Az Zaman Çok Edirne

Edirne’deki bir yılım bir ömre mal oldu. Şimdi anlıyorum ki üniversite hayatımın ilk yılını Edirne’de geçirmemiş olsaydım, genel anlamda edebiyata, özel anlamda şiire bakışımda ciddi farklılıklar olacaktı. Ne mi eksik kalacaktı, hemen söyleyeyim: Sonraki yıllarda, Süreyya Beyzadeoğlu gibi, Divan şiirini, içinin estetik titreşimlerinde arındırdıktan sonra cezbeye kapılmış bir derviş gibi öğrencilerine sunan ikinci bir Hocam olmadı.

 

Burada anlatmaya çalıştığım şey, şiiri bütün uzviyetiyle, bütün canlılığıyla, iç ve dış katmanlarıyla muhatabına iletmekle; bir kelime kadavrası üzerinde şekil ve anlam temrinleri yapmak arasındaki nüans.

Bu noktada kalmadım elbette. Daha sonra anladım ki şiir, sadece dış telkinlerle öğrenilebilecek bir tür de değilmiş. Gönülde başlayıp gözde devam eden bilgi ve irfanla yoğrulmuş bir dikkat de istiyormuş. İçten bir bakış, seziş ve görüş de. Israr ve incelik istiyormuş. Ayrıca her çağ, her asır, kendi şairini yetiştirir, kendi şiirini yazarmış. Tek bir şiir telakkisi, anlayışı olmazmış. Çağlar ve insanlar gibi, zevkler ve şiir anlayışları da değişirmiş. Hâsılı Divan’dan ibaret değilmiş şiir.

Süreyya Hoca’yı farklı kılan neydi? Bugünden dönüp o yıllara baktığımda iki noktanın öne çıktığını görüyorum: Samimiyet (içtenlik) ve konuları ele alıştaki farklılık (orijinallik). Yoksa üç ay gibi kısa bir sürede bir Hoca, bir öğrencisini bu kadar nasıl etkiler? Geleceğini bu kadar nasıl belirler? Aradan otuz yıla yakın bir zaman geçmiş ve ben Hoca’nın tahtaya yazdığı beyitleri ve bu beyitlere yaptığı şerhleri bugünkü gibi hatırlıyorum. İnanılır gibi değil.

Arz-ı hâl etmeğe canâ, seni tenhâ bulamam
Seni tenhâ bulıcak, kendimi aslâ bulamam
(Ulvî)

Aklımda yer eden beyitlerden biri bu mesela. Birinci sınıftasınız, liseden çok da dolu gelmemişsiniz ve karşınızda şiiri yaşayan bir insan var. Sevdiği insanı bir türlü yalnız görememekten, ona duygularını içinden geldiği gibi ifade edememekten bahsediyor şair. Sevdiğinizi yalnız yakalıyorsunuz, bu sefer zihninizdeki bütün kelimeler buharlaşıveriyor. Eliniz ayağınız titriyor. O yok siz varsınız, o var siz yoksunuz. Bu nasıl bir paradokstur?

Başka bir gün merkezinde “aşk”ın bulunduğu onlarca beyit yazıyor tahtaya. Her yüzyıldan farklı ve seçkin örnekler bunlar. Sadece beyitleri okuyup geçmiyorsunuz, yüzyıllar arasındaki farkları, zevk algılarındaki gelişme ve değişmeleri de somut olarak görüyorsunuz.

Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim
(Ahmet Paşa)

Aman Allahım, bu nasıl dikkattir ki, Hoca’nın bu beyti, Osmanlı Türkçesi ile tahtaya yazışını bile hatırlıyorum. Bezm-i elest’i anlatıyor Hoca, aşkın kaynağına götürüyor bizi. Ezelle ebed arasında sevgiden köprüler kuruyor. Bütün bunları anlatırken mest oluyor Hoca, bizi de mest ediyor doğal olarak.

Sonraları fark ediyorum ki Nedim’e ayrı bir yer ve değer vermiş Hoca derslerinde. Niyeti âşikâr: Şiir dilinin inceliğini hissettirmek. Bir gün, Divan edebiyatında, “sosyal-dinî” hayatla “şair-şiir” ilgisini anlatıyor. Bu konuda verilebilecek en güzel örnekler tahtada yerlerini alıyorlar, biri hâlâ aklımda:

Hac yollarında meş’ale-i kârbân gibi.
Erbâb-ı aşk içinde nümâyânsın ey gönül

Kafilelerin eskiden hangi şartlarda hacca gittiklerini bilenler yukarıdaki beyiti okuduklarında, bu kutlu yolcuların kırda, bozkırda, sahrada, çölde nasıl yol aldıklarını bir kere daha zihinlerinde canlandırabilirler. Bu durum, modern şiirde imaj dediğimiz şeyin tâ kendisi. Nedim, bu beyitte, imajinatif unsurları öylesine güzel ve bir ustaya yakışır şekilde sıralar ki, kelimeler anlamsal boyutun bir adım üstüne sıçrar ve bize görsel bir şölen sunarlar.

Hele hele Hoca’nın, Nedim’in en güzel gazellerinden biri olan “olmuş sana” redifli sevgiliyi tüm inceliğiyle anlattığı şiirini okurken yaptığı finali hiç unutmam. Şiir de muhteşemdir, Beyzadeoğlu’nun şiire kattığı görsellik de. Ellerini açarak:

Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana,

demesi hiç çıkmaz zihnimden.

O kadar çok ki Süreyya Bey’le birlikte gönlüme, zihnime giren şiir, hangisinden bahsetsem, diğeri gücenecek. En iyisi Hoca’mın şahsında bütün Hocalara teşekkür ederek Eda Ablaya geçmek.

Renkli bir sınıftı bizimkisi. İlkokul öğretmenliğinden emekli olup bir de edebiyat okuyayım diyerek Bölümümüzü yazmış, yaşımızca çocukları olan bir Eda Ablamız vardı. Hakikaten ablalığı hak edecek olgunluk ve birikime sahipti. Hem güler yüzlü hem açık sözlüydü.

Bir gün sohbet ediyoruz. Konu alışkanlıklar. Bahis döndü dolaştı sigara ve içkiye geldi. Herkes konuştu, sıra bendeydi. Anadolu’dan gelmiş olmanın da övüncüyle; “Hayatımda bir kere olsun içki içmedim, ağzıma sigara koymadım.” dedim. Çok şaşırdı Eda Abla, “Gerçekten mi?” dedi. Kibri katlanmış ben, “Evettt.”, dedim. “Şaşıracaksınız, ama öyle!”… Yüzüme baktı, baktı, baktı ve “İnanmıyorum, inanamıyorum, erkek adam nasıl içki içmez!” dedi. Şaşırma sırası bendeydi. “Vallahi” dedi, “Bir kızım var, istesen onu sana vermem, içki içmeyene kız verilmez Trakya’da…” Şakayla karışık bu sözde ve benim kızaran yüzümde bir şeyler saklıydı.

Coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre insanların bazı alışkanlıklara bakışları farklı olabilirmiş. Algı da farklı olabilirmiş, görgü de. Bizim oralarda övünç meselesi olan içmemek, burada bir kusura dönüşmüştü mesela. Dersimi almıştım. Eda Abla biricik kızını kiminle everdi bilmiyorum ama ben hâlâ aynı ben. Kulakların çınlasın güzel insan.

Edirne demek biraz da Selimiye demek. Selimiye sadece dinî bir eser olarak yükselmez göğe doğru. O bizim ve medeniyetimizin toprağa vurduğu en güzel ve en anlamlı mühürdür de. Coğrafyadan vatana, dünyevî olandan uhrevî olana geçişin simgesidir de aynı zamanda. Yıllar önce Avrupalı bir sanat tarihçisinin bu yapı ile ilgili yorumu çok dikkatimi çekmişti. Diyordu ki; “Bu eseri bir insan, bir fani yapmış olamaz, Tanrı onu gökte yapmış yere indirmiş!” Daha ne denir bu sözün üstüne?

Bilenler bilirler, Selimiye’nin müezzin mahfilinin mermer direklerinden birine ters bir lale işlemiştir Mimar Sinan. Bu ters lale, caminin kurulduğu arsada lale bahçesi bulunan bir kadının inşaatın yapılmasından önce çıkardığı zorluğu sembolize eder. Bu laleyi ben de gördüm, hikâyesini ben de dinledim. Hatta hoşuma da gitti hikâyedeki incelik. Fakat, Arif Nihat Asya’nın bu bahisle ilgili dörtlüğünü okuduktan sonra göz ve gönül perdem açıldı sanki. Şair, mimarinin zirvesi olan bu şahesere, kelimelerden inci bir kolye takar. Gel de şapka çıkarma bu kelimeler armonisine:

 

Taştan mı senin sanatın altından mı,
Yokmuş ustan, hocan, bu bir noksan mı?
Mermerde çiçekler açtıran sihrinle,
Ey Kayserilim, Sinan mısın, nisan mı?

Hiç şüphem yok, bizim gibi Selimiye de mest olmuştur bu mısraları duyunca.

Eski Cami’de de bu topraklara çok yakışan bir vefa örneğine rastladığımı hatırlıyorum. Caminin içinde girişten hemen sonra sol tarafta bir kürsü var. Bu kürsüde yüzyıllardır hiç kimse sohbet etmemiş. Nedeni çok zarif: II. Murat döneminde Hacı Bayram Veli Edirne’ye gelir ve bu camide, hem de bu kürsüde sohbet eder. Ona ve onun anısına saygıdandır aslında bir daha hiç kimsenin bu kürsüye çıkmaması. Bu inceliğe kürsü de duyarsız kalmaz elbette. O günden sonra kürsünün kendisi de dile gelir ve kendi dilince bu inceliği oraya gelen herkese anlatmaya devam eder.

Ya 1400’lü yıllarda II. Beyazıd’ın bu şehre yaptırdığı Darüşşifa (Sadece hastaların tedavi edildiği yer değil, doktorların da yetiştirildiği tıp fakültesi) Burası bugünkü karşılığıyla hem bir sağlık kompleksidir, hem de güzel koku ile birlikte su sesi ve musikinin şifaya dönüştüğü mucizevî bir mekân. Akıl ve ruh sağlığı bozulan insanların “içine şeytan girmiş” mülahazasıyla ateşe atıldığı bir zamanda, ruhlardaki tahribatı, güzel kokuyla, su sesiyle ve musikinin arındırıcı gücüyle tedavi etmeye çalışmak, bir medeniyetin büyüklüğünü göstermeye yeter de artar bile.

Hâsılı Edirne’ye bir nokta koymanın zamanı geldi. Yazıya, bu topraklar için şehâdet şerbetini içmiş bir dostun hatırasına saygıyla son vermek isterim.

Eskişehir’e geldiğim ilk günlerde (1996’lı yıllar) Edirne hatıraları ayrı bir boyut kazandı bende. Arabamla, Çifteler’e bağlı “Abbashalimpaşa Köyü”nün hemen kıyısından geçen dar asfalt yolda ilerlerken uzak bir tepede dalgalanan al bayrak dikkatimi çekti. Yolumu değiştirdim ve içimden “Bu bayrağı ve bu bayrak altında yatanı yakından göreceğim.” dedim. Yol beni aldı, bayrağa, mezara kadar götürdü. Edirne’den dostum Fahrettin Özden’di beni al bayrak altında bekleyen.

O günden sonra Edirne’yi Eskişehir’e taşıdım iç dünyamda.

Fahrettin, Fahrettin’in gülüşü, bana uzun uzun anlattığı hayaller… Gözümün önünde canlandı birden.

İçim yandı.

Edirne’de bir yıl hiç ayrılmadığımız bu güzel insan, askerde şehit düşmüş. Şimdi bu kutlu tepede ve al bayrak altında sonsuzluğu solukluyor.

Fatihalarca susalım.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen