Şüphesiz ki zaman insanların yaşadığı yeryüzünün kendi ekseni etrafındaki dönüşünden doğan bir düşüncedir. Yoksa Allah katında böyle bir ölçünün mutlak anlamda yeri yoktur. Çünkü O, sınırlı düşüncelerden âzâdedir, münezzehtir.
Bir işâret, bu akıl almaz varlığı meydana getirmeye kâfidir. Bir işâret de varlıklar âlemindeki her şeyi altüst edip değiştirmeye… Bir işâretle de her şey Allah Teâlâ’nın istediği gibi kaybolup gider. Bir emir, bütün canlıları diriltir; bir emir de bütün canlıları oradan oraya taşır. Bir emir, bütün canlıları öldürür; bir emir, istediği şekilde onları tekrar diriltir. Bir emir, bütün yaratıkları toplar; haşir ve hesap günü için bir yere cemeder. Bu emir için yorulmaya gerek yoktur. Zamâna ihtiyaç yoktur. O emirle birlikte kudret ve takdir bulunmaktadır. O emirle birlikte her şey kolaylaşır. Her şey yerli yerini alır. Çağlar boyunca Allah yolunu tekzib edenlerin helaki bir emirle olmuştur. Peygamberleri yalanlayanların başına gelenler bir emirle gelmiştir; “…Hiç düşünen var mı ?”(Kamer,54/51)
Kur’ân-ı Mübîn, gönülleri ve nazarları tekrar tekrar gözler önüne serilmiş bulunan bu kâinat kitabına tevcih etmektedir. Bu kitabın sayfaları hiç durmaksızın çevrilip durmaktadır. Kâinat kitabının her sayfasında, ilhamlar bahşeden bir alâmet bulunmaktadır. Kâinatın sâlim fıtratı içinde coşan bu açılmış kitap sayfaları arasında hiç durmadan Hakk’ı haykırmaktadır. Zâten kâinâtın ilk projesinde de bu hakîkat mevcuttur. Bu, yaratılanın yaratana ne şekilde bağlandığını göstermektedir. Bu kitap aynı zamanda yaratıklara bu hakîkatleri tevdî eden Zâtı ve O’nun bu insanları ne kadar sevdiğini, bu arada insanların O’ndan nasıl huşu duyması gerektiğini açık bir halde nazarlara arzetmektedir. Akıl sâhiplerine… Sağlam idrake sâhip olan kimselere… Bu insanlar, gözlerini ve gönüllerini açarak Allah Teâlâ’nın kâinat içindeki âyetlerini karşılamaya çalışıyorlar. Bir engel dikmiyorlar aralarına. Bu âyetler ile kendi aralarına açılan bütün menfezleri kapatmıyorlar.
Bütün varlıkları ile Allah Teâlâ’ya yöneliyorlar. Ayakta iken, oturmuş halde ve yanları üstünde yatarken Allâh’ı anıyorlar.(Âl-i İmran,3/191) Basîretleri açılıyor, idrakleri aydınlanıveriyor. Allâh’ın (c.c) kâinata tevdi ettiği hakîkatler ile bağ kuruyorlar.
Varlığının gayesini idrak ediyor, doğuşunun sebebini anlıyor, fıtratının temelini kavrıyor. Beşer kalbi ile mevcudatta câri olan kânunlar arasındaki fıtrî ilham sayesinde bütün bunları idrak ediyorlar.
Göklerin ve yerin yaratılışı, gece ile gündüzün birbiri ardına geliş tablosu (Âl-i İmran,3/190). Eğer buna basiretimizi, kalblerimizi ve idraklerimizi açabilsek, onu sanki gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir tabloymuş gibi telakki edebilsek ve hissimizi alışmanın verdiği donukluluktan kurtarabilsek, görüşlerimiz onun için, idrakimiz onun için titrer, titreşir ve onun gerisinde mutlak bir elin meydana getirdiği uygunluğu, düzenleyici bir gücün vücuda getirdiği nizamı, değişmeyen bir kânun ihdas ettiği hukuk düzenini ve bütün bunların hile, hud’a ve batıl olamayacağını anlar hissederdik.
Kur’ân’ın üslûbu, gece ile gündüzün yer değiştirmesi ve gökler ile yerin yaratılışı tablolarıyla karşı karşıya gelme hadisesinin, akıl sâhiplerinin şuurlarında meydana getirdiği derûnî hareketin adımlarını ince bir şekilde tasvir etmektedir. Bu tasvir aynı zamanda, kâinat ile karşılıklı muâmelelerinde, onunla kendi lisanlarıyla konuşmalarında, fıtratı ve hakîkati ile anlaşmalarında, işâret ve şekilleriyle şekillenmesinde yol gösterici bir tasvirdir. O, kâinatın açık kitabından Allâh’a ve Allâh’ın halkettiği şeye ulaşan mü’min insan için bir mağfiret kitabını meydana getirir.
Bu tasvir; daha başlangıçta kalbin, Allâh’ı zikri ve O’na yönelmesiyle “Onları ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmran,3/191) Göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün yer değiştirmesini düşünmeyi birleştirir ve ibâdet şekline sokar. Onu zikir tablosundan bir bölüm hâline getirir. Bu iki hareketin arasını birleştirmekle iki önemli gerçeğe işâret edilmiş oluyor:
Birinci gerçek: Allah Teâlâ’nın yaratıklarını tefekkür etmek, açık olan kâinat kitabını incelemek ve bu kâinâtı harekete geçiren, bu kitabın sayfalarını değiştiren Allâh’ın kudretini araştırmak; has ve hâlis bir ibâdettir, samîmi bir zikirdir. Eğer kâinâtın hakîkatini, kânunlarını ve prensiplerini, güçlerini, kuvvetlerini, tâkat ve sırlarını araştıran kevnî (varlık âlemiyle ilgili) ilimler, bu kâinâtın Yaratıcısını düşünmeye ve O’nun azamet ve fazîletini idrâke ulaşsalardı, daha başlangıçtan îtibâren kâinâtın Yaratıcısına ibâdet eder ve secdeye giderlerdi. Ve hayat bu ilimlerle istikâmet bulur, Allâh’a yönelirdi.
Fakat inkârcı materyalist zihniyet, kâniat ile Yaratıcısının, kevnî ilimlerle ezelî ve ebedî hakîkatin arasını kesmektedir. Bu yüzden, Allah Teâlâ’nın insana en büyük hediyesi olan ilim, insana saldıran ve hayâtını münker bir ateşe, ıstıraplı ve tehdidkâr bir yaşayışa sürükleyen ve insana sanki zâlim sapıklardanmış gibi bakan, rûhî bir boşluğa iten kenetlenmiş bir ilim hâline gelmektedir.
İkinci gerçek: Allah Teâlâ, kâinattaki alâmetleri, mûcizeleri; yol gösterici hakîkatiyle ancak Allâh’a ibâdet eden ve O’nu zikreden kalblere tecellî eder. Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün yer değiştirmesini düşünürken; ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarak Allâh’ı zikreden şu kimselerin basiretleri için, gizlenmiş bulunan en büyük hakîkatler açılmaktadır. Onlar bu hakîkatlerin ötesinde salâh, hayır ve kurtuluşa götüren ilâhi bir programa bağlanmaktadırlar.
Fakat dünyâ hayâtının zâhiri ile iktifâ edenler, ilâhi programa bağlanmaksızın bâzı kevnî kuvvetlerin sırlarına vâkıf olanlar, vâkıf oldukları sırlar sebebiyle hayatlarını ve nefislerini yok eden, yaşayışlarını uğursuz bir ateş ve boğucu bir kararsızlığa iten kimselerdir. En sonunda da Allâh’ın gazabına ve azâbına müstehak olurlar.
Her iki hakikât de bu şeklin arzetmiş olduğu iki mühim hâldir. Kur’ân bunu akıl sâhibleri için hareketleri, ibâdetleri ve irtibatları sırasında resmeder. Bu yöneliş ve ilişki ânı öyle bir andır ki, kalbin sâfiyetini ve rûhun şeffaflığını temsil eder. İcâbeti teessürü temsil ettiği gibi, rûhu açar ve onu ilâhi telakki için hazırlar.
Bu bir ibâdet ânıdır ve bu vasfıyla bir birleşme ve yöneliş ânıdır. Ve en büyük kevnî mûcizeleri ve onların boş ve bâtıl yaratılmadığını idrâk için hazırlanmasını düşünmenin, o andaki gizli hakikatlerden mülhem oluşu hiç de garip değildir, tuhaf değildir.
“… Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih ederiz…” (Âl-i İmrân, 3/191)
Sen bu kâinatı boş yere yaratmadın, bilakis Hak için, Hakkın beyânı için yarattın. Hak olmak onda asıldır. Bu âlem için bir hakikat vardır. Bâzı filozofların dediği gibi, bu kâinat “boşluktan ibâret” değildir. O, bir kânuna göre yürümektedir. Başıboşluğa terk edilmiş değildir. Bir gâyeye göre hareket etmektedir. Tesâdüfe terk edilmiş değildir. Mevcûdiyetinde, hareketinde ve gâyesinde Hakk’a, hiç bir bâtılın bulaşmadığı Hakk’a tâbidir.
Bu, akıl sâhiblerinin kalblerine, göklerin ve yaratılışı ile gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişini, ibâdet, ilişki ve zikir şuuruyla düşünmeyi yerleştiren ilk dokunuştur. Bu dokunuş, onların yâni insanların hislerini bu âlemi bâtıl olarak yaratmış olmaktan tesbih ve tenzih eder hâle getiren bir dokunuştur.
Bu âlemin bâtınında ve zâhirinde ki hakikati idrâk etmenin anlamı, akıl sâhiblerine göre şudur: Burada insanların şu dünyâdaki hayatlarının ötesinde bir adâlet ve hakkâniyet vardır. O halde bir hesabın ve insanların takdim ettiği âmellere göre bir cezânın mevcûdiyeti zarûrîdir. Ve bu âlemin hâricinde, cezâ husûsunda hakkın ve adâletin tahakkuk edeceği bir âlemin bulunması zarûrîdir. Bu fıtrat ve bedâhat mantığında bir silsiledir ki bu silsilenin halkaları insanların hislerinde sür’atli bir şekilde çağrışım yapar. Ve böylece Allah Teâlâ’ya, kendilerini koruması için yaptıkları duâ, mevcûdattaki gizli hakîkati idrâk ettirir. (S.K. Külliyâtı, İnsan-Kâinat-İbâdet. S.95 ile 185. arası muhtelif sayfalar.)
Değerli okuyucu; bilindiği gibi, kitap üçtür. Birincisi; vahy-i metlûv = okunan kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. İkincisi; insan denen muhteşem varlık ki, onsekiz bin âlem bir insanda mevcûdtur denilir. İşte, insan kendisini okumaya çalışsa ne biçim esrâra vâkıf olur, Allah bilir. Üçüncüsü de; Kâinat kitabıdır ki, biz burada son derece cüz-i bahsedebildik. Oysa her zerresi; görelim görmeyelim, hissedelim veyâ aksi, her zerresi derin derin tefekküre değer ve her tefekkür ayrı sırlara vâkıf eyler insanı. Ve ne hicâblar kalkar…