Nurettin Topçu, Maarifimiz ve Medeniyetimiz

Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

Kendimden biraz bahsedeyim ki merhum Nurettin Topçu ile olan irtibatım daha iyi anlaşılabilsin. 72 miladi, 74 hicri yaşını sürmekteyim. Nurettin Topçu’nun İstanbul Sultanisi’nden Arabi muallimi olan Celal Hoca’nın en küçük çocuğuyum. İstanbul’da doğdum, Vefa Lisesini bitirdim. Klasik bir lise… Tarihi yarım adada… Bu sözler tabii Ankara için ne anlama gelir bilemem; ama medeniyet diyorsanız, özellikle bize ait bir medeniyet diyorsanız, İstanbul tarihi yarım ada, Vefa Lisesi bunlar birer mekân olmaktan öte kavramlardır. Bunları da söylememe lütfen izin veriniz. Zaten söylüyorum da. Sonra İTÜ’yü bitirdim. 64’te. Ondan sonra da 21 yıl İTÜ’de akademik hayatım var. 19 yıl da Mimar Sinan’da akademik hayatım var. 2004’te de 62 yaşında emekli oldum, halen de buralardayız. Nurettin Topçu’yu hayatımda çok mühim bir yere koydum. Beni inşa eden insanlar arasında çok mühim bir yerdedir. Fiilen inşa etmiştir. Bu inşa sürecinde bir tanesi de merhum pederdir. Nurettin Topçu pederin önce talebesi sonra dostu ve bizim de aile dostumuz olmuştur. Tabii o zamanki şartlar muvacehesinde. Onun hemen yanında, şüphesiz hemen arkasında, Nurettin Topçu’dur. Onun yanında Mahir İz’dir. Onun yanında Şeyh Fahrettin Efendidir. Üzerimdeki etki bakımından onun biraz gerisinde Şeyh Zahid Efendidir, şeklinde söyleyebilirim. Tabi onların da hemen yanında bana daha yakın nesil olarak merhum Fethi Ağabey’dir. Fethi Gemuhluoğlu’dur. Bunlarla bir resim çektirmişiz hayatımızın başlangıcında ve devamında o resmi hala bir hatıra olarak saklıyorum. Bu tabii ki bir fotoğraf değil, manevi bir resim. Nurettin Topçu Hoca’yı şahsen tanıdım, bunu böyle söyleyebilirim. Hoca’yı kendisinden dinledim, Hocayı talebelerinden dinledim. Hocayı hocasından (merhum pederimden) dinledim. Hoca’yı maalesef şeyhinden dinlemedim, dinleyemedim. Kendisinden, talebelerinden, hocasından dinledim ama, şeyhi Aziz Efendi, o eksik kaldı; ondan dinleyemedim. Eğer ondan dinlemiş olsaydım, belki bir başka hoca portresi çıkardı.

Size Hoca’nın genel davranışını, hayata bakışını, bütün eylemlerini ifade ve izah eden “isyan ahlakı”ndan bahsetmek istiyorum. Eğer heyet bunu kabul ederse bu biraz teorik bir konu, bu isyan ahlakını şüphesiz kendime göre öznel katkılarla anlatıyorum, daha doğrusu anlatmaya çalışacağım; ama biliyorsunuz fizik dahi, fevkalade somut görünen fizik dahi, bir hocanın, bir nâkilin, bir takdimcinin ifadesiyle anlatılırken bir renk, bir ruh kazanır. Bundan sakınmak, kaçınmak mümkün değildir. Fizik böyle olunca isyan ahlakını siz tasavvur edin. Hoca’nın hayatımda çok mühim yeri var, bir tanesini size söylemek isterim: Peder vefat etmiş, ben İTÜ’yü bitirmişim, asistan olmuşum, Beyazıt’ta oturuyoruz, evimizin karşısında Edebiyat Fakültesi; tarih, felsefe, sosyoloji okutuluyor. Benim gönlüm hep gitsem de bir tarih okusam, bir edebiyat okusam, felsefe okusam falan filan. Hoca’ya toplu halde ziyaretlerde bulunuyoruz, hep toplu halde gidiliyor, annem bir gün dedi ki Nurettin Bey seni çağırıyor. İlk defa böyle bir şey oluyor. Belli saatte ve günde gittim. Yalnızız, hiç kimse yok odada. Çemberlitaş’tan sahile inerken, eski bir ahşap ev. Arkada Marmara Denizi görülür. Denize nazır Hoca’nın çalışma odası… Kütüphanesinde iki tane resim var. Kime ait olduğunu söylemeyeceğim. Hoca bana mühendislikten, teknik üniversiteden bahseden uzun bir tirat yaptı, bunların faziletinden söz etti. Latife babında mühendisliğe ve teknik üniversiteye çok takılırdı. Tabii her latifenin ciddi bir boyutu vardır. Bu defa tam bir resim gördüm. Artık edebiyat ve felsefe okumaktan vazgeçtim. Onları hayatımın bir yanına, kenarına koydum; ama sonradan anlaşıldı ki ön cebimde taşıyormuşum; ama meslek olarak mühendisliğe devam ettim. Aradan on yıl geçti. Vefatına bir sene falan kalmış. Ara ara yine gidiyoruz. Tabii hepimiz evlenmiş barklanmış, yerleşmişiz. Dedi, hatırlıyor musun? Ben seni çağırmıştım, seninle bir görüşme yapmıştık. Dedim, hocam hatırlamaz mıyım? Hayatım değişti. Güldü. Annen bana telefon etmişti, dedi. Nurettin Bey, seni dinler, gidip felsefe melsefe okuyacak, başıma iş çıkaracak. Böyle söyledi. Sonra dedi ki, hakkını helal et. Aman hocam, estağfurullah ne münasebet… Öyle olmuştu, dedi, yani ben anneni kıramadım. O, dedi, hocamın bize yadigârı falan. Böyle de bir insan Nurettin Bey. Bir gönül adamı, bir heyecan adamı, bir şevk adamı, bir hassasiyet adamı. Son olarak bu mütalaayı bitirmeden önce özel bir şey var. Rodin diye bir heykeltıraş var, bir heykel yapmış, Düşünen Adam. Ben diyorum ki ahlaklı adam heykelini yapmak isteseler Nurettin Topçu’nun heykelini yapmak lazım gelir. Ahlak. Ahlak soyut bir şey, heykeli olur mu? Olur. Nurettin Topçu ahlak kavramını somut hâle getirir.

Burada sözünü etmeye çalışacağım “isyan ahlakı” Hoca’nın bütün kitaplarında, hayata bakışında, kendine bakışında, hususen kendine bakışında, insanları değerlendirişinde çok önemli bir ipucudur. isyan ahlakını anladıktan sonra ancak Hoca’yı anlayabiliriz. Önce ahlak kavramını alalım, bu konuda ne diyor acaba? Hoca şu soruyla başlıyor. insanın hayatta bir gayesi var mıdır? Hayatın, davranışlarımızın belli bir gayeye matuf olduğunu söyleyebilir miyiz? Hoca bu soruyu sorarak bu meseleye başlıyor, hayata bakışı böyle. Bu soruyu kim soruyor? Diyor ki, benim içimde bir “ben” var, buna zaman zaman “şuur” diyor, zaman zaman “vicdan” diyor, zaman zaman “kalp” diyor, zaman zaman “gönül” diyor. Buna genel olarak bütün insanların bir cevabı var: Evet, hayatın bir gayesi var, hayatın gayesi insanın kendini mükemmelleştirmeye adaması, insanın kendini kemale adaması. “Kemal” kavramı burada anahtar kavram. Kemalden ne kastediyoruz? Bunu biraz analiz etmeye çalışalım. Birisi için zenginlik bir kemal ifadesi ve emaresi, hedefidir; birisi için güzellik bir kemal ifadesidir, bir başkası için belki ilim bir kemal ifadesidir. ama hiç kimse kötülüğe, fakirliğe, cılızlığa, hastalığa talip olmaz; insanlar kemal ya da mükemmellik adını verdiğimiz bir mefhuma, bir kavrama taliptirler ki bu kemal kavramının içeriği ve kapsamı değişiyor. isyan ahlakında hayatın gayesi olarak “kemal” ilk kavramdır. Eğer sizin hayatta bir gayeniz varsa ve bu gayeniz mükemmelleşmek ise o zaman bu, size bir sorumluluk yükler. Hareket felsefesi ya da isyan ahlakı. Zaten bunlar, bu kavramlar iç içe ve insana öyle bir sorumluluk yüklerler ki bu sizi mükemmelleşmeye doğru iter; sizi, mükemmelleşme çabasına doğru sevk eder. Dolayısıyla bu aktif bir sorumluluktur. Siz bu sorumluluk sayesinde pasif değil, aktif bir aktör olursunuz. Bu sorumluluğun birazcık daha net anlaşılması için aksini, yani pasif eylem noktasındaki sorumluluk ile mukayesesini yapmamız lazım. Çünkü bu farklı bir mesuliyet. Kötü bir eylem yaptınız, meselâ bir ihmal, bir hata, bir suiistimal. Bunun bir mesuliyeti var, bu mesuliyet hem topluma karşı hem de kendinize karşı bir vicdan azabı doğuruyor. Buna pasif mesuliyet adını veriyor merhum Topçu. Bu değil, diyor. Sizinki aktif mesuliyet, o da bulunduğunuz merhaleden bir üst merhaleye geçmek gibi bir hedef gösteriyor. O üst istikamete, hedefinize varmak için bir kademeden bir üst kademeye geçmek; bu aktif bir sorumluluktur ki buna da ikinci kavram diyoruz. Üçüncü kavram Hoca’nın felsefesinde şudur. Diyor ki, bir üst kademeye geçmek için sizin elinizdeki vasıta, insan olmanızdan dolayı “irade”nizdir. iradenizle siz hedefe doğru önce bir adım, sonra bir adım daha atacaksınız. irade sizin elinizde potansiyel bir güç, ancak iradenin hedefe doğru adım atması lazım. işte o adım da “aksiyon” dediğimiz ya da “hareket” dediğimiz eylem oluyor. O halde ahlak felsefesinin dört temel ögesini sıralayabiliriz: Gaye (kemal), mesuliyet (sorumluluk), o sorumluluğa göre aksiyona geçmek için irade ve eylem. Şunu çok net olarak ifade etmek mümkün ki, ancak harekete geçtiğiniz zaman hayatınızda bir değişim olur; aksi halde sadece gayeniz vardır, sorumluluğunuz vardır; ama eyleminiz yoksa siz harekete geçmiyorsanız bir kademeden diğerine geçme imkânınız söz konusu değil.

İlk ikiyi dikkate alalım: Gaye (kemal) ve mesuliyet. Gayeden doğan mesuliyet… Fert, bu gaye ve mesuliyet ikilisi ile beraber iradesiyle düşünerek herhangi bir eylemi gerçekleştirmek noktasında birtakım engellerle karşılaşıyor. ilk soru şu: Herhangi bir eylem yapmaya niyet ettiğim zaman gaye ve sorumluluk ikilisiyle bu eylem ne mertebe örtüşecek? Bir hareket yapacağım (Biliyorsunuz reflektif hareketlerin dışında bütün hareketler bir düşüncenin, bir tercihin, bir seçmenin ürünüdür.), dolayısıyla eylemim hangi düşünceden ortaya çıkıyor? Tabii ki gaye ve sorumluluk ikilisinden… O halde içinde bulunduğum şartlara yâni topluma ve benim ruhi şartlarıma, göre bir eylem yapacağım. Bu eylem beni gayeye ne kadar götürecek yahut götürmeyecek. Bu muhasebeyi yapmak zorunda… Sorumluluğun temelinde de bu yatıyor. Sorulara devam ediyoruz: Gayeye varmak için ne yapmalı, nasıl bir eylem yapmalı? Bunu nasıl yapmalı? Bunu ne ile yapmalı? Bu üç soruyu sorduğumuz zaman (Ne, neyle, nasıl?) karşımıza bir ahlak sistemi çıkıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü eyleminizin bir hedefi, ilkeleri, biçimleri var. Bir eylem, bir kompozisyonlar bütünü içinde anlamlıdır.

Dolayısıyla buradan bir ahlak sistemi, yani (Neden isyan olduğunu daha sonra anlatmaya çalışacağım.), isyan ahlakı çıkıyor. Gaye, sorumluluk ve bunların üzerine üretilen düşünceden bir ahlak sistemi çıkarılıyor. Mesela ne ile yapmalı diye sorulduğunda bundan bir ilke ortaya çıkıyor. Neydi o ilke? İrade ile yapacağız. İrade dediğimiz şey, eylemlerimizin kurucu aktörüdür. Eylem yaparak gayeye, yani mükemmelleşmeye doğru ilerlediğimiz zaman karşımıza bir takım engeller çıkar. Bu engelleri merhum Hoca tasnif etmiş, ben ondan özetliyorum: İnsanın kendi varlığında, kendi beninde bulunan engeller; toplumsal engeller; belki de en zoru özel ben dediğimiz en son bir engel, insanın kendi varlığındaki engeller: huyu, mizacı, egosu, nefsi ve tabii ki egonun, nefsin mizacın hoşlandığı her türlü haz… Bu haz, insanın mükemmelleşmeye doğru giden yolda önüne çıkan engellerden biridir. Gurur, kibir, büyüklenme. Bunların hepsi bize, insana ait, insanın sıradan benine ait özelliklerdir. Bunlar insanın mükemmelleşmesine karşı çıkar.

Toplumsal engeller birazcık daha yumuşak görünüyor. Toplumsal huzuru, toplumsal dayanışmayı, toplumsal refahı ve düzeni bir itaat sistemi olarak insana empoze eden anlayış. Kurulu bir düzen var, ona itaat et, rahat yaşa, fazla düşünme ve sorgulama. Burası biraz sıkıntılı. Açıklamak açısından şöyle söyleyebilirim: İnsan, bazı toplumsal ortamlarda kendisindeki engelleri göremez hale gelir. Nasıl olur bu? Bütün insanlarla beraber küçük ortamda veya komünde güvenli ve müreffeh yaşarsınız, bu durum sizin kendinize ait eksiklikleri görmenizi engelleyebilir. Bu engelleme hali de isyan ahlakına göre insanın büyük gayeye varmakta önüne çıkan engellerden bir tanesidir. İnsan bütün bunları aşmak mecburiyetindedir. İradenin bu engelleri aşabilmesi için yardımcılara ihtiyacı vardır, diyor Topçu. Bu yardımcılar iki türlüdür: Dış yardımcılar, iç yardımcılar.

İradenin dıştan yardımcıları: Eğer siz birey olarak mükemmelleşmeye doğru bir yolculuk yapacaksanız sizin dış yarımcılarınız bulunması gerekir. Bu dış yardımcılar aileniz, içinde yaşadığınız toplum, devlet, insanlık. Burada kalalım. Çünkü bundan sonraki yardımcı, bu bahsettiğim yardımcı kategorisinde değil. Peki, nasıl bir hadise bu? Bir ailede yaşıyorsunuz, çok mutlusunuz. Size her türlü dikkat, itina gösteriliyor; ama siz bu mutlu ortam içerisinde mükemmelleşmeye doğru adım atamıyorsunuz. Çünkü o potansiyelinizi aile ortamı mahvediyor, küçük ve geçici mutluluklar büyük hamleyi önlüyor. Buna karşılık kendi geleneğini size dayatıyor. Uyarsanız problem çıkmıyor; ama uymazsanız problem çıkıyor. Öyle olmalı ki, diyor Topçu, bireysel inkişafımızı, mükemmelleşme çabanızı aile ortamı, en azından aile ortamınızdan bazı fertler, destekleyebilmeli. Bu cemiyet için de geçerli. Her insan temas ettiği insanlar açısından ailenin daha üstünde, daha geniş bir toplumsal yapıyla beraber yaşar; ama her insan o toplumsal yapı içerisinde herkesle dost olamaz, herkesle dertleşemez. Herkes ona kendi yolunda yardımcı olamaz. Herkes ona mükemmelleşme yolunda refik ve rehber olamaz. Dolayısıyla toplumsal yapı içerinde belki her şey çok iyidir. (Buradaki iyi hükmü, geçerli olan iyilik ortamı izafi bir hadise; ama unutmayın ki o ortam sizin kemaliniz, mükemmele doğru gidişiniz için bir uyku, bir atalet ortamı olabilir.) Nurettin Topçu’yu uzaktan tanıyanlar, genellikle onun sıradan insanın normal sayılan davranışlarına sahip olmadığını söylerlerdi. Herkesi mutlu eden hadiseler onu mutlu etmez, herkesin göremediği küçük detaylar ise onu çok mutlu ederdi. Dolayısıyla onun yaşadığı ruhi serüven, insan olmak hasebiyle, sıradan insanın yaşadığı ruhi serüvenden çok farklıdır. Öyle ya mutlu bir aile yuvası kurmak, o yuva içinde belli bir sosyal dengeyi tutturmak çok hoş bir şey olarak kabul edilir; ama unutmayın ki o aile yuvası sizin manevi mezarınız da olabilir. Siz sonsuza açılan engin bir ruha sahipsiniz, öyle biri olmak mecburiyetinizdesiniz. O yuvanın küçük ve sınırlı mutluluk atmosferi bu mecburiyeti unutturabilir. Burada yavaş yavaş perdeyi kaldırıyorum; çünkü siz “halifetullah”sınız. Tabii bunu böyle söylemiyordu, siz “sonsuzun dünyadaki vekilisiniz” diyordu; ama aynı kapıya çıkıyor. Bize sık sık söylemiştir: Hiç Allah’tan ve peygamberden bahsetmeden her sözünüz din’le, peygamberle ve Allah’la ilgili olsun. Demek ki öyle yardımcılar bulacaksınız ki bu yardımcı sizdeki tekâmül zincirini bozmayacak, eyleminize yardımcı olacak. Dış yardımcılar olmaksızın bir irade tecellisi mümkün değil veya çok zor.

İç yardımcıya gelince, insanın içindeki özel benin (Yunus’un dediği gibi “Bir ben vardır bende benden içerü”) iki önemli vasfı var: Düşünce ve sezgi. İçinizdeki özel ben, size mükemmelleşme yolunda umulur ki, niyaz edilir ki kolay yolu göstersin, kolay adımları attırsın. Gaye (kemal), sorumluluk ve irade… Bu üçünden bahsettik, bunlar isyan ahlakı sisteminin teorik temellerini oluşturur; ama eylem olmadan sistem tamamlanamaz. Biraz önce sözünü ettiğim gibi gaye, mesuliyet, irade ve hareket bunların dördü birleştiği zaman sistemin bütünlüğü ortaya çıkıyor. Buradaki eylem, isyan ahlakının öngördüğü bir eylemdir; yani mükemmelleşmeye götürücü bir eylemdir. Herhangi bir eylem değildir. Bu eylem özel bir eylemdir. Bireyi bir kademeden başka bir kademeye yükseltir. Biz eylem dediğimizde hep fizik dünyadaki aksiyondan bahsediyoruz. Hoca’ya göre her eylemin ardında bir düşünce vardır, düşünce eyleme hazırlık safhasıdır ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Eylem düşüncesiz olmaz, daha doğrusu olamaz; dolayısıyla eylem, adeta düşüncenin cisimleşmiş, mücessem hale gelmiş şeklidir. Şu halde düşünce de bizatihi bir eylemdir ki bir sonraki aşamada bir hareketi oluşturur. Öyle ki o hareketin, o aksiyonun eski tabiriyle “mütemmim cüzü”, onsuz olamayan tamamlayıcı cüzüdür. Şu halde düşünceyle beraber fizik ortamında yaptığımız hareket veya maddi planda cereyan etmeyen ruhi bir aksiyonumuz bir bütün olarak eylemimizi oluşturmaktadır. İşte bu eylem, yani mükemmelleşmeye doğru giden eylem, ahlaki bir eylemdir.

Düşünceyi biraz açalım şimdi. Nedir düşünce? Bu bir yumaktır. Mükemmelleşme idealine doğru yönlenmiş bir yumak…

İçinde fikir var, bilgi var, inanç var ve hayal var. Belki bir bilginin, âlimin düşüncesinin temelinde bilgi var. O da belki mükemmelleşmeyi arıyor. Belki bir müminin düşüncesinin temelinde inanç var. O da mükemmelleşmeyi arıyor. Belki bir sanatkârın mükemmelleşme yolundaki çalışmasının temelinde hayal var, o da mükemmeli arıyor; ama fikir, bilgi, inanç ve hayal hiçbir zaman birbirlerinden bağımsız değil. Belki âlimin hareket noktası itibariyle bilgi önemli; ama âlim inançsız değil, hayal kuramaz değil, fikir yürütemez değil. Sanatkâr için de aynısını söyleyebiliriz. Bilgisiz değil, inançsız değil. Eğer düşünceyi bu şekilde tanımlarsak yani kemale doğru giden bir yolun ürettiği bir birikim olarak alırsak aksiyonu o hazırlıyor. O zaman insanın eşyaya hâkim olduğunu görüyoruz. Bu açıdan, düşünce kutsaldır.

Çünkü ruh maddeye hâkim olmuştur. Ruh, maddeyi kendi mükemmelleşme istikametinde kullanmaktadır. İşte ahlaki düşünce ve ahlaki eylem burada ortaya çıkıyor. Bu düşünce ve eylem, ikisi birlikte Topçu’ya göre hürriyeti oluşturmaktadır. Şu halde hürriyet, önce zihinlerde var olan bir kavramdır. Aksiyona geçtiği zaman onun tecessüm etmiş halini görüyoruz. Böyle düşünen, böyle hisseden, böyle hayal kuran, mükemmelleşmeye doğru giden bir zihin ya da gönül aksiyon yaptığı zaman o hareketin toplumda cari düzendeki bedelini asla düşünmez. O düzen, o bedel onun için ha vardır ha yoktur.

Hoca burada Hallac’ı, Gandi’yi, Akif’i örnek verir. Hürriyet, bir bedel var veya yok nazarından, bu kıstas ile dikkate alınamaz, değerlendirilemez, der. Birey, iradesiyle bir eylem ortaya koyuyor. Bu eylem, mükemmelleşme hedefine doğru gitmektedir. Bu hürriyettir, der. Birey kendisini sınırlayan beninden, sosyal şartlardan bağımsız hale gelmiştir. O eylemin bedeli, o bireyi çok fazla ilgilendirmez şeklinde hadiseyi bitirir. Hocanın ahlak kavramı böyle şekillenir.

İsyan ahlakının ikinci kavramına gelelim şimdi. İsyan kavramı. Eylem, eğer mükemmelleşmek için yapılıyorsa ve bu mükemmelleşmeyi engelleyen faktörlere karşı bir hareketse bu, bir başkaldırıdır. Neydi o faktörler? mizacımız, huyumuz, içimdeki şu anda gördüğünüz ben, egomuz. Buna karşı bir başkaldırıdır eylem. Toplumun bizi uyuşturan, atalete sevk eden, bize huzur, mutluluk, saadet, para, refah, mevki verdiği halde mükemmelleşme yolunda bizi engelleyen bir toplumsal yapı söz konusu ise eylem buna karşı da bir başkaldırıdır. Bunlar belki her devirde ve her ortamda mevcuttu ve hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. İsyan sözcüğü buradan ortaya çıkıyor. Demek ki isyan dediğimiz zaman, bir manada kendimize ve bizi mükemmelleşmekten alıkoyan her türlü engele karşı bir başkaldırıyı kastediyoruz. Burada iki türlü benden söz edeceğim ki bunu zımnen en başta da söyledim. Biri herkesin bildiği nefsimiz, egomuz, yani ben. Ama bir tanesi de (İnsanda böylesi bir yetenek, böylesi bir kabiliyet var.) kendinin dışına çıkıp kendini değerlendiren ben. Bize büyüklerimiz söylemişler: Herkesi aldatabilirsin, bu kabiliyet sana verilmiştir. Ama iki şeyi aldatamazsın. Biri kendi benini, ikincisi Cenabı Allah’ı, tabi inanıyorsan. Herkes, kendisinin ne olduğunu bilir. Kendini aldatamazsın; ama yine de yaparsın. Hoş görebilirsin yaptığını ama kendini aldatamazsın. İşte isyan ahlakı, bu özel benin kemâli engelleyici diğer bene karşı olan bir başkaldırısıdır. Özel benin topluma karşı bir başkaldırısıdır. Beni mükemmelleşmekten alı koyan topluma karşı, bana mevki, mansıp, şan, şöhret, refah, saadet, mutluluk veren topluma ve bunlar ile tatmin olan bene karşı başkaldırısıdır. İnsan dediğimiz varlık, kendi benine bakıyor, topluma bakıyor, tabiata bakıyor. Başka da bakacak bir şey yok. Varlığımız var, benimiz var. Kim bakıyor? Özel ben. Bana bakıyorum, fiziğime bakıyorum, yaşıma bakıyorum, gözlüğüme bakıyorum, cebimdeki paraya, saate bakıyorum, ondan sonra size bakıyorum; topluma, tabiata bakıyorum, başka da bakacak bir yer yok. Ama içimdeki özel ben bu bakışlardan, bunlarla kurduğu ilişkiden tatmin olmuyor. Niye tatmin olmuyor? Çünkü bunların hepsi sınırlı ve sonlu. Eski tabirle söylersek mahdut ve fani. Ama insanda, yani özel bende öyle bir özellik var ki mahdut ve faniyle, yeni Türkçeyle sınırlı ve sonluyla, tatmin olmuyor. Onun aradığı başka bir şey. Her meşru bir dünyevi hazda, haz tadıldıktan sonra veya bir işte başarıdan sonra, “Bu muydu?” sözü gündeme gelir. Bu muydu, eriştik bitti. Peki, neden bitti, çünkü sonluydu. O manayı atladınız. Biz hep pozitivistlerin, aydınlanmacıların kaba rasyonalitesine esir olduk. Demek ki insan sonluyla, faniyle tatmin olmuyor. Herkes kendisine baksın, kendi hayat tecrübesine baksın, bunu görecektir. insanın sonsuza açılan bir kapısı var. işte mükemmelleşme dediğimiz hadise burada manasını, ufkunu, hedefini buluyor. Şuur, içindeki benle, özel benle kendini irdeliyor ve sonsuza olan ihtiyacını görüyor. Bu ihtiyacı görmek başka, bunu elde etmek başka bir şey…

O sonsuza şimdilik Tanrı diyelim isterseniz. Demek ki varlık dediğimiz şey, şuur, ruh, kalp dediğimiz şey her neyse varlıküstü bir başka olguya, bir başka şeye talip. Ona doğru bir atılım yapıyor, onu istiyor. Bunu niye yapıyor? Çünkü kendi eksikliğini hissediyor, tatmin olmayışını biliyor. Çünkü her şeyimiz sonlu. Toplum sonlu, tabiat sonlu, hayat sonlu. Dolayısıyla Hoca’nın çok etkilendiği hareket felsefesinin kurusu Blondel diyor ki bu hamle özel benin sınırlı ve sonluyu bırakıp sonsuza açılması, talip olması aynı zamanda Tanrı’nın size karşı olan bir yaklaşımıdır. Tanrı’nın sizdeki hareketidir. Bu pozisyonda Tanrı size karşı yaklaştığı zaman insanla tanrı terkibe kavuştuğu zaman artık varlık yani şuur, özel ben, Tanrı’yı tanımış ve Tanrı’yı kabul etmiştir. Böyle bir özel ben için Tanrı artık bir bilgi objesi değildir. Bir insan için Tanrı bir bilgi objesidir. Açar kutsal kitabı ve okur, Tanrı vardır ve birdir. Bunu öğrenir. Kendi fani ve sonlu varlığının ötesindeki bir tabiatüstü, kendi varlığının üstündeki bir varlığa doğru hasretle yönelen bir varlığın karşılık görmesi bir birleşmedir. Burada ruhi bir tecrübe, ruhi bir haz, ruhi bir temellük söz konusudur. Bu olgu tam tamına Tanrı’dan bir karşılık görmedir. Kemalin, mükemmelliğin son aşaması budur. Bu özel durum, nihai aşamada ortaya çıkınca, özel ben irade-i külliyeyi terk etmez, edemez, çünkü aradığı o sonsuzu bulmuştur. Bu durum özel benin kendisini külli iradenin kucağına bırakmasından ve yok olmasından başka bir şey değildir. Bu da isyan ahlakının son kademesidir. Yani özel ben, bene karşı, topluma karşı iradeyi kullanarak bir cihat, bir cidal içerisinde mükemmelleşmeye doğru adım adım gidiyor; ama son adımda kendisini de feda etmek zorunda. Neden? Çünkü isyan edecek bir şey yok. O büyük külli iradenin içinde kaybolmuş durumda.

Burada çizmeye çalıştığım küçük bir şema var. Topçu’nun bu anlatmış olduğum doktora tezidir. O doktora tezinin adı “Uysallık ve isyan”. Burada iki tane olgu var: Mükemmellik ve ben. Mükemmellik, tanrı ve hayatımın gayesi bu mükemmele doğru yürümek… Bu, isyan ahlakının temel dinamiği. Arada birçok engel var. Bu engellere karşı eylemler yapıyorum. Herhangi bir eylem iki yönüyle ortaya çıkıyor: Bir tanesi engeli aşmak için engele karşı bir isyan; ikincisi engeli aştığım için mükemmele yaklaşma, mükemmele karşı bir itaat. Dolayısıyla, bireyin her hareketi bir boyutuyla isyandır, bir boyutuyla itaattir, der Nurettin Topçu. Hocayı bin rahmet ve minnetle anıyorum.

—————————————————————————–
Kaynak:

Medeniyet Tasavvuru, Sayı: 1, Ekim-2014

Önemlidir: Bu makaleye atıf yapılmak istendiği takdirde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.
Yazar
Sadettin ÖKTEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen