakımdan, Türk münevveri ile onun cahil diye damgaladığı halk arasında ilmî düşünüş ve zihniyet bakımından, büyük bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de peşin hükümleri, kanaatleri ve batıl itikatlarıyla, yani inançları ile hareket etmektedir. Aradaki fark, sadece bu zihnî muhtevaların mevzu ve nevilerindedir.”
Görünenler ve Görünmeyenler
Sebepler anlaşılmadan sonuçların taklidi kadar vahim ikinci hata, Batı’ya bakıp görünenlerin taklidi, fakat bu görünenlerin kaynağı olan esasların farkına varılmamasıdır. Açıktır ki bu da sebepler bilinmeden sonuçların taklidiyle yakından ilişkilidir.
Türkiye’de Garbı taklit ihtiyacı askerî yenilgilerle çarpıcı şekilde ortaya çıktığı için ilk Garplılaşma girişimleri ordu üzerinden yapıldı. Fakat bu değişiklikler yeni silahların ithali, kıyafetin değiştirilmesi ve bir adım daha tutarlı sayılabilecek organizasyon değişiklikleri şeklinde görüldü. Hâlbuki o görünenlerin arkasında yeni silahları keşfettiren, seri imalini sağlayan, silahlı kuvvetleri barışta da her an harbe hazır hâlde tutan toplum dinamikleri vardı. Turhan’a göre bu dinamiklerin en önemlisi o toplumlara bilimin kazandırdığı tavırdır. Bu da birinci sınıf bilim ve teknik adamların yetiştirilmesi ile sıkı sıkıya ilişkilidir.
Kıyafet gibi, yüzeyde ilk göze çarpanların taklidi sonuç vermeyince sıra bir kademe daha derindekilerin taklidine gelir. Batı sanayileşmiştir. Sanayi, özel şirketler vasıtasıyla büyümektedir. Demek ki asıl bu taklit edilmelidir. Sanayi ve şirket kurma teşebbüsleri çokçadır. II. Mahmut devrinde, padişahın önderliğinde bu maksatla Sultanahmet Meydanı’nda bir sergi binası inşa edilmiş; bir taraftan sanayi erbabının birleşerek şirketler kurmaları, müşterek teşebbüslere geçmeleri teşvik edilmiş, diğer taraftan devlet sermayesiyle yeni fabrikaların tesisine başlanmıştır. Ancak bu şirketler ve tesisler verimli olamayarak kapanmıştır. Abdülmecit devrinde devlet sermayesiyle kurulan fabrikaların da mühim bir kısmı yine aynı sebeplerden ötürü bir müddet sonra kapanmış, diğer kısmı hazine için büyük bir yük teşkil etmek, daima zararına işlemek suretiyle faaliyetlerine devam edebilmiştir. Bunlardan ancak cüz’i bir kısmı müsait şartlar altında zamanımıza kadar gelebilmiştir. (Turhan, 2006 (1951)). Turhan, “Garplılaşmanın Neresindeyiz?”de kurulan fabrika sayısını 150-160, “zamanımıza kadar”, yani 1961’e kadar yaşayabilenlerin sayısını 3 olarak vermektedir.
Başarısızlığın sebebi bellidir: (Sebebi)“…bizim insan unsurunun dışında bir garplılaşmanın mümkün olabileceği zehabına kapılmış olmamızda aramalıdır. Hakikatte, biz, insanımızın umumî, meslekî, teknik bilgisini arttırmadan, ona yeni maharetler kazandırmadan, istidatlarını inkişaf ettirmeden ve dünya görüşünü, zihniyetini ilmî esaslara göre değiştirmeden, yani ona ilim zihniyetini aşılamadan sadece fabrikalar, geniş caddeler açmak, parklar, barajlar, limanlar yaptırmak, lüks otomobiller, kombine ziraat âletleri, radyolar, buzdolapları v. s. almak ve Batılı kanunlar, nizamlar vazetmek suretiyle garplılaşacağımızı zannetmişiz. Bu tutum bugün de (1961’de) devam etmektedir: “150 seneden beri hep bu kanaat ve bu batıl itikatla hareket etmekteyiz” (Turhan, 1961).
Bir başka “görünen”, Garp’ta yüksek okulların varlığıdır.
İlk taklitler, kara ve deniz mühendishaneleriyle başlar. Sonra başka yüksek okullarla ve giderek bütün okul sisteminin Batı’yı taklidiyle devam eder. Fakat… “Bu mekteplerin hepsi de memleketin bir ihtiyacını karşılayacağı düşüncesiyle açılmış olmalarına rağmen şüphesiz hiç birisi hakikatte onu tatmin edecek bir mahiyet ve seviyede değildi. Zira hepsi gelişi güzel, derme çatma vasıtalar ve kifayetsiz hocalarla, sistemsiz, plânsız bir şekilde tesis edilmişlerdi. Bununla beraber, cemiyetin bünyesinde meydana gelen veya beklenilen değişmelerden doğan ihtiyaçlar bu müesseselerin teşekkülünü zarurî kılıyordu; fakat bu dava, devrin adamlarının halledemeyeceği kadar muazzam bir dava idi. Bu mesele, bir taraftan devrin anî ihtiyaçları gibi geleceğin devamlı ihtiyaçlarını da göz önünde tutmak, is-tikbali hazırlamak üzere kurulacak müesseseleri iğretilikten, derbederlikten, münferit şahısların karihalarından gelme ilhamlardan, tesadüflere bağlı olmaktan kurtarmak, bir plâna, bir sisteme bağlamak, diğer taraftan —şüphesiz daha mühimi— bütün bu yeni teşekküllerde çalışacak insanları yetiştirmek ve zarurî vasıtaları temin etmek meselesiydi” (Turhan, 2006 (1951)).
Millî Eğitim ve Yüksek Öğrenim
Turhan’ın eğitim sistemimizi tenkidi Osmanlı devri ile sınırlı değildir. Şüphesiz kendisi her şeyden önce bir akademisyen ve eğitimcidir; dikkati öncelikle “birinci sınıf ilim ve teknik erbabını” yetiştirecek ve “ilim zihniyetini ve tavrını cemiyete verecek” müesseselerdedir.
Fakat Türk Millî Eğitim sistemi, maalesef, büyük bir gürültü ile dönen, büyük bir maliyete yol açan, fakat suyla (garptaki bilim uzmanlığı ve bilim zihniyeti) temas etmediği için çevresindeki verimli toprakları susuzluktan kavuran bir çarktır. Verimli fakat susuzluktan kavrulan topraklar, Türkiye’nin kabiliyetli gençleridir.
Bilimin esasta bir metot ve bir zihniyet olduğu anlaşılmamış, bilim = bilgi sanılmış ve eğitim sistemi öğrenciye birtakım bilgileri yükleme görevini üstlenmiştir. Bilimin metodunu ve zihniyetini vermek yönünde bir gayret yoktur.
Bina yapmak, okul kurmak yeterli sayılmış, bu okullardaki öğretici kadroların teminine ve daha önemlisi bu kadroların kalitesine dikkat edilmemiştir.
Genel olarak kaliteye değil, sayıya önem verilmiştir. Hâlbuki ülkenin ihtiyacı olan her şeyden önce “birinci sınıf” bilim ve teknik kadrolardır.
Bilim ve tekniğin tamamına değil, sadece tabiat bilimleri ve mühendislik alanlarına yatırım yapılmış, acil ihtiyacımız olan psikoloji, sosyoloji gibi insanla ilgili alanlar ihmal edilmiştir.
Turhan, bu tenkitlerini artık Osmanlı devrine değil, kendi devrine yöneltmektedir.
Peki, Şimdi Garplılaşmanın Neresindeyiz?
Mümtaz Turhan’ın tespitlerinin bir kısmının bugün için de aynen geçerli olduğu açıktır. Ancak “birinci sınıf bilim ve teknik kadro” yetersizliğinin, temel bilimler ve mühendislik haricindeki kısımlarında, onun zamanındaki gibi olmadığını söyleyebiliriz.
Bir alandan, kimyadan örnek verecek olursak, Garplılaşmanın Neresindeyiz’in yayımlandığı 1960’lı yıllarda, Türkiye’de kimya öğretmeni, kimyager ve kimya mühendisi açığı 3000’in üstündeydi. Bu eksiğin zorlamasıyla, bu alandaki devlet memurlarına bir ayrıcalık tanınmış ve memuriyetleri dışında iş yapmalarına izin verilmiştir (Bu hüküm hâlen yürürlüktedir.). Bugün, piyasa, bu alanlarda açık değil, fazlalık bulunduğuna dair sinyaller vermektedir. Bu durum başka birçok temel bilim ve teknik alan için de olumlu yönde değişmiştir.
Kişi başına millî gelir gibi kalkınmışlık veya “garplılaşma” ölçülerinde 1940’ların, 1960’ların konumunda değiliz. O zaman Batı’dan farkımız 1’e 10 gibiyken, bugün 1’e 3’e daha yakındır.
Kalkınma yolunda zaman içindeki performansımızı değerlendirirken düşülecek baş hata, ülkenin geçmişi ile bugününü karşılaştırmaktır. Enformasyon akışının gittikçe hızlandığı ve kolaylaştığı, buna sermaye akışının da eklendiği dünyada, yerinde sayan veya geri giden pek az ülke vardır. Buna rağmen dünyanın birçok geri ülkesinde siyasi otorite ve özellikle diktatörler, kendi propagandalarını ülkelerinin geçmişi ile bugününü karşılaştırmaya dayandırırlar. Bu tip karşılaştırmalar hemen her zaman olumlu sonuç verir. Türkiye de kendi kendiyle mukayeseye dayanan bir değerlendirmede, millî kültürle ilgili (fakat geleceği açısından hayatî önemde) bazı istisnalar hariç, olumlu sonuçlar gösterir. Hâlbuki bir ülkenin kalkınmışlığı, dünyanın diğer ülkelerine görece incelenmelidir. Bu ölçütle bakıldığında Türkiye’nin performansı dünyanın önde gelen başarı hikâyelerinden biri değildir. Kişi başına gayrı safi millî hâsılada kendi geçmişimize göre büyük düzelmeler görülse de mesela AB ortalamasının 1/3’ü ilâ ¼’ü arasındayız. OECD ülkeleri arasında birçok gelişme ölçütünde sonuncu veya sonuncuya yakınız. Güney Kore, Yunanistan, Hong Kong gibi ülkelerin geçen asrın ortalarında bizim epey gerimizde bulunduğu, fakat bugün bizim birkaç kat önümüze geçtiği sık dile getirilen bir vakıadır.
Bu gerçeklerin ışığında, şu iddia ileri sürülebilir:
- Mümtaz Turhan’ın, “Çare, birinci sınıf bilim ve teknik kadrolar yetiştirmektir.” hedefinin hiç olmazsa bir kısmı gerçekleşmiştir. Belki Turhan’ın araştırma enstitüleri kurulabilse, sosyal bilimci ve teknik kadrolarla donanmış, tarım-kentleri veya köy-kentler gerçekleştirilse bugünkünden daha ileri bir noktada olurduk. Fakat sırf bu kadroların elde edilmesi “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmamızda yeterli olmamıştır.
- Batı’nın algılanmasındaki temel hatalar büyük çapta devam etmektedir. “Bizi biz yapan” değerlerin ihmali, bunların yıkımına kadar varmıştır ve bu hâl sonunda kimlik krizine ulaşmıştır.
Bugünün gerçeklerinin ışığında şimdi şu başlıkların incelenmesini önermek isterim:
- Arz ve talep
- Katı unsurlar ve yumuşak unsurlar
- Odak problemi: “Know-how”a karşı “know-why”
- Kimlik problemi
Arz Tarafı-Talep Tarafı
Modern iktisat biliminde ekoller sınıflandırılırken “arz tarafçıları”ndan (supply siders) ve “talep tarafçıları”ndan (demand siders) söz edilir. Yüzeysel bir benzetmeyle, Turhan’ın garplılaşma konusunda arz taraftarı olduğunu söyleyebiliriz.
Garpta, onların bizimle arayı açtığı asırlarda birinci sınıf bilim ve teknik adamı sayısında çarpıcı bir artış olduğu, bizim bu konuda çok geride kaldığımız kesindir. Fakat şu soruyu sormamız da gerekir: Batı’da bilim ve teknik adamı sayısının artışına, onlara talebin yükselmesine ne sebep olmuştur? Görüyoruz ki bu kadroları kuran ferasetli yöneticiler değil, sanayileşmenin bizzat kendisidir.
Ronald Dore’un önemli incelemesi Diploma Hastalığı’nda belirttiği gibi, sanayi devriminin doğduğu ülkelerde bilim ve teknik kadroları yetiştiren okullar sanayinin çekmesiyle açılmıştır. Dirayetli devlet adamlarının veya plancıların itmesiyle değil (Dore, 1976). Sanayi devriminden önce aristokrat gençler Yunanca, Latince, adabımuaşeret ve güzel sanatlar (liberal arts) tahsil eder[2], halk çocukları ise eğer mutlaka okuyacaklarsa, kilise okullarına gönderilirdi.
Bilim ve teknik eğitimi, sanayinin büyüttüğü talep üzerine hızla genişlemiştir.
Dore, endüstriyi sonradan ithal eden ülkelerde, endüstrinin ve yeni ekonominin kurulmasının güç, buna karşılık, sanayinin menşei olan ülkelerdeki bilim ve teknik eğitimin taklidinin daha kolay olmasından ötürü bu ülkelerin, sanayilerini kurmadan, okullarını kurduklarını anlatır. Buna karşılık kültürlerini ihmal ederler. Vurguladıkları konular, yeni ekonominin yapı taşları sayılan tabiat bilimleri, teknik ve bir de “kolonizatör ülkenin dili”dir. Dore’un tarif ettiği oluşum, Türkiye’de aynen gerçekleşmiştir.
Dore’un ikinci tespiti, alıcı ülkede bu yeni okulların fonksiyon değiştirdiği ve sanayinin ihtiyacı olan elemanları yetiştirmek yerine—ki sanayi henüz gelişmediği için henüz büyük bir talep de yoktur—kısıtlı istihdam imkânı sunan yeni ekonomide rol almak için patlayan talebin önünde bir filtre vazifesi yüklendiğidir. Dolayısıyla bu okullara girmek için uzun kuyruklar oluşur ve giriş sınavları çok önemli hâle gelir. Fakat Dore’un ifadesiyle, istihdam kısıtlı olduğundan “bu okulların yalnız giriş kapılarının değil, çıkış kapılarının önünde de uzun kuyruklar vardır”.
Anlaşılıyor ki ülke yönetimlerinin yapacağı, bilim ve teknik adam yetiştirmenin yanı sıra, sebep tespitinde bir kademe daha derinleşip, yeni ekonomileri kuracak müteşebbis kadroları için ortamı verimli hâle getirmektir. Modern kalkınma ekonomisinin ana problemi de budur.
Katı ve Yumuşak Unsurlar
İlber Ortaylı, Mümtaz Turhan’ın tabiat bilimleri ve teknik konusundaki talebinin bugün karşılandığı kanaatindedir: “Türk inkılâbı, teknik eğitime daha eskiden başladığı için olsa gerek, mühendislik konusunda nihaî başarıya ulaşmıştır. Bugün Türkiye mühendislik ülkelerinden birisidir, çok yakında da tababet, hekimlik ülkelerinden birisi hâline gelecektir. Fakat Türk inkılâbı; hukukçuluk, hukukşinaslık dalında yeterince parlak, başarılı bir icraat gösterememiştir ve bugüne kadar hukuk inkılâbımız tamamlanmamıştır. Gerçi bunu hukukçulara söylediğiniz zaman reddederler; ama benzer dallarda da böyle bir eksiklik söz konusudur, bunlardan biri de Türk inkılâbının, Türk toplumunun değişmesinin edebiyat sahasında kendini ifade edememesidir. Dahası, Türk inkılâbı içtimaî ilimler ve tarih sahasında kendisini tamamlayamamıştır. Türkiye finans sahasında birtakım uzmanlar yetiştirmiş olabilir ama bu demek değildir ki, Türk inkılâbı iktisat ilmi sahasında kendini tamamlamıştır. O sahada da tamamlamamıştır” (Ortaylı, 2008).
Taha Akyol da, Ortaylı’nın fikrini ekonomi için tekrarlar: “Bizim modernleşme modelimizin temel zaafı, ‘ekonomi’nin işlevini yeterince kavrayamamaktır” (Akyol, 1999) ve Bernard Lewis’ten şu alıntıyı yapar: “18 yüzyılın sonlarında Avrupa’nın ekonomik güç sayesinde siyasî ve askerî üstünlüğü ele geçirmekte olduğu belliydi. Fakat Müslüman yazarlar bunu fark etmediler. Avrupa’nın ekonomik literatürü de Müslüman dünyasının meçhulü idi. 19. yüzyıla kadar, ekonomik içerikli bir tek kitap bile Arapça, Farsça veya Türkçeye çevrilememişti. Avrupa hakkında eldeki sınırlı değerlendirmeler daha çok askerî ve siyasî konularla ilgilidir ve Avrupa milletlerinin ekonomileri hakkında pek az şey yazılmıştır…” (Lewis, 1982).
Bu tespitler, Turhan’ın, “bütün ilim dalları” diye ısrarıyla ve özellikle psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikolojinin ihmaliyle ilgili şikâyetleriyle birleştirilebilir. Sosyal bilimlerdeki gerilik, yirminci asrın son çeyreğinde, ancak tabiat bilimlerinde asrın başında meydana gelen radikal sıçrayışla kıyas edilebilecek “yönetim bilimi” (management) gelişmelerinin bizde yeterince yansıma bulmayışına yol açmıştır.
Bu, tıpkı daha genel, görünen unsurları taklit edip görünmeyenleri ihmal yanlışındaki gibi, bilimlerde de sanayi toplumunun yaptıklarıyla ilişkisi hemen fark edilen tabiat bilimleri ve mühendislik konularına öncelik verip sosyal konuların ihmaline benzer. Ortaylı’nın tespiti, Dore’un tespitleriyle paralellik içindedir. Toplum hayatında ve kalkınmada en az tabiat bilimleri ve teknoloji gibi “katı” konular kadar – genelde onlardan daha önemli ve daha önce gelen— “yumuşak” konuları ihmal etmekteyiz.
Sosyal ve ekonomik şartlar sanayiyi ve sanayi sonrası ekonomiyi doğuracak amillerdir. Bunlar, sürecin “talep” yönüyle ilgilidir ve talep ortaya çıkmadan arz da ortaya çıkmamakta, suni şekilde çıkarılsa da işlevini görememektedir. Bunları anlayabilmek ve yönlendirebilmek için de hukuk, ekonomi, sosyolojiye ihtiyacımız vardı. Toplumun, bilim ve teknolojinin katı ürünleri kadar, toplumu ve insanı inceleyen bilimlere, bunların da ötesinde sanayi sonrası toplumunun işlerliğini sağlayacak zengin bir dile (Gellner, 1998), onu sürdürecek ve geliştirecek edebiyata ve sanata ihtiyacı vardı.
Doğrudan tabiat bilimleri ve mühendislikle ilgili olmayan “yumuşak” konuların ihmali, birleştirici millî kültürün ihmaline ve giderek tahribine, bu ise kimlik problemine yol açmıştır ki bu son bölümün konusudur.
Eğitim ve Araştırma: Odak Problemi
Yukarıda sözünü ettiğimiz “yönetim bilimi”ndeki gelişmeler, herhangi bir kurumun başarılı olabilmesi için öncelikle kime hangi hizmeti (veya ürünü) vermekle yükümlü olduğunu bilmesi gerektiğini ortaya çıkardı. Hızla değişen çevre şartları içinde ayakta kalabilmesi için de kendisine uzun vadeli bir hedef koyması gerektiği anlaşıldı. Uygulamada birinciye “misyon”, ikinciye “vizyon” denmektedir.
Birçok kurumumuzda, fakat özellikle ilk, orta ve yüksek öğrenimimizde çağdaş yönetim biliminin bu gereklerinden mahrumuz. Gerçi yoğunlaşan uluslar arası malumat trafiği sayesinde “misyon” ve “vizyon” kelimeleri kültürümüze girmiştir. Fakat bunların içleri boş gibidir ve mesela Avrupa Öğrenim Birliği (EUA)’nin “misyon ve vizyon belirlenmeli” ilkesi, içi boş vecizelerle karşılanmaktadır. Bütün kademelerde öğrenim odaktan yoksundur.
Örnek olarak orta öğrenimi alalım. Misyon nedir? Öğrenciyi üniversiteye hazırlamak mı? Bunu liselerin değil, özel kursların yaptığı açıkça görülmektedir. Dore’un deyimiyle, “kolonizatör ülkenin dili”ni öğretmek mi? Bu, gerçeğe daha yakın bir misyon tarifi gibi görünüyor.
Üniversitelerin araştırma politikalarına bakalım. Misyon nedir? Şu anda buna verilecek doğru cevaplar:
- Öğretim elemanlarının akademik terfilerine sağlamak.
- Yayın sayısını artırmak şeklinde sıralanabilir. Ülkenin problemlerine yönelik araştırma misyonu ancak Devlet Planlama Teşkilatı destekleri ve kısmen Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu desteklerinde göze çarpmakta, bunlar yeterli ve kapsayıcı odaklanmayı sağlamakta eksik kalmaktadır. Araştırma konusunda Turhan’ın zamanından hemen sonra gelen bir bilim adamının, Batı biliminin ithalinde üçlü şeması maalesef bize de uymaktadır (Basalla, 1967, 1968). Basalla’nın modelinde, “koloni bilimi” denilen aşamada, batıda doktora yapmış bilim adamları, ülkelerine döndükten sonra Batı’daki araştırmalarının yolunda çalışmaya devam ederler. Hâlbuki orada üzerinde çalıştıkları konular, oranın problemlerine çözüm aramaktadır. Bu dışa bağlılık öyledir ki, “Ayrı iki dış merkezde doktora yapmış iki araştırmacı, odaları yan yana bile olsa, doktoralarını yaptıkları ülkelerdeki hocalarına ve o muhitin vaaz ettiği problemlere bir birlerine olduğundan daha yakındırlar.” Terfi ve yayın sayısını artırma politikalarının bu odaklanmayı değiştirmeyeceği, tersine bu hedefler için dış ülkedeki çevreye odaklanmanın daha verimli bir yol olduğu açıktır.
Odak problemi aslında Turhan’ın sebeple sonucun karıştırılması ve görünen unsurların alınıp görünmeyenlerin ihmali problemlerine paraleldir. Bir işin nasıl yapılacağına dair “know-how”ı ithal etmek nispeten kolaydır. Mesela yüksek öğrenimde kalite hareketi için Batı’da “misyon” ve “vizyon” yazıldığı gözlenmekte ve bizde de yazılmaktadır. Mesela araştırma kapasitesi gelişmiş kurumlarda yayın sayısının yüksek olduğu gözlenmekte ve bizde de yayın sayısının artırılması teşvik edilmektedir. Fakat bunların orada neye yaradığı, ne için yapıldığı hakkındaki algılamamız yetersiz kalmaktadır. “Know-how” (nasıl yapıldığını bilmek) başarılmakta, fakat “know-why” (niçin yapıldığını bilmek) hususunda başarısız olmaktayız.
Turhan’ın çarkı, tabiat bilimleri ve mühendislikte artık suyla temas etmektedir. Fakat çekilen suyun önemli bir kısmı bizim çorak topraklarımız yerine başka topraklara akmaktadır.
Yeni Derdimiz: Kimlik Problemi
Bir toplumun ne yaptığı, muhakkak ki hayatta kalmasını belirleyecektir. Fakat ne yapacağından önce kim olduğu sorusuna cevap vermesi gerekir ki bu “yumuşak”, fakat hayatî bir konudur. Demokrasi de hukuk da, sanayileşme de “Biz kimiz?” sorusunun cevabı alındıktan sonra değer taşır. Kimin için demokrasi? Kimin için hukuk? Kimin için kalkınma?
Bu soruların cevapları hususunda Turhan’ın bir tereddüdü yoktur. Onun yetiştiği ortamda cevaplar açıktır, Türk milleti için: “Birinci Umumî Harp esnasında olduğu gibi onu takip eden felâketli mütareke senelerinde de ne Avrupa hayranı Garpçılar, ne de istisnalarla hali hazırın devamını ve İslâm birliğini müdafaa eden İslamcılar, inhilâl etmekte olan cemiyeti yeni bir kuruluşa veya kurtuluşa götürecek fikir sistemini verememişlerdir. Bilâkis her iki fikir cereyanı da Umumî Harpte bir hayli hırpalanmış, hele İslamcılık tamamiyle iflâs etmiştir. İşte bu vaziyet karşısında bütün gözler Türkçülüğe çevrilmiş, kurtuluş ümit ve imkânı ona sarılmakta görülmüştür. Böylece Milliyetçilik, tam manasıyla ve her bakımdan inhilâl etmekte olan imparatorluğun enkazı üstünde bugünkü Türkiye’nin kuruluş imkânını hazırlamıştır (Turhan, 2006 (1951)).
Fakat yazının başlangıcında nakledildiği gibi Turhan, kimliğimiz hakkında gereğinden fazla rahat değildir. Bizi biz yapan unsurların yok edilişinden bahsetmektedir “Bugün bile bunların sayesinde yaşadığımızın farkında olmadan hâlâ onları tahrip etmekle meşgulüz.”
Ulus devlette, eğitimin iki hedefi vardır:
- Sosyolog Ernest Gellner’in “ortak yüksek kültür” dediği ve milleti millet yapan kültürün zamanda (nesiller arasında) ve mekânda (ülke çapında) müşterekliğini sağlamak (Gellner, 1998).
- Ülkenin ihtiyacı olan donanıma sahip insan kaynağını yetiştirmek.
Bunların yerine Dore’un deyimiyle “yeni ekonomiye giriş bileti sayılan tabiat bilimleri, teknoloji ve kolonizatör ülkenin dili” öne çıkınca, yukarıdaki birinci odak tamamen silinmekte, ikincisi ise ancak eksikliklerle gerçekleştirilebilmektedir.
Bırakın ortak yüksek kültürü, bizim eğitim sistemimizle yetişen bugünkü kuşakların mesela Mümtaz Turhan’ı 1950 ve 1960’larda yazdıklarını okuyup anlamaları imkânsızdır. Bu yazıyı okuyup anlayabileceklerinden bile şüpheliyim. Ortak yüksek kültür yoksunluğu öyle bir hâle gelmiştir ki bugünkü nesiller—buna birçok akademisyen de dâhildir— artık bilmediklerini fark edecek kadar bile bilmemektedirler.
Toplumu millet yapan ortak yüksek kültür kaybedilince millet öncesi alt kimlikler çırılçıplak ortaya çıkmaktadır. Etnisite, cemaat, aşiret bu alt kimliklerin bir kısmıdır ve Türkiye şimdi bu ölümcül problemlerle karşı karşıyadır.
—————————————————–
Kaynaklar
Akyol, T. (1999). Osmanlı’da ve İran’da mezhep ve devlet. İstanbul: Milliyet Yayınları, Doğan Kitapçılık.
Basalla, G. (Dü.). (1968). The rise of modern science: External or ınternal factors? Massachussetts, Lexington: D. J. Heath.
Basalla, G. (1967). The spread of western science. Science , 156, 611-622.
Cüceloğlu, D. (1971). İlmi düşünce ve kalkınma. Bayrak (690), 15.
Dore, R. (1976). The diploma disease: Education, qualification and development. Berkley: The University of California Press.
Gellner, E. (1998). The state of the nation, Ernest Gellner and the theory of nationalism. (J. E. Hall, Dü.) Cambridge University Press.
Lewis, B. (1982). The Muslim discovery of Europe. Londra: W. W. Norton.
Ortaylı, İ. (2008). Avrupa ve biz. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Turhan, M. (1961). Garplılaşmanın neresindeyiz? İstanbul: Babıali Yayınevi.
Turhan, M. (2006 (1951)). Kültür değişmeleri. İstanbul: Çamlıca Yayınları.
[1] Alıntının bir kısmı, (Cüceloğlu, 1971) referansında belirtilen kaynağın daha popüler tarzdaki bir versiyonunun Töre Dergisi’ne sunulmuş hâlindendir. Bu versiyon yayımlanmamıştır.
[2] Batı’da “liberal arts” eğitimi geniş şekilde devam etmektedir. Mesela ABD’de, bir profesyonel meslek diploması olmadan eğitimin tamamlandığı “liberal arts college”lar vardır. Üniversitelerin çoğunda, profesyonel meslek edinmede de bu eğitim asıl müfredattır, meslek buna “major” ve “minor” alanlar olarak eklenir.
[i] Gazi Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü (E) Öğretim Üyesi