Milliyetçilik: Kuramsal Bir Değerlendirme

Doç.Dr. Emre GÖKALP[i]
 

ÖZ

Bu çalışma milliyetçiliğe/ulusalcılığa ve ulus olgusuna ilişkin son dönem çağdaş milliyetçilik literatürünün kuramsal bir değerlendirmesini amaçlamaktadır. Farklı bir ifadeyle, milliyetçilik ve mil- let/ulus olgusuna ilişkin kuramsal yaklaşımlara odaklanarak şu sorular tartışılacaktır. Uluslar modern midir yoksa modern öncesine mi aittirler?Sivil ve etnik milliyetçilik arasında ne tür bir ilişki vardır? Ulus olma ile etniklik arasında nasıl bir ilişki vardır? Milliyetçiliğin retoriği nedir? Neden milliyetçilik bir söylemsel oluşum olarak ele alınmalıdır? Milliyetçiliğin simgesel boyutu nedir? Ulusal/Milli kimlik nedir? Ulusal kimlik nasıl kavramsallaştırılmaktadır?İşte bu sorular bağlamında, milliyetçiliğin mo­dern toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamda oynadığı önemli rol çözümlenmeye çalışılacaktır. Sonuç olarak bu çalışma ulus olgusunun ‘doğal, ’’verili, ’ ‘sabit, ’ ve ‘zamansız ’ bir varlık olmaktan çok ‘mo­dern’ ve ‘inşa edilmiş ’ bir olgu olduğu argümanının altını çizmektedir. Milliyetçilik toplumsal dünyayı anlamlandıran bir ‘söylem’ ve bir ‘temsil sistemi’ olduğundan ulusların ve milli/ulusal kimliklerin sü­rekli olarak yeniden üretilen birer kategori olarak sorunsallaştırılması gerekir. Bu çalışmada ayrıca her bir özgül milliyetçiliğin birbiriyle ayrışan, rekabet halinde olan ama bir o kadar da benzeşen farklı mil­liyetçilik söylemlerinden oluştuğu belirtilmiştir.

Anahtar kelimeler: Milliyetçilik/Ulusalcılık, Ulus, Ulusal Kimlik, Etniklik

NATIONALISM: A THEORETICAL OVERVIEW[ii]

ABSTRACT

This study aims to theoretically overview the most significant contemporary literature on nation and nationalism. In other words, it focuses on the theoretical approaches to the nature of nation and nationalism, and discusses the following questions: Are nations ancient, or of modern provenance? What is the relationship between civic and ethnic nationalism? What is the relationship between “ethnicity” and “nationality”? What is the rhetoric of nationalism? Why should one see nationalism as a discursive formation? What is the symbolic dimension of nationalism? What is national identity? How is it conceptualised? In this context, it tries to analyse the crucial role that nationalism played in the modern social, cultural and political life. As a conclusion, this study underlines the argument that nation should be conceptualised as a ‘modern’and ‘constructed’phenomenon rather than a ‘natural, ‘given,’ fixed’and ‘timeless’ entity. Nations and national identities should be questioned as perpetually reproduced categories since nationalism is a discourse or a system of representation which signifies the social world. This study concludes that each nationalism has been made of discourses of nationalism that differ from and conflict or compete with each other, while presenting permeability to an important extent

Keyword: Nationalism, Nation, National Identity, Ethnicity


1.  GİRİŞ

Milliyetçiliğe ilişkin sosyal bilimler literatüründe uzun bir süre hakim olan “milliyetçilik çağının sonu” öngörüsünün gerçekleşmemesi bir tarafa, milliyetçi/ulusalcı ve ırkçı söylemler, “siyasal ve toplumsal eylemi düzenleyen mitlerin ve toplumsal imgelerin sağlanmasında önemli rol oynamaya devam etmek­te” (Torfing, 1999) ve milliyetçilik günümüz toplumsal/siyasal yaşamının en evrensel ve meşru kabul edilen değeri olarak nitelendirilmektedir (Anderson, 1983, s.17). Günümüzde milliyetçilik, her yerde hazır ve nazır olan “gerçek bir küresel görüngü” halini almakta ve “milliyetçiliğin küreselleşmesi” si- yasal/kültürel alanı “güçlü bir gerçeklik” olarak kapsamaktadır (Smith, 1991, s.223). Kısaca, bugün mil­liyetçi söylemler giderek daha hegemonik hale gelmektedir.

Günümüzde, sadece milliyetçi akımların, hareketlerin ya da sıcak çatışmaların değil genel olarak milli­yetçi söylemin toplumsal yaşamdaki etkisinin ve nüfuzunun kayda değer bir artışı gözlemlenirken, di­ğer taraftan her geçen gün ivme kazanan küreselleşme süreciyle birlikte -Gellner’in (1983) ifadesiyle bir “siyasal meşruluk formu” olan- ulus-devlet olgusunun ciddi bir krizi eşzamanlı olarak yaşanmakta­dır. Başta sermayenin dolaşımı ve iletişim/enformasyon düzleminde ülkelerarası mevcut sınırları geçer- sizleştiren küreselleşme süreci, Habermas’ın (1996, s.92) ifadesiyle, kendi sınırlarını “neredeyse nevro- tik olarak gözeten ulus-devlet için tehlikeye işaret etmekte” ve giderek küreselleşen sorunlar karşısında ulus devletin “artık demokratik vatandaşlığın görünür gelecekte idamesini sağlayacak uygun bir çatı” su- namadığı ifade edilmektedir. Ulus-devlet inşası sürecini daha önce gerçekleştiren görece daha eski ve yerleşik ulus-devlete sahip bir çok (Batılı) toplumda ulus-devlet olgusu ve beraberindeki ulusal birlik ve ulusal kimlik olgularının ciddi bir erozyonu gözlenmektedir. Ancak, Hall’un (1991, s. 46) dikkat çekti­ği gibi, ulus-devletin ve ulusal kültürel kimliklerin erozyonu aynı zamanda çok karmaşık bir seyir izle­mekte ve “tehlikeli” bir durum arz etmektedir: “İktidar varlıkları, yükselirken de düşerken de tehlikeli olurlar. İlkinde mi yoksa ikincisinde mi daha tehlikeli oldukları tartışmalıdır. Ama önemli olan, ulus-dev- letin düşüşünden ve erozyonundan söz ettiğimde, ulus devletin tarih sahnesine veda ettiğini sanmayın sakın… Küreselleşmeyle birlikte ulus-devletler çağı geriledikçe, ulusal kimliğin saldırgan ırkçılık tarafın­dan yönlendirilen çok savunmacı ve çok tehlikeli bir biçimine dönülmektedir” (Hall, 1991, s.47).

Milliyetçiliğin “sonunun gelmesi” ya da “gücünü yitirmesi” beklentisinin tam aksine, gücünü arttırarak toplumsal dünyanın neredeyse en muteber değeri olmayı başarması ve oldukça güçlü bir toplumsal ger­çeklik olarak sürekli kendini yeniden üretebilmesi, bu çalışmanın temel amacı olduğu üzere1, milliyet­çiliğe daha derinlikli ve farklı bir bakış açısıyla bakılmasını gerekli kılmaktadır. Bu doğrultuda, milliyet­çiliğin basitçe “fanatizmle,” “etnik çatışmalarla” ya da “uluslararası kriz” dönemlerinde ortaya çıkan akıldışı hareketler/ideolojiler ve/veya aşırı-sağcı siyasal aktörlerle ilişkili bir siyasal ideoloji olarak gö­rülmesi, bu olgunun günümüzdeki toplumsal gücünü ve bu gücünü nasıl sağladığı/koruduğu sorusunu açıklayamamaktadır. Dahası, milliyetçiliğin, millet/ulus kategorisinin “doğal” ve “verili” birer “gerçek­lik” olarak nasıl yeniden üretilebildiğidir? Milliyetçilik, mevcut sınıfsal, kültürel, etnik/ırksal ve toplum­sal cinsiyete dayalı farlılaşmaya/bölünmeye ve antagonist çelişkilere rağmen, “hayali” bir birlik ve bü­tünlüğü nasıl oluşturmaktadır? Milliyetçilik(ler) nasıl yeniden üretilmektedir? Bu yeniden-üretim süre­ci nasıl gerçekleşmektedir ki, milli kimlik ve millet/ulus kategorileri, farkına bile varılmadan, birey-öz- nelerde içselleşebilmekte ve “doğal” bir durum olarak kabul edilmektedir? “Mevcut durum gerçeğin neredeyse tam tersi olduğunu gösterse de,” “ayırt edici niteliği kurdukları düzeni öncesiz ve sonrasızmış gibi sunmak olan” ulus-devlet (Balibar, 1991b, s.111), kendisini “doğal,” “sabit” ve “verili” bir katego­ri olarak nasıl yeniden üretebilmektedir? İşte bu çalışmada bu sorulara cevap oluşturacak şekilde milliyetçilik olgusunun kuramsal/sosyolojik bir değerlendirilmesi yapılacaktır. Bu doğrultuda, ikinci bö­lümde, öncelikle çağdaş milliyetçilik literatüründeki temel tartışmalar ekseninde ulus/millet olgusunun nasıl modern bir kategori olarak kavramsallaştırıldığı anlatılacaktır. Üçüncü bölümde ise milliyetçiliğin everensel olarak geçerli iki farklı tipi mi olduğu, yoksa iki farklı tipi değil de evrensel olarak geçerli bir ikili karaktere mi sahip olduğu sorusu tartışılacaktır. Milliyetçiliğin retoriğinin tartışılacağı dördüncü bö­lümden sonra ise milliyetçiliğin simgesel boyutu üzerinde durulacak ve de milli/ulusal kimlik olgusu tartışılacaktır.

2.  MİLLET/ULUS : MODERN ÖNCESİ Mİ MODERN Mİ?

Millet/ulus oluşumunun sadece belirli bir dönemle sınırlı olmadığı, ulus-devletin sürekli bir “yeniden ya­pılanma” ve yeniden inşa içinde olduğu göz önüne alındığında (Balibar, 1991b; Walby, 1992) milliyet­çiliğin ve milli kimliğin sürekli olarak yeniden üretilen, yeniden inşa edilen/edilmesi gereken birer ka­tegori olarak kavramsallaştırılması gerekir. Bu bağlamda, milliyetçiliğin nasıl yeniden üretildiği sorusu merkezi bir önem arz eder. İşte milliyetçilik (ve milli kimlik) doğal, verili, sabit ve aynı zamanda önce- siz ve sonrasız bir “kendilik” olarak değil, aksine bir “temsil sistemi” ve böylece hayatı/toplumu/dün- yayı anlamlandıran bir “söylem” olarak görüldüğünde (Calhoun, 1997; Brubaker, 1996; Billig, 1995), toplumsal ve kültürel oluşumların arkasındaki pratikler bütünü olarak kavramsallaştırılmalıdır. Milliyet­çilik insan bilincini şekillendiren bir konuşma biçimi, yani bir söylemsel oluşumdur ve milliyetçilik söyleminin çok boyutlu görülmesi gerekmektedir (Calhoun, 1997).

Milliyetçilik, sadece bir toplumsal hareket türü ve bir siyasal ideoloji değil, aynı zaman bir “kültür” bi­çimidir ve “bir kültür/kimlik biçimi olarak” incelenmesi gerekir (Smith, 1991, s.118). Farklı bir şekil­de ifade edilirse, milliyetçilik kriz anlarında ya da çatışmalarda belirginleşen ve sadece dar anlamıyla siyasete ilişkin bir olgu değildir, aksine kolektif kimliğe temel teşkil etmekte olan bir bireysel kimlik ve kültür meselesidir (Calhoun, 1997, s.3). Bir siyasi doktrin ve siyaset üslubu olmaktan çok bir kültür biçimi olan milliyetçilik dolayısıyla bir ideoloji, bir dil, mitoloji, sembolizm ve bilinç biçimidir. Bu doğ­rultuda ulus da, anlamı bu kültür biçimi tarafından ön varsayılan bir kimlik tipidir (Smith, 1991, s.147). Milliyetçiliğin gündelik yaşamın somut pratikleri içinde sürekli ve rutin olarak yeniden üretilen bir söy­lem olduğu ve milli bilincin/kimliğin de sürekli olarak yeniden inşa edildiği tespiti, özneleri konumlan­dıran bu yeniden üretim süreci üzerinde durulmasını ve bu sürecin esas olarak gerçekleştiği simge- sel/söylemsel alana odaklanılmasını kaçınılmaz kılar.

Millet/ulus kategorisinin “doğal” ve “kendinden menkul” birer “gerçeklik” olarak nasıl yeniden üretil­diği sorusunun vurgulanması bu çalışmanın millet kategorisini “doğal” ve “verili” bir “kendilik” olarak nitelendiren “ilkçi” (primordialist) yaklaşımın tamamen dışında bir kuramsal pozisyonu paylaştığına işaret etmektedir. Milletleri doğal ve eski çağlardan bu yana var olan yapılar olarak gören ve ilkçi ola­rak adlandırılan yaklaşım, milletin değişmez ve sabit olduğunu öne sürer. Millet/Ulus olgusunu doğal ve verili bir kategori olarak gören bu yaklaşımda Romantizmin ve Herder’in[1] oldukça önemli bir etki­si vardır. Milletin izleri çok eski çağlarda bile bulunabilir, eski altın dönemler ve kahramanlar söz ko­nusudur (Breuilly, 1996, s.149). Onuncu yıl marşındaki “Tarihten önce vardık, Tarihten sonra varız” di­zesinin işaret ettiği gibi, bu yaklaşım ‘millet’in başlangıcı olmayan bir geçmiş zamandan sonu olmayan bir geleceğe/sonsuzluğa kadar varolduğunu varsayar. Schleiermacher, milleti “insan ırkının, özellikleri tanrı tarafından verilmiş, doğal bölünmesi” olarak nitelendirirken, her milletin dünyada kapladığı konum ve kendine özgü örgütlenmesiyle ilahi görüntünün bir yönünü temsil ettiğini öne sürer. Herder ise, Tan­rının yarattığı doğal bir kategori olarak her milletin birer kutsallık ifadesi olduğunu öne sürer ve kutsal olan şeylerin yok edilmemesi, yaşatılması gerektiğini belirtir. Herder’e göre “millet, doğal bir bitki ve aile gibidir, sadece daha fazla dalı vardır” (Akt. Guibernau, 1997, s.94). Milletin esas olarak dili ve kül­türüyle oluştuğunu ifade eden Herder bu süreçte gündelik yaşamdaki ritüeller, gelenekler, pratiklerin ve insanların yaşamı anlamlandırdıkları hikayelerin, halk inançların ve mitlerin önemini vurgular (Poole, 1999, s. 68). Kültür ve daha özel olarak da dilin bir milleti benzersiz olarak belirlediği iddiası Herder’in dışında On dokuzuncu yüzyıl Avrupa düşünürlerinin özellikle Schlegel, Fichte ve Schleiermacher’in or­tak vurgusudur (Chatterjee, 1996, s.28).

Milleti oluşturan dil, din, kan bağı gibi ölçütlerin “doğallığı” günümüzde “ilkçi” bakış açısını benimse­yen araştırmacılar tarafından savunul(a)mamakla beraber, milleti oluşturan din, dil, kan bağı gibi öğele­rin “verili” olduğu, milli kimliği oluşturan öğelerin hiçbir şeyden oluşmadığı, aksine her şeyden önce varolduğu savı ilkçi yaklaşımın en önemli vurgusunu oluşturmayı korumaktadır. Diğer taraftan, Smith’in “ilkçi” bakış açısı içerisinde “eskilci” (perennialist) olarak ayırt ettiği yaklaşım ulusun “do- ğal”lığını benimsememekle birlikte, milletlerin çok eski dönemlerden -çok fazla değişmeden ve “özü­nü” kaybetmeden- bugüne değin varolduğunu savunmaktadır. Genel olarak ilkçi yaklaşımın milliyetçi­lik çalışmalarında son 40-50 yıldır temsilcisi olmamakla birlikte, “eskilci” bakış açısının örnekleri bugün bile mevcuttur (Özkırımlı, 1999, s.80). Ancak, tahmin edileceği gibi, milliyetçilik anlayışının özünü oluşturan ilkçi yaklaşımın akademik çalışmalarda “ortadan kalkmış olması,” milliyetçiler ve milliyetçi ideologlar tarafından artık benimsenmediği anlamına gelmemektedir.

Yine de, Brubaker’in (1996, s.15) da vurguladığı gibi, bugün milliyetçilik çalışmalarında milletlerin do­ğal, verili, sabit yapılar olduğuna inanan çok az akademisyen vardır. Az sayıda (milliyetçi) akademisyen bugün hala milletlerin başlangıcı olmayan bir geçmiş zamandan beri varolduğunu ve sonu olmayan bir geleceğe kadar var kalacağını öne sürmektedir. Bunların dışında, günümüzde, milletlerin/ulusların tarih­sel olarak inşa olmuş yapılar olduğuna dair ortak bir görüş hakimdir. “Modernist” yaklaşım olarak ni­telenen bu yaklaşımın milliyetçilik tartışmalarında neredeyse paradigmatik bir önem kazanmasıyla ilk­çi ya da özcü görüşün – en azından akademik alanda- geçersizleştiği belirtilebilir. Başta Gellner, Hobs- bawm, ve Anderson olmak üzere Nairn, Breuilly, Brass, Hroch, Chatterjee, Bhabba, Balibar vb kuram­cılar, her ne kadar belirli noktalarda birbirleriyle ayrışan/uyuşmayan görüşlere sahip olsalar da mil- let/ulus olgusunun doğal, verili, sabit bir “kendilik” olmadığı; aksine modern gelişmelere, yani modern çağa -son birkaç yüzyıla- ait olduğu noktasında görüş birliğine sahiptirler. Farklı bir ifadeyle, modernist yaklaşımın en önemli ve merkezi vurgusu milletlerin modernliği ve milliyetçiliğin olumsallığına dairdir. Bu yaklaşıma göre, milletler ve milliyetçilik kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi tamamen ‘modern’ gelişmelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Daha çarpıcı bir ifadeyle, milletler milliyetçilik çağına aittirler. Yani, milliyetçilikler milletleri yaratmıştır, milletler milliyetçilikleri değil. Polonya’nın kuruluşunda önemli bir yeri olan Pilsudski’nin belirtmiş olduğu gi­bi, “Devlet milleti kurar, millet devleti değil.” Bu tespiti çok daha çarpıcı bir şekilde dile getiren ise İtal­ya’nın kuruluşunda büyük bir rol oynayan Massimo d’Azeglo olmuştur: “İtalya’yı yarattık. Şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” (Akt., Hobsbawm, 1992, s. 63).

Özellikle “Milletler ve Milliyetçilikler” (1983) kitabıyla milliyetçilik literatürünün en önemli isimlerin­den biri olan Gellner, milletlerin eşyanın tabiatında varolan ve doğal türler doktrinin siyasal uyarlama­sı gibi bir şey olmadığını göstererek milliyetçilik efsanesinin kabul edilemeyeceğini vurgular. Milliyet­çilik, tamamen modern çağa aittir ve “yalnız milliyetçilik çağında milletlerden söz edilebilir.” Bundan dolayı, Gellner’in (1983, s.55) çarpıcı ifadesiyle, “milliyetçilik milletleri doğurabilirdi, milletler milliyetçiliği değil” (55). Milletlerin, insanları sınıflandırmanın doğal, tanrı vergisi bir yolu olduğu, doğuştan gelen bir politik kader olduğu iddiası ise Gellner’a göre sadece bir mittir. Milliyetçilik, Gellner’a (1983) göre, endüstrileşme sürecinin bir ürünü, yani modern bir ürünü olarak, “politik ve milli birimin birbiriy- le uyumlu olması gerektiğini savunan bir ilke”dir. Ulusun/milletin, farklı toplumsal ve siyasal koşullar­da farklı şekillerde inşa edildiğine dikkat çeken Gellner, milliyetçiliğin, toplumsal koşullar homojen ve standart bir (yüksek) kültür gerektirdiğinde ortaya çıkabildiğini vurgular. Birbirlerinin yerine geçebilir bi­reylerden oluşan anonim bir toplumun oluşturulması, o toplumu bir arada tutan bir (yüksek) kültür ge­rektirir. Bu anlamda, kültürel bir proje olarak milliyetçilik, bir üst kültürün daha önce pek çok alt kültü­re sahip olan bir topluma empoze edilmesidir (Gellner 1983, s.56-57). Kısaca, Gellner’e göre milliyetçi­lik siyasi birlikle kültür birliğinin birbiriyle uyumlu hale getirme amacı doğrultusunda çeşitli halk kültür­lerinden tek bir üst kültür yaratma çabası olarak görülebilir. Milliyetçi toplumsal örgütlenme ilkesi dev­letle kültürün evlenmesini gerektirir, böylelikle devlet kültürün koruyucusu olur (Gellner, 1994, s.49).

Gellner’la paralel olarak, Hobsbawm’da (1992), milletlerden ancak “toprağa bağlı (teritoryal) devlet­ler” ortaya çıktıktan sonra söz edilebildiğine işaret ederek, devlet ve milletin birbirinden bağımsız ola­rak ele alınamayacağını vurgular ve şöyle devam eder:

Ben milliyetçilik terimini, Gellner’in tanımladığı gibi, yani “esasen politik birim ile milli birimin uyumluluğunu öngören bir ilke” olması anlamında kullanıyorum… Milleti ne asli ne de değişmez bir toplumsal birim olarak görüyorum. Millet yalnızca özgül ve tarihsel bakımdan yakın bir döneme ait­tir. Millet ancak belli bir modern teritoryal devletle, milli devletle ilişkilendirildiği kadarıyla bir top­lumsal birimdir; bununla ilişkilendirilmedikçe milleti ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur (Hobsbawm, 1992, s .24).

Dolayısıyla, “milliyetçilik milletlerden önce gelir.” Hobsbawm’ın ifadesiyle, “milletler, devletler ve mil­liyetçiliği yaratmaz, gerçekte yaşanan tam tersidir.” Yani, milliyetçilikler milleti (ve milli-devleti) yara­tır. Bundan dolayı, millet/ulus, icat edilmiş bir gelenek olarak, “ne asli ne de değişmez bir toplumsal bi­rimdir” (Hobsbawm,1992, s.24) ve milletleri verili, doğal ve değişmez kategoriler olarak nitelendirmek imkansızdır. “Milli kimliğin tarihten de eski olacak kadar doğal ve temel olduğu yönündeki varsayım yaygın kabul görmektedir ancak modern milletin ve onunla bağlantılı olan her şeyin temel karakteristi­ği modernliğidir” (Hobsbawm,1992, s.29). Diğer taraftan Hobsbawm,(1992, s.25 ) milletlerin her ne ka­dar özünde tepeden oluşturulmuş olduğu ifade edilse de, aşağıdan bir bakışla, yani sıradan insanların umutları, ihtiyaçları, özlemleri ve çıkarları temelinde analiz edilmedikçe anlaşılamayacağını vurgulaya­rak (25) milliyetçilik çalışmalarında ihmal edilmemesi gereken çok önemli bir noktaya işaret etmiştir.

Milliyetçilik tartışmalarının bir diğer çok önemli ismi Anderson (1983), milliyetçiliği “hayali bir cema­at” olarak nitelendirerek siyasi süreçte kültürel boyutun önemine dikkat çekmiştir. Hayali Cemaatler kitabında Anderson milletin ve milliyetçiliğin özel bir kültürel yapıntı (artefact) olduğunu belirterek, milleti “hayal edilmiş bir siyasal topluluk” olarak nitelendirir. “Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulu­sun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecek- tir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder (Anderson, 1983, s.20).

Chatterjee’nin (1996, s.50) belirttiği gibi, Anderson, bir milleti bir dizi dışsal ve soyut ölçüyle tanımla­mayı reddetmiş, aksine bir milletin tahayyül edilen bir siyasi topluluk olduğunu öne ileri sürerek deter­minist şemayı kökten alt üst etmiştir. Millet/Ulus, belirli somut toplumsal gerçeklerin bir araya gelişiy­le biricik olarak üretilmemiştir, dahası o düşünülmüş, hayal edilmiş ve yaratılmıştır. Anderson’a göre, millet bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her millette varolan eşitsizlik ve sömürü ilişkilerine rağmen millet sürekli olarak derin bir yoldaşlık ve kardeşlik olarak görülür (Anderson, 1983, s.21). İşte son 200 yıldır milyonlarca insanın “seve seve canını feda etmeye” razı olmalarını sağlayan şey, son kertede bu kardeşlik duygusudur. Dolayısıyla, milliyetçilik, siyasal bir ideoloji olarak algılanmaktan çok, kendisi­ni önceleyen ve onlardan kaynaklanmış olduğu büyük kültürel sistemlerle, din veya akrabalık gibi ol­gularla bir arada düşünülmelidir (Anderson, 1983, s.26). Anderson, milletin zamansal ve mekansal ola­rak biricik bir varlık olarak hayal edildiğini belirtir. Zaman içinde uzanan bir geçmiş ile gelecek bir ka­deri olan bir topluluk olarak ve mekan içerisinde tanışılmayan, hatta tanınmayacak olan üyeleri belirli bir toprak parçası üzerinde barındırırken hayal edilir.

Milletlerin “hayal edilmiş” birer topluluk olduklarını vurgulayan Anderson, hayal edilmişlikle “sahteli­ğin” birbirine karıştırılmaması gerektiğinin altını çizer. Anderson, oldukça haklı olarak Gellner’i eleşti­rerek, onun “icat edilmişliği,” “hayal” ve “yaratım”la değil, “uydurma ve “sahtekarlık”la birlikte düşü­nerek yanıldığını belirtir (Özkırımlı, 1996, s.169). Gerçekten de, Anderson’ın müdahalesi oldukça önem­lidir, zira milletin “hayal edilmiş” olması onun “sahte” olduğu şeklinde nitelendirilmemelidir. Önemli olan milleti oluşturan insanların algılamaları, onların milletlerine dair düşünceleridir. Diğer taraftan, milliyetçiliği mümkün kılan koşullardan “basın kapitalizmi”ne ilk kez dikkat çekmesi de Anderson’ı di­ğer kuramcılardan ayırt edici bir niteliğini oluşturur.

Milliyetçilik literatüründe yaygın olarak “Etno-sembolcü” olarak nitelenerek ilkçi ve modernist yakla­şım arasında bir üçüncü “ara” yaklaşım olarak görülen Smith (1986) de, milletin/ulusun modern bir ol­gu olduğunu yadsımayarak, bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin 19. yüzyılı takiben ortaya çık­tığını belirtir. Ancak, Smith, özellikle Avrupa’da ve Orta Doğuda izleri yüzyıllar öncesine kadar takip edilebilecek ethnie’ler (etnik topluluklar) olduğunu belirterek, ethnie’lerle modern milliyetçiliğin bir arada düşünülmesi gerektiğini vurgular. Her ne kadar söz konusu ethnie’ler ile modern milletler arasın­da doğrudan bir ilişki kurmasa ve bir çok ethnie’nin modern bir millet haline gelmediğini belirtse de, modern milletlerin ve milliyetçiliklerin oluşumunda modern öncesi dönemin izleri ve etkisi olduğunu ifade eder. Yani, Smith’e göre, modern milliyetçilikler kendilerini önceleyen etnik topluluklar ve bağlı­lıklar ile ilişki kurulmaksızın anlaşılamaz. Milletin ne olduğu milletlerin etnik temelinde bulunabilir. Dolayısıyla, millet, “tarihi bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlesel bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan” bir insan topluluğudur (Smith, 1991, s.32).

Modern öncesi geleneklerin ve modern dönüşümlerin milletin/milli-devletin oluşumunda ne kadar ve nasıl etkili olduğu ile ilgili olarak yukarıdaki kuramcılar arasında net bir görüş birliği söz konusu olma­sa da, milletin modernliği ve milliyetçiliğin olumsallığı konusunda hem fikir oldukları belirtilebilir. Kal­dı ki, Billig’in (1995, s.22) de altını çizdiği gibi, milletin/milli-devletin ortaya çıkış nedenleri ne olursa olsun, milli-devletin ve milliyetçiliğin “başarısı” bugün tartışmasız bir gerçekliktir. Bu noktada, milli­yetçiliğin “ikili karakterine” değinilecek daha sonra ise ağırlıklı olarak milliyetçiliğin bu başarısını nasıl mümkün kıldığı ve koruduğu konusu tartışılacaktır. “Millet” terimi insanların ilişkilerinin önemli bir bo­yutunu anlatır görünmektedir. Ama, tam olarak neyi? Sır burada yatar” (Hobsbawm, 1992, s.15). [2] dukça yaygındır. Halbuki, milliyetçilik “bukalemun gibidir, rengini bağlamından alır” (Smith, 1991). Her milliyetçilik bulanık, muğlak ve parçalıdır (Torfing, 1999). Milliyetçiliğin muğlaklığı, belirsizliği ve programatik içerikten yoksunluğu, ona kendi topluluğu içerisinde potansiyel bakımdan genel bir destek kazandırmaktadır (Hobsbawm, 1992, s.207). Ancak, milliyetçiliğe ilişkin literatürde, son yıllara kadar, milliyetçiliğin/ulusalcılığın iki tipi olduğuna dair yaygın bir görüş birliği söz konusu olmuştur. Çeşitli milliyetçilikler, “iyi” milliyetçilik ve “kötü” milliyetçilik şeklinde, sanki birbirlerinden tamamen ba­ğımsız, yalıtık ve farklı toplumsal olgularmışçasına, bir ikili ayrıma tabi tutulmuşlardır.3

Gel gelelim, bu ayrım söz konusu milliyetçiliklerin kendi aralarındaki ortak noktaları gizleyen ve anla­şılmasını zorlaştıran bir ayrımdır (Calhoun, 1997, s.3). Milliyetçiliği bir “temsil sistemi” ve toplumsal dünyayı anlamlandıran bir “söylem” olarak gören bir bakış açısıyla oldukça sorunlu bir şekilde yan ya­na gelebilecek bu katı ayrım bugün başta Smith, Nairn ve Billig’in katkılarıyla itibarını büyük ölçüde yi­tirmiştir. Çeşitli milliyetçilikleri kategorik olarak ikiye ayırmak, birbirinden tamamen farklı iki katego­ride, “iyi” ve “kötü” ya da “kültürel” ve “siyasal” olarak milliyetçilikleri/ulusalcılıkları sınıflandırmak, “yurdu için ölmekten vatanı için öldürmeye geçişi ayırmak kadar zordur” (Balibar, 1991a, s.63).

Milliyetçilik çalışmalarında çok sık karşılaşılan bu ayrımın bir tarafında, “siyasal” ya da “sivil” milliyet­çilik olarak addedilen, teritoryal temelde ve yurttaşlık esasına dayanan ve çoğunlukla Batı Avrupa’da ör­neklerine atıfta bulunulan “iyi” milliyetçilikler vardır. Bu milliyetçilikler/ulusalcılıklar, hümanist, evren- selci, barışçı olup, milleti oluşturan bireylerin anayasal ‘yurttaşlık’ ilkesi altında “eşitler” olarak yaşa­dıkları milliyetçiliklerdir. Diğer milliyetçiliklere tahammül gösteren, hatta onları onaylayan bu milliyet­çilikler “Batı” ya ait olandır, olması gerekendir ve “iyi” olandır. Tarihsel işlevlerini tamamlamış, dola­yısıyla medeni ve normal milliyetçiliklerdir. Diğer tarafta ise “kültürel” ya da “etnik” milliyetçilik ola­rak nitelendirilen, etnik köken ve kültürel-tarihsel milli kimliğe vurguda bulunan “kötü” milliyetçilik­ler vardır. Yaygın olarak doğu Avrupa, Balkan milliyetçiliklerine atıfta bulunan bu tip milliyetçilikler et- nik/kültürel azınlıklar başta gelmek üzere yurttaşları baskı altına alan, otoriter-faşizan boyutu belirgin milliyetçiliklerdir. Dil ve kültür birliğini vurgulayan bu milliyetçiliğin millet tasavvuru organik ve yek­paredir. Bu milliyetçilikler dışlayıcı, fanatik ve saldırgan olup, vahşete ve savaşa çok açık milliyetçilik­lerdir. İçerdeki ve dışarıdaki milliyetçiliklere boyun eğdirmeye çalışan, onları kökten dışlayan, yok et­meye çalışan “ötekine” ait “kötü” milliyetçiliklerdir (Smith, 1991; 1999; Balibar, 1991a; Billig, 1995; Bora, 1995).

Yukarıda belirtildiği gibi bu ayrım oldukça sorunludur. Her ne kadar Batılı “sivil” milliyetçilikler ile Do­ğulu “etnik” milliyetçilikler arasında şüphesiz önemli farklılıklar olsa da hem bu farklılıklar nitel değil­dir hem de bu iki tip arasındaki tamamlayıcı ilişki kategorik ve mutlak bir ayrım yapmayı imkansızlaş- tırır. Çünkü her özgül milliyetçilik/ulusalcılık, değişen oranlarda ve farklı biçimlerde hem sivil ve hem de etnik milliyetçiliğe atfedilen özellikleri bünyesinde barındırır. Bazen sivil/siyasal milliyetçiliğe dair unsurlar, bazen de etnik/kültürel milliyetçiliğe dair unsurlar baskın olsa da her özgül durumda, sivil ti­pi ile etnik tipi birbiri ile harmanlamıştır.[3] [4] Farklı bir ifadeyle, her özgül milliyetçilikte, kültürel milliyetçilik ve siyasi milliyetçilik iç içe geçmiş bir durum arz eder.[5] Her milliyetçilik içinde, hem etnik hem de sivil karakteristiklerin hakim olduğu örnekler -sürekli bir etkileşim ve rekabet halinde- bir arada bu­lunmaktadır.[6] Dolayısıyla, birbirinden kategorik olarak ayrı iki evrensel milliyetçilik tipinden değil, mil­liyetçiliğin evrensel olarak geçerli ikili karakterinden bahsetmek ve bu ikiliğin oluşturduğu “gerilim” üzerinde yoğunlaşmak analitik olarak daha önemlidir.[7] Milliyetçiliği ve milli kimliği modern toplum­sal ve siyasal yaşamda kendi özelliğini yitirmeksizin diğer güçlü ideoloji ve söylemlerle etkili birleşim­lere girmesini mümkün kılan ve bu düzeyde esnek ve sürekli bir güç haline gelmesini sağlayan işte bu “ikili” karakteridir[8] (Smith, 1991; 1999; Bora, 1995).

Bundan dolayı, çeşitli biçimlerde şekil verilmeye oldukça uygun olan bu “doku”nun her bir özgül du­rum içinde analiz edilmesi daha uygundur (Smith, 1991, s.129). Ancak, her bir durumun kendi özgün­lüğünde esas olarak anlaşılması gerekmekle birlikte genel bir millet ve milliyetçilik kavramsallaştırıl­masına başvurmaktan kaçınmak zordur. Kaldı ki, genel olarak milliyetçilik kavramının meşruiyetini red­detmek, milliyetlerin modernitesi ve milliyetçiliğin bugün her yerde mevcut olan çekiciliği hakkında genel sosyolojik çözümlemeler yapamama tehlikesini barındırmaktadır (Smith, 1991, s.130).

4.  MİLLİYETÇİLİĞİN RETORİĞİ YA DA BİR SÖYLEMSEL OLUŞUM OLARAK MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçiliğin tek bir faktörle ya da tek bir örnekle bütünsel olarak çözümlenemeyeceği açıktır. Calho- un’un da (1997, s. 22) altını çizdiği gibi, milliyetçiliğin çeşitli biçimlerindeki ortaklıkları/genellikleri tek bir açıklayıcı değişkenle -devlet inşası, endüstrileşme ya da eşitsiz ekonomik gelişme gibi- açıklamak imkansızdır. Ancak genel olan bir şey vardır ki, o da milliyetçilik söylemidir. Bu herhangi bir örneği ta­mamen açıklamaz ama her birinin inşasına ve yeniden üretim sürecine oldukça yardımcı olur. Milliyet­çilik bir söylemsel oluşumdur. Bundan dolayı, milliyetçiliğe dair analitik bir çabanın bir söylem olarak milliyetçiliği kavramsallaştırmaya yönelmesi ya da farklı bir ifadeyle milliyetçiliğin retoriğini anlama­ya çalışması oldukça önemlidir. Peki, milliyetçiliğin retoriğinden ne kastedilmektedir ve neden milliyet­çiliği bir söylem olarak görmek gerekir?

Anderson’un milletin zamansal ve mekansal anlamda biricik bir varlık olarak tahayyül edilmesi gerek­tiğini vurgulamış olduğu daha önce belirtilmişti. Milletlerin sadece tahayyül edilmeleri yeterli olmadı­ğından milletlerin kendi (milli) tarihlerini ve kendi kendilerinin yorumlarını yaratmaları da gerekmekte­dir. Bundan dolayı Edward Said, milletlerin tahayyül edilen topluluklar oldukları kadar “yorumlayıcı topluluklar”da olduklarının altını çizer (Akt, Billig, 1995, s.70). Bu bağlamda, milliyetçiliğin bir dizi merkezi önermeden oluştuğunu ifade eden Smith (1991, s.121), söz konusu önermeleri şu şekilde sıra­lar: i-Dünya, her biri kendi bireyselliği, tarihi ve kaderi olan milletlere bölünmüştür. ii-Millet, bütün si­yasi ve toplumsal gücün kaynağıdır. Millete bağlılık bütün öteki sadakat bağlarının üstündedir. iii-İnsan- ların özgür olmak ve kendilerini gerçekleştirmek için bir milletle özdeşleşmeleri gereklidir. iv-Dünya- da barış ve adaletin hakim olabilmesi milletlerin özgür ve güvenlik içinde bulunması ile mümkündür. Kısaca, milliyetçilik, bir milletin özerklik, birlik ve kimlik kazanmasını ve bunları korumasını hedefler. Smith, bu doğrultuda bir milleti, tarihi bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlesel bir ka­mu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adı ola­rak tanımlar. Ona göre, millet, bir tarihi kültür ile belli bir yurdu paylaşan herkesi tek bir siyasal toplu­luk içinde birleştiren kültürel ve siyasi bir ağı gösterir (Smith, 1991, s.32-33). Ancak, buradaki özellik­lerin bir bölümünün, özellikle de ortak mitleri, ortak bir tarihi kültürü ve hafızayı paylaşmaya dair vur­gunun nesnel kriterler olmadığı/olamayacağı belirtilmelidir. Milletler, sahip olunan açık ve nesnel kri­terlere uygun olarak kurulmuş olmak anlamında “nesnel topluluklar” değillerdir (Billig, 1995, s.24). Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, Calhoun’un da (1997) vurguladığı gibi, milletin hem kendisinin hem de millet tanımlarının büyük ölçüde kendilerine dair iddialarıyla oluştuğudur. Farklı bir ifadeyle, milletler/uluslar bir takım “nesnel/görgül ölçütlerle” etkili olarak tanımlanamazlar, aksine kendilerine dair bir dizi spekülatif ve öznel önermelerle nitelendirilirler. İşte bu nedenle, nesnel bir tanımdan çok, bir “millet retoriği”nden söz etmek çok daha uygun ve önemlidir. Bu durumda, i-belirli bir toprakla özel ve hatta kutsal bir ilişki, ii-bölünmezlik (bölünmez bütünlük), iii- egemenlik (en azından buna ilişkin arzu), iv- ortak kültür (paylaşılan değerler,inançlar ve davranışsal pratikler), v-milletin çok eskiden be­ri varolduğu iddiaları millet retoriğinin yoğun olarak başvurulan özellikleri olarak görülebilir. Farklı bir ifadeyle, bu özellikler bir milletin ya da her milletin sahip olduğu nesnel/ampirik ölçütler değil, aksine milletleri tarif ederken sıklıkla başvurulan iddialardır. Milliyetçilik çok sayıda farklı şeyden söz etmek ve farklı iddialarla varolabilmek için elverişli bir retoriktir (Calhoun, 1997, s.8).

Thompson’a (2001, s.21) göre, bu bağlamdaki tartışma, gündelik pratikteki ve toplumsal teorideki üç verili varsayım üzerine yoğunlaşmalıdır: i- Dünya milletlere/uluslara bölünmüştür. ii- Milli kimlikler sonradan kazanılmamıştır, aksine doğuştan verilidir. iii- Bir milletin üyeleri ortak bir milli karakteri pay­laşırlar. Bu doğrultuda, milli kimliğe ilişkin sosyolojik bir bakış açısı bireylerin millete ve milli kimli­ğe dair ortak duyusal bilgiyi nasıl aktif olarak kullandığı sorusuna yoğunlaşmalıdır. Bu bakış açısı milli kimliklerin ve milletin yeniden üretiminin pratik boyutlarını vurgulayabilmesi için fenomonoloji ve et- nometodolojiden hareket etmelidir. Bilindiği gibi, hem Schutz ve hem de Garfinkel’in yaklaşımına gö­re bireyler çoğu zaman eylemlerinin sonuçlarının bilincinde değildir.

Bir ulusa ait olmak ve bir ulusal kimliğe sahip olmak çoğunlukla nesnel olarak farz edilir. Bir ulusal kimliğe sahip olmak bir buruna ve iki kulağa sahip olmak kadar doğaldır (Gellner, 1983). Dolayısıyla, ulusal kimliğin, belirli nesnel kriterler ile verilmiş olduğu öne sürülür. Çoğunlukla verili olarak kabul edilen sadece ulusların doğallığı ve nesnel gerçekliği de değildir. Farklı uluslara/milletlere ait olan in­sanların da belirli milli karakterlere sahip olduğu düşünülür Ayrıca, bireyler diğer uluslar hakkında ko­nuştuklarında “onlar” hakkında karşılaştırmalı yargılarda bulunmak için kendilerine dair genelleştiril­miş kategorilere başvururlar. Bu kategorilerin kendileri tarafından icat edilmediği, dahası kültürel pra­tikler ve söylemler alanında pekiştirildiği göz ardı edilir. “Bizim” ve “yabancılar”ın sinemasal, edebi ve popüler metinlerdeki temsilleri düzenli olarak varsayılan/farazi milli farklılıklara dair stereotipik temsil­leri çağırır (Thompson, 2001, s.24-25).

Millet/Ulus, çok merkezli, çok yönlü ve her kalıba giren bir kategori olduğu için milletler, gerçek var­lıklar, maddi ve sonsuz topluluklar olarak algılanırlar. Fakat, milletler şeyleştirilmemelidir (Brubaker, 1996, s.10). Bu çerçevede, ulus, ne kendinden menkul bir gerçekliktir ne de toplumsal yaşamın en te­mel ve doğal zeminidir (Schnapper, 1995). Ulusun ya da ulus-devletin kendisi de etnik bakımdan yek­pare bir oluşum değildir. Ancak millet bir seçim olmaktan çok kader olarak, geçmişte sağlam yerleş­miş bir olgu olarak, elini süreni yakan bir “gerçeklik” olarak benimsenmektedir.

İdeoloji, basitçe, toplumsal dünyanın -onun içinde yaşayanlara- doğal dünyaymış gibi görünmesini mümkün kılarken, Barthes’ın belirttiği gibi “doğanın sesi” ile konuşur (Akt. Billig, 1995, s.49). Doğa kategorileri, Beck’in (1993, s.134) vurguladığı üzere, sorgusuz-sualsizliğin üretimi ve ebedileştirilmesi konusunda birer sanat eseridir. Ulusun/Milletin, tarihsellikten ve sorgulanabilirlikten arındırılarak, “do­ğallık” zırhıyla edebileştirilmesi için milliyetçiliklerin “doğal birliğe” ve “doğallığa” sahip olduğunu ilan ettiği Ulus/millet, oldukça heterojen ve farklılaşmış bir nüfusu milli efsaneler ve semboller etrafın­da toplayarak bu iddiaya zemin oluşturmaktadır (Bauman, 1998, s.186-187). Ulusa/Millete ilişkin ege­men bir temsil olan milliyetçilik(ler) ise millete ilişkin karmaşıklığı ve olumsallığı kabul etmez. Ulusal- cılıklar/Milliyetçilikler, Ulus/millet içindeki farklılıkların reddedilmesine ihtiyaç duyarlar. Sembolik güçleri de zaten ulusu doğal bir kültürel ve siyasal birlik olarak tanımlamalarında yatar (Brookes,1999, s. 248). Bundan dolayı, modern demokrasilerde milliyetçilik/ulusalcılık, iktidarlar ve siyasal liderler için vatandaşların dikkatini ülke içindeki toplumsal sorunlardan/çekişmelerden uzaklaştırmada ve dış poli­tikada destek kazanmada gayet ucuz bir kaynaktır (Habermas, 1996). Kaldı ki, milliyetçilik terimi de doğallaştırılmıştır, yani insanlar tarafından bir ideolojiyi değil de doğal bir erdemi ifade ediyormuş gibi algılanır (Copeaux, 2002, s.44). Ancak, “milletlerin “doğallığı” ve millet üyelerinin “yazılmış” ve miras alınmış doğası hakkındaki iddia milliyetçiliği bir çelişkiye düşürmekten başka bir işe yaramaz. Bir yan­dan ulusun herhangi bir doğal olgu kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. Öte yandan ise bir güvensizlik hakimdir: “Birlik ve bütünlük sürekli tehdit altındadır” (Bauman, 1998, s.187).

Ulusun raison d’etre’i kendi biricik (ya da biricik olduğu iddia edilen) kültür değerlerinin bir ürünü ol­masıdır. Yani, ulusun olmazsa olmaz şartı etnik ayırt edicilik iddiasıdır (Smith, 1991, s.115). Uluslar dün­yasında her bir Ulus biriciktir, eşsizdir ve her biri seçilmiştir. Milliyetçilik, modern öncesi, kutsal etnik seçilmişlik mitinin laik ve modern muadilidir. Çok merkezli bir biriciklik doktrini olarak milliyetçilik, yeri doldurulamaz kültür değerlerinin evrenselliğini vazeder” (Smith, 1991, s.136).

Gel gelelim, daha önce de vurgulandığı gibi, son dönem milliyetçilik literatüründe hemfikir olunan en önemli noktalardan birisi ulusların kendinden menkul ve doğal bir gerçeklik olmadığı ve aynı zamanda etnik olarak homojen ve yekpare olmadıklarıdır. Balibar’ın (1991a, s.121) da altını çizdiği gibi,

Hiçbir ulusun doğal olarak etnik temeli yoktur, fakat toplumsal oluşumlar ulusallaştıkça, içerdikleri, pay­laştıkları ya da hükmettikleri topluluklar da “etnikleşiryani sanki kendiliğinden bir ilk kimliğe, kültü­re, çıkarlara sahip olan, bireyleri ve toplumsal koşulları aşan doğal bir cemaat oluştururmuşçasına geç­mişte ya da gelecekte temsil edilir hale gelir.

Günümüz ulus-devletlerinin büyük çoğunluğu aslında çok etnili (etnik topluluk) olmakla birlikte; bir çoğu -diğer etniler yok sayılarak ve dışlanarak- egemen bir etni etrafında oluşmuşlardır. Devlet sınırları ile millet sınırlarının çakışması ve devletin toplam nüfusunun tek bir etnik kültürü paylaşıyor olması ol­guları göz önüne alındığında bugün mevcut devletlerin çok azının gerçek anlamda “ulus-devlet” olma iddiasında bulunabileceği açıktır (Smith, 1991, s. 33,35). Birkaç ulus-devletin (İzlanda, Portekiz, Norveç vb) dışında hemen hemen tüm ulus devletler etnik olarak hetorejen bir yapıya sahiptirler. Ra’anan’ın (1991) çarpıcı ifadesiyle, günümüzde siyasal alana “ulustan geniş devletler ve devletten geniş uluslar egemendir” (akt. Üstel, 1999, s.16). Bu nedenle, “ulus,” karmaşık toplumsal süreçleri ve toplumsal ya­şamın diyalektiğini gizlediği için açıklayamayan “kusurlu bir analiz birimi”dir:

“Ulus” fikri kusurludur çünkü çalışma nesnesini maddi ve homojen bir öz haline getirir… Ulusun bir öz haline getirildiği ilk yol, insanları ve kurumsal yapıları ulusun içinde tek tipleştirmektir. ‘Türkler’ya da Türk kültürü gibi. Bu yolla ulusun içindeki dini, sınıfsal, etnik ya da hizip farklılıkları inkar edilebilir ve bu tür farklılıkları üreten ve besleyen diyalektik süreçler gizlenebilir” (Lindisfarne, 2002, s.202-203).

Ulusalcı/Milliyetçi birlik fikri, kültürel ve siyasi türdeşlik doğrultusunda, bütün yerel farklılıkları -ço­ğunlukla zor yoluyla- ortadan kaldırılması pahasına, milletin birliği ve bölünmezliği (la république est une et indivisible) fikrini teşvik etmiştir. Milliyetçi birlik kavramı etnik köklerine başvurarak, kültürel farklılıkları tasarlanan milletle aşacak bir tekbiçimlilik oluşturmaya çalışır (Smith, 1991, s.125). “Özcü” düşüncenin gelişmesinde merkezi bir rol oynamış olan milliyetçiliğin “modern dünya sistemindeki en esaslı tikelcilik” olduğu bu noktada unutulmamalıdır. Milliyetçilik, “en esaslı, en yoğun ilgi gören, en fazla siyasal nüfusa sahip olan ve en ağır silah donanımıyla desteklenen bir tikelcilik”tir (Wallerstein, 1991, s. 122). Gerçekten de, milliyetçilik/ulusalcılık tekleştiricidir ve her türlü dağılmadan korunması gereken, kökenlerden gelen bir ulusal kimliğin fetişlerini geliştirir (Balibar, 1991a, s.73).

Ortak soy/kan fikrinin, sadece millet teriminin etimolojik kökeninde[9] bulunmadığı, aynı zamanda da millet olgusunun kurucu/tanımlayıcı bir parçasını oluşturduğunun yakın zamanlara kadar açıkça ifade edilmesinden kaçınılmıştır. Tüm ulus-devletlerde, yani bir milletin/ulusun siyasi ifadesi olduğu düşünü­len devlet sistemlerinde, milletin siyasal-kültürel bir tanımı yapılır. Bu açıdan ulus-devletlerin büyük bir çoğunluğunda politikalar “etnikleşmiştir.” Böyle olduğu için de, bir millete (ya da ulus-devlete) dair açık veya üstü kapalı simgeler egemen etnik çoğunluğun imgelerini ve karakteristik diye bilinen özel­liklerini taşımaktadır. Bazı etnilerin kendilerini üstün olarak tanımlamaları ve diğerlerinin özelliklerini aşağı olarak nitelendirmeleri -ki bu durum etnik özelliklere dayalı ayrımcılık anlamında etnisizm olarak adlandırılır- milliyetçilikler içinde az rastlanan bir durum değildir. Etnikliğin bir kimlik göstergesi ve kökleri arayış çabası olarak algıladığı pozitif çağrışımların aksine, etnisizm diğer etnik gruplara ilişkin olarak geliştirilen bütünüyle olumsuz bir kavramsallaştırmadır (Fenton, 2001, s. 37-41).

Diğer taraftan, etimolojik türetmeye uygun olarak, etnik grubun, bir alt gruba değil, temel bir toplum­sal kategoriye işaret ettiğine dair genel bir mutabakat bulunmaktadır. Özellikle Amerikan sosyoloji ge­leneği etnik grubu, ortak kültürel geleneklere ve kimlik duygusuna sahip olan geniş toplumun bir alt grubu anlamında kullanarak, onu azınlıkla eşleme eğilimindedir. Aslında, çoğunluğu oluşturanlar ya da hakim etniler, azınlıklardan daha az “etnik” değildir. Balibar’ın (1991b, s.121) ifadesiyle, millet de “kur­gusal etniklik” olarak oluşturulmuştur. Etnik bir grubun geniş toplumun bir alt grubunu oluşturması ge­rekmez. Ancak bu durum etnik grup ile ulus/millet arasındaki çizgiyi tamamen ortadan kaldırmamalıdır.

Ulus/millet, siyasal olarak örgütlenmemiş olan etnik topluluklardan kolayca ayrılır. Etnik topluluk, ta­rihsel ve kültürel bir topluluğun mirasçıları olarak yaşayan ve bunu sürdürme isteğini paylaşan insan grubudur. Tarihsel bir topluluktur ve kültürel özgüllüğe sahiptir. Bu çerçevede, bir aidiyet grubudur ve bundan dolayı ille de siyasal bir ifadesi olması gerekmez. Farklı bir ifadeyle, etnik topluluklar mo- dern/siyasal ulustan özellikle özerk bir siyasal örgütlenmeye sahip olmamalarıyla ayrılırlar. Bu anlamda, etnik topluluğu ulusdan ayıran en temel ölçüt, niceliksel ya da başka bir nesnel özellik değil, insan­ları birbirine bağlayan bağın niteliğidir Ayrıca tüm ulus-birimlerini diğer topluluk ya da etnik topluluk şekillerinden ayıran devlettir. Devlet, Hegel’in belirtmiş olduğu gibi, milletin ussal dayanağıdır ki, on­suz siyasallaşan milletin gerçek varlığından ve ortak kimliğin nesnel ifadesinden söz edilmesi zordur (Schnapper, 1995, s.33-35-37).

Smith’e (1991) göre de, ulus ve etni arasındaki esas çizgi, etninin bir ülkeye sahip olma iddiasının sem­bolik bir anlamı söz konusuyken, ulusun bu talebinin gerçek ve fiziki olmasıdır. Bu anlamda etni, ulu­sun bir çok özelliğinden yoksundur. Anavatanda yaşamama, ortak bir hukuk düzeninin ve ekonomik birliğin olmaması gibi.. Smith, etnik grup anlamına gelen etni terimini tanımlarken önemli olan şeyin genetik miras değil, ortak soy miti ya da inancı olduğunu söyler. Fiziki kökenin gerçek olup olmadığı değil, buna olan inanç önem taşır. Bu yüzden etniklik kan ve genlerle değil, mitler ve ortak kökenle iliş­kilidir. Ortak kan veya aile metaforuna hitap etmek etnik ulusçuların genel geçer akçesidir. Etniklik or­tak köken mitine dayanır ve kendisiyle birlikte, doğuştan olduğuna inanılan özellikler taşır. (Smith, 1991, s.41)

Milliyetçilik sadece çeşitli biçimlerde ve bağlamlarda olan bir olgu değildir, aynı zamanda farklı siyasi ve moral değerleri de taşır. Daha önce vurgulandığı gibi, söylemsel bir oluşum olarak milliyetçilik çeşitli temsil biçimlerini şekillendirir ve esas önemi de buradadır. Milliyetçilik, Brubaker’in (1996, s.7) ifade et­tiği gibi, modern toplumsal ve siyasal yaşamda sürekli mevcut olan, her zaman görülen ulus-kökenli de­yimler, pratikler ve imgelerin heterojen bir seti olduğundan milliyetçiliği anlamak için ulus/millet kate­gorisinin pratik kullanımlarının anlaşılması gerekir. Bunun için de, milletlik hali ve milletin pratik bir ka­tegori, kurumsallaşmış bir biçim ve oluşsal bir durum olarak görülmesi gerekir ( Brubaker, 1996, s.10).

Milliyetçilin bir söylemsel oluşum olduğuna dair süregelen bu tartışmada, kısaca, milliyetçiliğin mo­dern demokrasinin siyasal söyleminde bir dönüm noktasını oluşturan ulus boş göstereninin açık bir ek­lemlenmesi olduğu belirtilebilir. Milliyetçiliğin hegemonik olabilmesi için insanlar adına, ulus/millet adına konuşulabilmesi gerekir. Yine de, soyut olarak milletin iyiliğine atıfta bulunmak yeterli değildir, ayrıca millet boş gösterenine[10] belirli bir içerik verilerek hegemonize edilmesi gerekir. Bu çerçevede milliyetçilik, millet ve halk boş gösterenlerine belirli ve önemli ölçüde bütünsellik sağlayan bir mit ola­rak tanımlanabilir. Böylelikle, milliyetçilik “örnek millet” (nation-as-this) ve “bir örnek insanlar”(peop- le-as-one) olarak inşa etme eğilimindedir. Milliyetçi mit, özel bir ethos ve hayal edilmiş belirli bir mil­li uzam adına toplumsal ve siyasal eyleme kılavuzluk etmeyi amaçlar. Milli uzamın homojenleştirilme­si ve maddileştirilmesi “milli”nin ne olduğunu tanımlayan birçok belirleyici ifade biçimi halini alacak­tır. Ancak milleti belirleyen temel şeylerin listesi ne kadar uzun olursa olsun yine de bir şey eksik ka­lacaktır. Milletin gerçek özü öngörüden uzaktır. Bundan dolayı, son kertede, milletin homojenleştirilme­si ve gerçek varlık kazanması eşzamanlı olarak milletin içinde ve dışındaki “milletin düşmanlarının” söylemsel inşasında (ve aracılığıyla) gerçekleşir (Torfing, 1999, s.192-193). Burada bu noktanın da kı­saca irdelenmesi gerekir zira “düşman” imgesinin kurgulanması milliyetçilik/ulusalcılık söylemlerinde hayati bir boyutu oluşturmaktadır.

Milliyetçilik, topluluğun üyeleri arasında dayanışma bağlarının oluşmasını ve pekiştirilmesini sağlarken, ait oldukları topluluğun, diğerlerinden ayrı ve farklı olduğu imajının oluşmasına da yol açar. Bu nokta oldukça önemlidir zira dışarıda kalanlar “yabancılar” ve potansiyel “düşman”lar olarak görülür. Beck’in (1993, s.118-119) önemli sözleriyle, Ulusal demokrasi, etnosla demos arasındaki çelişkilerin uyumlaştırılmasına değil de, hassas siyasal uz­laşmalara bağlanmasına dayanır. içeriye dönük olarak, etnik gruplar arasındaki farklılıklar ve çelişkiler, bir örnekleştirmek, uyumlaştırmak yoluyla yok edilir. Ulusal devlete giden yol, baskının parke taşlarıyla döşenmiştir. Yasasıysa: ‘ya-ya da’ dır. Bu da: dışarıya dönük olarak kendini soyutlama ve dışlama, ya­bancı olanı, düşman imgelerini kurgulamak ve onları (olası bir tehdit olarak) savaşlarla teyit etmek (fi­iliyata geçirmek); içeriye dönük olarak ise zorla asimile etmek, insanları sürmek, “ana dil”in devletlû monotonluğuna boyun eğmek istemeyen “sapkın” grupların kültürünü ve yaşamını yok etmek demektir.

Ulusalcılık/Milliyetçilik, diğer taraftan, heterofobiyi ve zenofobiyi yaygınlaştırarak ve bu duyguyu dev­let otoritesine sadakat ve iktidar karşısında disiplin sağlama hizmetinde seferber eder. Milliyetçiliklere göre, günümüzde yabancılar kamusal tehditler ve “kirletici unsurlar” olarak, ülke sınırları içinde ve dı­şında olarak, her yerdedir. Her zaman “bizden” nefret eden ve “bize” karşı komplo düzenleyenler ola­rak evrensel düzeyde vardır (Hobsbawm,1992, s.205). Balibar’in (1991c, s.269) vurgulamış olduğu gi­bi, bu durum önemli bir paradoks oluşturmaktadır ve ulus, siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir topluma karşılık gelmektedir. Çünkü bir taraftan bireylerin kendilerini “evlerinde” hissedecekleri, çünkü “biz bize” olacakları bir ulus-devlet geçmişe dönük bir biçimde tahayyül edilir, diğer taraftan ise bu devlet içinde oturulamaz kılınır; durmadan düşmanın “içeride” olduğu keşfedilir ve bir taraftan da ulus “dış” düşmanlar karşısında birleşmiş bir topluluk olarak ortaya çıkarılmaya çalışılır (Balibar, 1991c, s.269). Gerçekten de, düşman imgelerini kurgulamak ve yaygınlaştırmak milliyetçiliğin/ulusalcılığın ne­redeyse bir “olmazsa olmazı”dır. Çünkü düşman imgeleri en üst dereceden çelişki önceliğine sahiptir ve böyle olduğu içinde başta sınıf çatışması olmak üzere verili bir toplumdaki mevcut (kültürel, etnik, toplumsal cinsiyete dair vb) çatışmaları gizleyerek iktidarı kuvvetlendirir. Bununla birlikte, “düşmanla­rın savaşçı amaç ve araçlarıyla vatandaşın düzenini, yaşamını tehdit ettiğine dair toplumsal algılayış ege­men olduğu sürece, askeriyeyle demokrasi arasındaki çelişkiler çelişki olmaktan çıkacak” ve milliyet­çilik ve militarizm arasındaki tarihsel eklemlenme ilişkisi elle tutulur, gözle görülür bir hal alacaktır. Di­ğer taraftan, düşman imgelerinin, sadece değerler aracılığıyla değil, aynı zamanda karşı tepki vermeyi bir mecburiyet haline getirmesiyle, bir millete üye insanları “cemaatleştirici” bir özelliği de vardır. Kar­şıya bir düşman dikmenin özelliği her türden ontolojiye açılan kapıyı daha baştan kilitleyerek karar ver­me sürecinin, bir “ölüm kalım meselesi” halini alacak kadar uç bir noktaya vardırılmasıdır. Bu anlamda ulus-devletlerin, düşman imgelerine oldukça bağımlı oldukları ifade edilebilir. Düşman imgeleri, ulus- devletin uyguladığı (dahili ve harici) şiddeti bir karşı şiddet olarak meşrulaştırır. Düşman imgeleri ile demokrasi dışı, demokrasiye ters düşen, demokrasi karşıtı rıza kaynakları yaratılır. Ayrıca, “bütün soru­lara baştan set çeken ve demokrasinin yüzüne kapıyı çarpıp sürgüyü çeken bir mühür” olan “devlet sır­rı” olgusu ancak düşman imgeleri dolayımıyla mümkün ve meşru hale getirilir” (Beck,1993, s.128-129, 131-134).

5.  MİLLİYETÇİLİĞİN SİMGESEL BOYUTU

Milliyetçilik, sadece milli/ulusal kimliğin “öteki”(ler)e göre inşasında ve “öteki” olarak kodlanan kate­gorilerden “düşman” imgelerinin devşirilmesinde değil, çok daha yaygın ve sürekli olarak, ulusal kim­liğin yeniden üretilmesinde hem hitap ettiği üyeler arasındaki benzerliğe hem de dışarıdakilerin farklılı­ğına vurgu yapar. Simgeler ve ritüeller ise milli kimliğin söz konusu yaratılma ve yeniden üretilme sü­recinde belirleyici unsurlardır. Simgeler, basitçe, anlamı ancak topluluğun kodlarına ve geleneklerine aşina olanlar tarafından anlaşılabilecek bir nesne, bir işaret veya kelimedir. Bu çerçevede, simgeler sa­dece onları tanıyanlar için bir değere ve öneme sahiptir. İşte bu nedenle üyeler ve üye olmayanlar, içer- dekiler ve dışarıdakiler, kısaca “biz” ve öteki(ler) arasında bir ayrım yapılabilmesini sağlarlar. Böylelik­le de insanların içinde yer aldıkları topluluğa ilişkin aidiyetin, bilincin ve duyarlılığın pekiştirilmesini olanaklı kılarlar.

Ancak, simgeleri sadece bir şeyi temsil eden unsurlar olarak görmek yanıltıcıdır. Çünkü simgeler sade­ce bir şeyleri sadece temsil eden şeyler değildir, diğer taraftan onları kullananlara anlamların belirli bir kısmını oluşturma imkanı da verirler. Cohen’in (1999, s.11) ifade ettiği gibi,

Simgeler, yalnızca başka şeylerin yerini tutmaktan ya da başka şeyleri temsil etmekten daha fazlasını ya­parlar. Aslına bakılırsa, tüm yaptıkları bundan ibaret olsaydı geçerliliklerini kaybederlerdi. Simgeler aynı zamanda kendilerini kullananlara, anlamların bir kısmını kendilerine kazandırmalarına izin verir.

Ancak simgelerin anlamları onu kullananlar tarafından aynı şekilde paylaşılmaz. Simgelerin anlamı, onu kullanan bireylerin kendine özgü tecrübesinin dolayımından geçer, yani farklı özne konumsallıkları ta­rafından farklı şekillerde okunabilmesi mümkündür. Bu doğrultuda, simgelerin “anlam ifade etmekten ziyade anlam yaratma kapasitesi sağladığı” belirtilebilir (Cohen, 1999, s.12). Bundan dolayı, örneğin, eğer bayrağın belirli bir ülkenin sembolü olduğu kabul edilirse, anlamı sadece bayrak-ülke ilişkisi ile sı­nırlandırılamaz. Daha çok, her birey için özel bir önem kazanır çünkü bir simge olarak bayrak belirli anı­ları ve duyguları uyandırma gücüne sahiptir. Dolayısıyla, simgelerin çok kesin anlamlar ifade etmedik­leri için çok etkili olduklarını vurgulamak önemlidir. Asker bayrağı ülkesiyle özleştirdiğinde bayrağı uğ­runa canını feda edebilir (Guibernau, 1997). Diğer taraftan, bir simge olarak ulus genel olarak üyelerin­ce bildiktir, ancak anlamı üyelerinin millete dair yönelimleri çerçevesinde değişkenlik arz eder. Anla­mın bu değişkenliğinden dolayı, millete dair bilincin, simgelerin manipüle edilmesi yoluyla canlı tutul­ması, milletin simgesel olarak sürekli olarak (yeniden) inşa edilmesi gereklidir.

Simgelerin tam da kesinlik içermedikleri için etkili olduklarını yineleyen Cohen (1999, s.20), simgele­rin içeriksiz olmadıkları sabit olsa da barındırdıkları anlamın kısmen öznel olduğuna dikkat çeker.“Bu yüzden simgeler, insanların kendilerini bir ortodoksinin zorbalığına tabii kalmaksızın ortak/genel dili ko­nuşabildikleri, görünüşte benzer tarzlarda davranabildikleri, ‘aynı’ ritüellere katılabildikleri, aynı Tanrı­lara dua edebildikleri, benzer giysiler giyebildikleri vb. kanallardır.” Böylelikle bireysellik ve genellik uzlaştırılmış olur. Cohen’in genel olarak “topluluğa” ilişkin argümanları “ulus”a uyarlanırsa; bir mille­tin simgesel repertuarının, kendi içindeki farklılıkları gizlemeyi, farklılıklardan oluşan gerçekliği benzer­lik görüntüsüne dönüştürmeyi mümkün kılarak insanların “ulus”a ideolojik birlik yatırımı yapmalarını sağladığı belirtilebilir. Simge repertuarı, böylelikle, ulusun kendi üyelerini “dışarıyla” olan karşıtlıkları­na rağmen birbirleriyle birleştirir ve böylelikle milletin sınırlarını oluşturup ona gerçeklik kazandırır.

İşte, Guibernau’nun (1997, s.140) da belirttiği gibi, milliyetçiliğin değişik kültürel düzeylerdeki ve toplumsal özgeçmişlere sahip insanları nasıl bir araya getirebildiği simgelerin bu yeteneğinde aran­malıdır. Simgeler, farklılığı gizleyip ortak olanı öne çıkarmakta, bir grup duygusu yaratmaktadır. İn­sanlar topluluklarını simgesel bir biçimde kurmakta ve bunu kendi kimliklerinin başvuru noktalarına dönüştürmektedirler. Smith’in (1991, s. 35) ifadesiyle, bayrak, para, marş, üniforma, anıt ve kutlama gibi simgelerle bireylere ortak mirasları, kültürel yakınlıkları hatırlatılarak ortak kimlik ve aidiyet duyguları güçlendirilir. “Ulus, engelleri aşmaya, meşakkatleri göğüslemeye muktedir ‘iman-teknesi’ bir grup haline getirilir.”

Diğer taraftan, milletin üyesi olan insanlar duygusal olarak bazı simgeleri, değerleri, inançları ve gele­nekleri içselleştirebilir ve onları kendilerinin bir parçası olarak değerlendirebilirler. Bireylerin kimlikle­rini inşa ederken topraklarına, dillerine, simgelerine ve inançlarına yaptıkları duygusal yüklemeler, mil­liyetçiliğin yeniden üretilmesini ve yayılmasını kolaylaştırırlar. Diğer ideolojilerin seslendikleri üyeleri­ne öğretilerin esaslarını öğretmeleri gerekirken, milliyetçilik de insanın toprağa ve kültüre duygusal ola­rak bağlanması yeterlidir (Guibernau, 1997, s.131).

Milli simgeler ve törenler milliyetçiliğin en etkili ve devamlılık arz eden boyutlarıdır. Simgeler ve tö­renler daima Durkheim’ın vurguladığı kolektif duygusal niteliklere sahip olmuşlardır ve kolektif duygu­sal nitelikler hiçbir yerde milliyetçi simge ve törenlerde olduğundan daha açık değildir. Milliyetçi sim­gesellik ve törenler, milliyetçiliğin ideolojisi ile millete dair kavramları eklemleyerek ve onları elle tu­tulur kılarak tarihi ve kaderi olan soyut bir topluluk olarak milletin yeniden üretilmesine yardımcı olur (Smith, 1991, s.127). Bu grubun paylaştığı simgeler, dayanışmanın kaynağı, birliği geliştiren araçlar, gerçek ve mecazi anlamıyla altında insanların yürüdüğü bayraklar haline gelir. Ancak, bir grubun daya­nışmasını ifade eden ortak simgelerin ve kültürlerin yaşanmış deneyimlerde, insanların kalplerinde ve zihinlerinde hiçbir gerçek temeli bulunmadığı şekilde bir yargıya varılmamalıdır (Fenton, 2001, s.244). Milliyetçiliğin bir toplumsal hareket ya da siyasi doktrin olmaktan çok bir kültür biçimi ve dolayısıyla bir ideoloji, bir dil ve bilinç biçimi olduğu daha önce vurgulanmıştı. İşte milliyetçiliğin simgelerinin önemi, onun bu boyutuna, yani daha derin anlamına- ideoloji, bilinç, dil- temas ederek milli kimliği so­mutlaştırarak yeniden üretmesindedir.

Yerçekimi gibi önemli ve kapsayıcı bir güç haline gelen milliyetçiliğin (Gellner, 1994, s.12) bu gücü, ulusun üyeleri arasında ortak bir (ulusal) kimlik yaratma yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Simgesel bi­çimler olarak kültürel olgular onların içinde yer alanlar için anlamlıdır ve anlam sadece “içeridekiler” in bildiği ve değer verdiği bir şeydir (Guibernau, 1997, s.132).

6.  ULUSAL/MİLLİ KİMLİK

Kimliği belirleyen ölçütler olarak zaman içinde süreklilik ve ötekilerden farklılık ulusal/milli kimliğin de temel unsurlarıdır. Süreklilik, milletin tarihsel kökleri olan ve geleceğe uzanan bir varlık olarak kav­ranmasında kendini gösterir. Farklılık, ortak bir kültür, somut bir toprağa bağlılık ve bir topluluk oluş­turma iddiasından kaynaklanır, her iki unsur da o toplumun üyeleri ile “yabancılar” ve “ötekiler” arasın­daki ayrıma yol açar” (Guibernau, 1997, s.127). Milli aidiyet fikrini destekleyen ve milli kimliği (yeni­den) üreten şey biriciklik ve aynılık düşüncesidir (Palmer, 2001, s.144). Bu noktada, milliyetçiliğin ön­celikli olarak birinci çoğul şahıs ideolojisi olduğu söylenebilir. Ayrıca eğer milliyetçilik “bize” kim ol­duğumuzu söyleyen birinci çoğul şahıs kipinde bir ideoloji ise- aynı zamanda üçüncü şahıs kipini de kullanmak zorundadır (Billig, 1995, s.79). “Ötekiler” olmaksızın bir “biz” mümkün olamaz. Genel ola­rak tüm kimlik formlarında olduğu gibi, milli kimlikler de daima bir ‘ötekilik’ problemi ile, bir “biz” ve “öteki”(ler) ilişkisinin ürünü olarak varolurlar. Milli “biz”in mümkün olması için mutlaka bir “öteki”ye gereksinimi vardır, öteki yoksa da mutlaka yaratılır. Milli “Biz”in, yani milli kimliğin kurgulanması ve oluşması sürecinde “ötekiler”den ayırt edilmesi ise tarihsel ve geleneksel anlamların/simgelerin kulla­nılması ve bazen “yeniden icat” edilmesiyle mümkündür. Diğer taraftan, tıpkı diğer kimliklerde olduğu gibi, Ulusal/milli kimliğin “ötekiler”e karşı tarif ve inşa edilmesi bir kereye mahsus değildir, aksine mil­li kimliklerin sürekli olarak yeniden üretilmeleri gerekir.

Milliyetçilik duygusal bir güçtür, zira kim olduğumuza karar vermemize yardımcı olur (Calhoun,1997). Milli kimlik, bireylere kendilerini aşan bir varlık -yani, millet- ile özdeşleşmelerini yansıttığı ölçüde güç verir. Kolektif bir duygu olarak milli kimlik belirli aralıklarla ve çeşitli vesilelerle yükseltilmeli ve pe- kiştirilmelidir. (Guibernau, 1997, s.128). Milli/ulusal kimlik, insanları farklılıklarına rağmen bir arada tutan bir dayanışma kaynağıdır. Milliyetçilik insanları duygusal olarak hareketlendirir, büyük ve karma­şık bir dünyada insanlara aidiyet duygusu verir. Bu doğrultuda milliyetçiliği anlamın ve çok geniş in­san gruplarındaki karşılıklı bağlılığın bir kaynağı olarak görmek de önemlidir. Zira, milliyetçilik sadece illüzyon ya da manipülasyon olsaydı, bu gücüne sahip olamazdı (Calhoun, 1997, s.126). Milli kimlik, birbirleriyle ilişkili etnik, kültürel, teritoryal, ekonomik ve yasal-siyasal pek çok unsurdan oluşan karmaşık bir yapıdır. Kendi devletlerinde ifadesini bulsun ya da bulmasın, kolektif olarak paylaşılan anılar, mitler ve geleneklerin bir araya getirdiği bireyler arasındaki dayanışma bağını gösteren bu kavram, dev­letin tamamen yasal ve bürokratik nitelikli bağlarından tümüyle farklıdır (Smith, 1991, s. 34). Kolektif kimliğin inşasına belki de en önemli çağdaş örnek olan ulus fikri (Palmer, 2001, s.143) sadece kolektif kimliğin değil aynı zamanda bireysel kimliği oluşturmanın modern biçimlerine derinden gömülüdür (Calhoun,1997, s.86). Aslında, ulusal kimlik, kolektif kimliğin diğer biçimlerine ait unsurları bünyesin­de toplar. İdeoloji olarak milliyetçiliğin diğer ideolojilerle girdiği “bukalemun benzeri permütasyon- lar”ın açıklaması bu noktada aranmalıdır. Ulusal bir kimlik temelde çok boyutludur. Bundan dolayı mil­li kimliğin toplumsal varlığı oluşturan diğer kimlikleri dışladığını ya da daima onlardan üstün olduğunu varsayamayız. Kaldı ki, milli kimlik, onlardan üstün olduğunun hissedildiği zamanlarda bile diğer kim­liklerle hep birleşiktir (Smith, 1991, s.25-32). Diğer taraftan, Milli kimlik ile milli kimliğin içerdiği un­surların zamanla ve hatta oldukça kısa dönemlerde bile değişime uğrayabileceği ihmal edilmemelidir (Hobsbawm, 1992, s.26).

Ancak milli/ulusal kimlikleri üreten ve yeniden üreten toplumsal etkileşimin rolü neredeyse örtülüdür. Milletlerin gerçekliğine ve milletler arasındaki farklara ilişkin verili olarak kabul edilen varsayımlar “biz”in kolektif anlama yerleştirilmesinde ve dünyanın “bizim” çevremizde kategorize edilmesinde önemlidir. Ulusa ve ulusal kimliğe ilişkin verili varsayımlara rağmen, bu kategorilerin biçimi, içeriği ve anlamı bireysel yorumlara ve müzakerelere açıktır. Ulusalcı/Milliyetçi söylemlerin tersine, ulus, tüm üyelerinin hepsi birmiş gibi düşündüğü, davrandığı ve hareket ettiği üniter bir varlık olmadığı tekrar be­lirtilmelidir. Bireyler milli kültürlerinin bilgisi ekseninde milli kimliklerini, kendilerini ve bundan dola­yı diğerlerini konumlandırırlar. Bu şekilde, uluslar sadece varolmazlar, aynı zamanda etkileşimler ve müzakereler yoluyla bireyden bireye “gerçek” olurlar. Bu, “milli kimliğin yerel olarak üretilmesidir”. Ancak, Ulusun ve ulusal kimliklerin algılanan nesnelliği sonucunda bu etkin toplumsal boyut gözden kaçmaktadır. Söz konusu toplumsal boyutu tekrar görünür kılma görevi sosyolojik bir çalışma için ka­çınılmazdır. Çünkü millet ve milli kimlik, her bireyin kendi toplumsal dünyasını anlamlandırdığı temel sosyolojik kategorilerdir. Özellikle de, “orada bir yerde” var olduğu bilinen “verili” (olarak kabul edil­miş) kategorilerdir. Bu kategoriler toplumsal düzenin kavramsallaştırılmasında ve “bizim” ile diğerleri arsındaki farkların yaratılmasında önemli rol oynarlar (Thompson, 2001, s.24-25). Bu anlamda, milli kimliğin gücünün temel kaynağının onun kaçınılmaz olarak görülmesi olduğu söylenebilir (Poole, 1999).

Bireylerin, genel anlamda, ulusları ve ulusal kimlikleri doğrultusunda toplumsallaştıkları fikrine itiraz etmek zordur. Başta eğitim sistemi ve medya olmak üzere, toplumsal etkileşimin diğer resmi olmayan biçimleri aracılığıyla, bir toplumda yaşayan bireyler genel olarak millet ve özel olarak kendi milletleri hakkında çeşitli konuşma biçimleri ile karşı karşıya kalırlar. Yine de, Guibernau’nun iddia ettiği gibi, insanların içine doğduğu kültürlerin insanların milli kimliğe ilişkin anlamı “belirlediği” savı başka bir şeydir. Milliyetçilik, Ulus/millet olarak adlandırılan hayali bütünlüğü üretip koruyan söylemsel bir pra­tik olarak tanımlandığında “hem bir belirleyen hem de bir belirlenen olarak görülebilir” (Sirman, 2002, s.227). Ancak, bireylerin algılarını ve kendi kimliklerini şekillendirme gücüne sahip olan anlamında bu “ortak kültürü” değerlendirirken, başta Gellner ve Guibernau gibi yazarların argümanları milleti birle­şik ve kültürel olarak homojen bir varlık olarak şeyleştirir, ve böylesi analizler millete nedensel bir güç atfeder. Bu çalışmalarda eksik olan nokta, bireylerin milli anlatılara ya da milli simgelerle ilişkili ola­rak kendilerini nasıl konumlandırdıkları, milletlerini ve milli kimliklerini nasıl anlamlandırdıkları ve yo­rumladıklarına dair etkileşimli çalışmalardır (Thompson, 2001, s.27).

Diğer taraftan, ulusal kimliğin asıl işlevi olan ‘tarihi ve kaderi olan güçlü bir topluluk’ duygusu oluş­turma işlevinde “tarih”in üstlendiği rolün de vurgulanması gerekir (Smith, 1991, s.247).

Milli kimliğin asıl işlevi, insanları şahsen unutulmaktan kurtarmak ve kolektif imanı ihya etmek için tari­hi ve kaderi olan güçlü bir topluluk duygusu oluşturmaktır. Millet sadece ebediyet vaadinin dayandırıla­cağı uzak bir geçmişle övünmekle kalmaz, restorasyon ve itibar vaadine anlam verebilmek için kahraman­larla dolu altın bir çağı da serimleyebilmek durumundadır. Bu etno-tarih ne denli dolu ve zengin olursa o denli ikna edici olur ve bastığı akor, milletin fertlerinin yüreğine bir o kadar derinden oturur… Milliyet­çilerin uzun bir zamandan beri anlamış oldukları gibi, içerdiği hakikat ne olursa olsun, önemli olan top­luluğun etno-tarihlerinin antikliğine dair hissiyatlarıdır (Smith, 1991, s.247-248).

Renan’ın (1881) da vurgulamış olduğu gibi, “birlikte katlanılan, eğlenilen ve birlikte umut edilen” or­tak tarihsel geçmiş ve bir ortak gelecek projesi, verili bir topluluğun üyeleri arasındaki bağları güçlen­dirir. “Müstakil köken ve milliyete olan inanç, ulusal Adem ve Havvaların varlığı ve bunlara ilişkin po­püler mitler, ulusal psikolojinin halk katındaki idrakine temel oluşturmaktadır. Milli insan kendisini yal­nızca bugün yaşayan milletdaşlarıyla değil, zaman ve mekandan bağımsız olarak, yaşamış ve gelecekte yaşayacak tüm milletdaşlarıyla ve onların şan ve şerefleriyle de özdeşleştirir” (Smith, 1991). Milliyet­çiliğin herhangi bir versiyonunu benimseyenler, tek bir kökenden geldiklerine ve bugüne kadar “saf” olarak kaldıklarına inanmaktadırlar. Bu inancın olgusal bir temele sahip olup olmaması önemli değildir; önemli olan, böylesine sezgisel kanaatlerin varlığı ve bunun davranışsal sonuçlarının gerçekliğidir. Bu tür inançlar üzerinde temellenen milliyetçilik, böylelikle milleti geniş bir aile olarak tasavvur eder (Yıl­dız, 1991, s.29). Aile metaforu her milliyetçilik için vazgeçilmezdir. Millet, büyük bir aile olarak kur­gulanır. Milletin mensupları aynı ana dili konuşan ana veya baba toprağında yaşayan kardeşlerdir (Smith, 1991, s.128).

Milliyetçiliğin yeniden üretimi “karmaşık bir hatırlama ve unutma diyalektiği içinde” gerçekleşir ve bu diyalektik yerleşik ulus-devletlerde milliyetçiliğin sıradan bir şekilde yeniden üretimi için önemlidir. Her ulusun kendine ait bir tarihi, bir kolektif hafızası olması gerekir. Bu doğrultuda bir taraftan şanlı geçmişi, kadimliği kutlanırken diğer taraftan kolektif bir unutma da gerçekleşir. Renan’ın ifade etmiş olduğu gibi, Ulusal birlik daima kaba kuvvetle başarılır ancak uluslar öncelikle bu süreçteki “şiddeti” unuturlar. Kaldı ki, söz konusu diyalektik Renan’ın ifade etmiş olduğundan daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Sürekli hatırlanıyormuş gibi görünürken unutulan sadece geçmiş değildir, bunun dışında bir de sürekli olarak şimdiyi unutma söz konusudur. Ulusal kimliği durmadan canlı tutan “hatırlatmalar” o ka­dar sıktır ve gündelik toplumsal yaşamın o kadar aşina olunmuş parçalarıdır ki, hatırlama, hatırlama ola­rak deneyimlenmediğinden aslında unutulmaktadır (Billig, 1995, s.37).

7.   SONUÇ YERİNE

Günümüz toplumsal dünyasında güçlü bir kültürel/toplumsal gerçeklik olarak sürekli kendini yeniden üretebilen milliyetçiliğin olumsallığı ve ulus/millet olgusunun modernliği açıktır. Sürekli olarak inşa edilen/edilmesi gereken birer kategori olarak milliyetçilik ve milli kimliğin nasıl yeniden üretildiği so­rusu bu nedenle milliyetçiliğe ilişkin en önemli soru olarak görülebilir. Milliyetçilik ve milli kimlik do­ğal, verili, ve ezel-ebed varolan bir “kendilik” değil, bir “temsil sistemi” ve böylece hayatı/toplu- mu/dünyayı anlamlandıran bir “söylem” olarak ele alındığında, toplumsal ve kültürel oluşumların arka­sındaki pratikler bütünü olarak kavramsallaştırılmalıdır. Farklı bir ifadeyle, milliyetçilik bir söylemsel oluşumdur ve milliyetçilik söyleminin çok boyutlu olarak görülmesi gerekmektedir. Milliyetçiliği, yal­nızca bir toplumsal hareket türü ve bir siyasal ideoloji olarak sınırlı ve dar bir çerçevede değerlendirmek mümkün değildir. Milliyetçilik, sadece ayrılıkçı hareketlere, kitlesel katliamlara yol açan yayılmacı, sal­dırgan ideolojilerle ya da aşırı-sağcı siyasal projelerle bir tutulmamalıdır.

Milliyetçilik kolektif kimliğe temel teşkil etmekte olan bireysel kimlik ve kültüre dairdir, yani bir “kül­tür” biçimidir ve bundan dolayı “bir kültür/kimlik biçimi olarak” daha geniş bir düzlemde tartışılması gerekir. Bir siyasi doktrin olmaktan çok bir (siyasal) kültür biçimi olan milliyetçilik bundan dolayı bir dil, mitoloji, sembolizm ve bilinç biçimidir. Milliyetçililik türdeş ve yekpare bir olgu değildir. Tek bir milliyetçilikten değil, aksine milliyetçilik söylemlerinden bahsedilebilir. Verili bir milliyetçilikte bile milliyetçilik türdeş bir görünüm arz etmez. Her milliyetçilik içinde farklı ve birbirleriyle rekabet halin­de olan milliyetçilik söylemlerini barındırır. Dolayısıyla, birbirinden kategorik olarak ayrı “etnik” ve “si­yasal” olarak iki evrensel milliyetçilik tipinden bahsetmek zordur. Bunun yerine, milliyetçiliğin evren­sel olarak geçerli -hem etnik hem siyasal- ikili karakteri olduğunu kabul ederek bu ikiliğin neden oldu­ğu “tansiyon” üzerinde yoğunlaşmak analitik olarak daha kritiktir. Zaten, milliyetçiliği ve milli kimliği modern toplumsal/siyasal alanda diğer güçlü ideoloji ve söylemlerle eklemlenmesini mümkün kılan ve böylelikle esnek, sürekli ve hegemonik bir güç haline gelmesini sağlayan bu “ikili” karakteri ve çok bo­yutlu bir söylem oluşudur.

Milliyetçilik yekpare bir oluşum olmadığı gibi, milletin ya da milli-devletin kendisi de türdeş ve yek­pare bir nüfustan oluşan bir gerçeklik değildir. Her ne kadar millet bir kader, ezel-ebed varolan “do­ğal” bir olgu olarak benimsense de, millet/ulus kategorisi, ne kendinden menkul bir gerçekliktir ne de toplumsallığın en doğal ve temel zeminidir. Gelgelim, ulusa/millete ilişkin egemen bir temsil olan mil­liyetçilik milleti şeyleştirerek ona ilişkin karmaşıklığı, olumsallığı ve içerdiği farklılıkları/çatışmaları reddeder. Tarihsellikten ve olumsallıktan muaf bir şekilde mutlaklaştırılması için milliyetçi söylemin oldukça hetorojen ve farklılaşmış bir nüfusu “doğal bir birlik” ve türdeş bir ulus/millet şeklinde tem­sil etmesi gerekir.

Söylemsel bir oluşum olarak milliyetçiliğin esas önemi çeşitli temsil biçimlerini şekillendirmesinde- dir. Milliyetçiliğin hegemonik olabilmesi için millet/ulus çatısı altındaki insanlar adına, ulus/millet adı­na konuşulabilmesi gerekir. Kısaca, millet/ulus boş gösterenine belirli bir içerik verilmesi ve böylelik­le hegemonize edilmesi gerekir. Bu çerçevede milliyetçilik, millet/ulus ve halk boş gösterenlerine be­lirli ve önemli ölçüde bütünsellik sağlayan bir mit olarak değerlendirilebilir. Milliyetçilik ve milli kim­lik verili değil, değişken bir niteliğe sahiptir, bu nedenle hep bir eksikliktir ve özdeşleşme ile biçim­lenir. Milli kimlik, ona sahip olanların genlerinde içkin değildir. Aksine, dil ve söylem içinde tarif edi­len ve kurulan, (sürekli) inşa edilen ve öğretilen bir şeydir. Bununla birlikte, insan özünün/doğasının sanki birer parçasıymış gibi görülür. Verili bir yapı olarak değil, tarihsel olarak inşa edilen ve sürekli yeniden inşa edilen, başka türlü de oluşabilecek olumsal bir kategori olarak milli kimlik, sürekli ye­niden tanımlanmak ve kurulmak durumundadır. Milli kimliğin mümkün olması için mutlaka bir “öte- ki”ye gereksinimi vardır. Milli “biz”in kurgulanması ve oluşması sürecinde “ötekiler”den ayırt edilme­si ise tarihsel ve geleneksel anlamların/simgelerin kullanılması ve bazen “yeniden icat” edilmesiyle mümkündür. Milli kimliğin “ötekiler”e karşı tanımlanması ve inşa edilmesi ise bir kereye mahsus de­ğildir, aksine milli kimliklerin sürekli olarak yeniden üretilmeleri gerekir. Milli kimlik her gün sayısız küçük alışkanlıkla, pratiklerle, habituslarla yeniden üretilir ve bu yeniden-üretim süreci öylesine sıra­dan, fark edilmeden ve doğalmış gibi gerçekleşir ki, milli bilinç bir dünyayı algılama biçimine, milli kimlik de bir yaşam tarzına dönüşür.

Bununla birlikte, milli kimliğin insanları farklılıklarına rağmen bir arada tutan bir dayanışma kaynağı ol­duğu da ihmal edilmemelidir. Milliyetçilik insanları duygusal olarak hareketlendirir, büyük ve karma­şık bir toplumsal dünyada insanlara aidiyet duygusu verir. Bu doğrultuda milliyetçiliğin, çok geniş in­san gruplarındaki karşılıklı bağlılığın bir kaynağı olarak görülmesi de mümkündür.


KAYNAKÇA

Anderson, B. (1983). Hayali Cemaatler. Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, (Çev.: Î.Savaşır) İstanbul: Metis, 1995.

Balibar, E. (1991a). “Irkçılık ve Milliyetçilik,” E. Balibar & I. Wallerstein (Der) Irk, Ulus, Sınıf. Belirsiz Kimlikler. İstanbul: Metis, s. 50-87.

————– (1991b). “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji,” E. Balibar & I. Wallerstein (der) Irk, Ulus,

Sınıf. Belirsiz Kimlikler. İstanbul: Metis, s. 109-133.

————– (1991c). “Sınıf Irkçılığı,” E. Balibar & I. Wallerstein (der) Irk, Ulus, Sınıf. Belirsiz

Kimlikler İstanbul: Metis, s. 254-269.

Bauman, Z. (1998). Sosyolojik Düşünmek (Çev: A. Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı.

Beck, U. (1993). Siyasallığın İcadı (Çev.: N. Ülner) İstanbul: İletişim, 1999.

Billig, M. (1995). Banal Nationalism. Londra: Sage, 1997.

Bora, T. (1995). Milliyetçiliğin Kara Baharı. İstanbul: Birikim.

Breuilly, J., (1996). “Approaches to Nationalism,” G. Balakrishnan (Der), Mapping the Nation, Londra & New York: Verso, s.146-173.

Brookes, R., (2000). “Newspapers and National Identity: the BSE/CJD Crisis and the British Press,” Media, Culture and Society, Vol. 21, s. 247-63.

Brubaker, R., (1996). Nationalism Reframed. Nationhood and National Question in the New Europe, Cambridge University Press.

Calhoun, C., (1997). Nationalism. Buckingham: Open University Press.

Chatterjee, P. (1996). ‘Whose Imagined Community,” G. Balakrishnan (der.), Mapping the Nation, Londra & New York: Verso, s.214-225.

Cohen, A.P. (1999). Topluluğun Simgesel Kuruluşu. (Çev.:M. Küçük), Ankara:Dost.

Copeaux, E. (2002). ‘ Türk Milliyetçiliği: Sözcükler, Tarih ve İşaretler,” T.Bora (der.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, Cilt:4, İstanbul: İletişim, s. 44-52.

Fenton, S. (2001). Etnisite. Irkçılık, Sınıf ve Kültür. Ankara: Phoenix

Gellner, E., (1983). Nations and Nationalisms. Oxford: Blackwell, 1994.

Guibernau, M., (1997). Milliyetçilikler. 20. Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler. (Çev.: N. N. Domaniç) İstanbul: Sarmal.

Habermas, J. (1996). “Avrupalı Ulus Devlet: Başarıları ve Sınırları – Egemenlik ve Vatandaşlığın Geçmişi ve Geleceği Üzerine,” M. Erdoğan (der.) Değişen Milliyetçilik, İstanbul: Şehir Yayınları, 2001, s. 79-96.

Hall, S. (1991). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik,” Anthony D. King (der.), Kültür, Küreselleşme ve Dünya-Sistemi. Kimlik Temsilinin Çağdaş Koşullan, (Çev.:G. Seçkin – Ü. H. Yoksal), Ankara: Bilim ve Sanat, 1998, s. 39-61

Hobsbawm, EJ. (1992). 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik,” (Çev.: O. Akınhay) İstanbul: Ayrıntı, 1993.

Lindisfarne, N. (2002). “Aynksıcılık,” T.Bora (der.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, Cilt:4, İstanbul: İletişim, s. 202-207

Özkırımlı, U. (1999). Milliyetçilik Kuramları. Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: Sarmal.

Palmer, L. (2000). ‘ ‘From Theory to Practice. Experiencing the Nation in Everyday Life,” Journal of Material Culture, Vol. 3 (2) s. 175-199.

Poole, R. (1999). Nation and Identity. Londra: Routledge.

Renan, E. (1882). ‘ ‘What is a Nation?,” Homi K. Bhabba (der.), Nation and Narration. London: Routledge, 1990, s. 8-22.

Sirman, N. (2002). ‘ ‘Kadınların Milliyeti,” T.Bora (der.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, Cilt:4, İstanbul: İletişim, s.226-244

Smith, A.D. (1999). Myths and Memories of the Nation., Oxford: Oxford University Press.

—————– (1991). Milli Kimlik. (Çev.: B. S. Şener) İstanbul: İletişim, 1994.

—————– (1986). The Ethnic Origins of Nations. Oxford: Blackwell.

Schnapper, D. (1995). Yurttaşlar Cemmati. Modern Uus Fikrine Dair. (Çev: Ö. Okur), İstanbul: Kesit

——————— (1996). “Yurttaşlar Cemaati,” E. Balibar ve diğ. (Yay.) Dersimiz: Yurttaşlık

(Çev.: T. Ilgaz), İstanbul: Kesit, 1998, s. 145-156.

Torfing, J (1999). New Theories of Discourse; Laclau, Mouffe and Zizek.Oxford: BlackwellThompson, A. (2001). “Nations, National Identities and Human Agency: Putting People Back into Nations,” The Sociological Review, Vol: 47, No:1, s. 19-31.

Üstel, F. (1999). Yurttaşlık ve Demokrasi, Ankara: Dost Kitabevi.

Yıldız, A. (2001). ‘ ‘Ne Mutlu Türküm Diyebilene.” Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırlan (1919-1938), İstanbul: İletişim

Walby, S. (1992). “Kadın ve Ulus,” A. G. Altınay (der.) Vatan, Millet, Kadınlar İstanbul: İletişim, 2000, s. 29-57

Wallerstein, I. (1991). ‘ ‘Ulusal ve Evrensel: Dünya Kültürü Diye Bir Şey Olabilir mi,” J. Rutherfold (der.), Kimlik. Topluluk/Kültür/Farklılık, (Çev.: İ. Sağlamer), İstanbul: Sarmal, 1998, s. 85-100.

 


[1]   Milliyetçilik teriminin kullanımına ilk kez Alman filozof J. G. Herder’in On sekizinci yüzyıl sonlarındaki çalışmalarında rastlandığı ve ondan sonra -On dokuzuncu yüzyılda- milliyetçiliğin genel dil kullanımına girdiği bilinmektedir.

[2]  MİLLİYETÇİLİĞİN EVRENSEL İKİ FARKLI TİPİ Mİ, YOKSA İKİLİ KARAKTERİ Mİ?

Ulus/Millet olgusunun moderniteye aitliği açık olmakla birlikte, milliyetçiliğin olumsallığı onu tanımla­mayı ve kavramsallaştırmayı oldukça zorlaştırmaktadır. Öncelikle, milliyetçilik/ulusalcılık, her zaman farklı terimlerle iç içe olan bir zincirin içindeki bir halka gibi yer almaktadır. Yurttaşlık, yurtseverlik, po­pülizm, etnisizm, etnosentrizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, jingoizm, emperyalizm gibi terimler bu zincirin önemli halkalarıdır (Balibar, 1991a, s.62). Milliyetçilik tüm bu olgularla önemli bir eklemlen­me ilişkisi içerisinde olduğu halde milliyetçiliği bu olgulardan tamamen ayrı ve farklı görme eğilimi ol-

[3]   Örneğin Horace B. Davis’a göre, bir tarafta genellikle duygusal olmaktan çok rasyonel olan Aydınlanma milliyetçiliği, diğer tarafta ise Herder ve Fichte gibi Alman romantik yazarlarınca geliştirilen kültür ve geleneğe dayalı, milletin doğal bir topluluk olduğunu dolayısıyla kutsal, ebedi, organik bir varlık olduğunu varsayan bir milliyetçilik olmak üzere iki tip milliyetçilik vardır (Akt. Chatterjee,1996, s.48).

[4]    Bu bağlamda Habermas (1996), Avrupa’da ulus düşüncesinin tarihsel olarak anayasal yurttaşlığı teşvik etmekten çok etnik merkezli ve yabancı düşmanı versiyonunu içinde politik bir araç olarak kullanıldığına dikkat çekmektedir..

[5]   Kaldı ki, iç içelik durumu sadece kültürel milliyetçilik ile siyasal milliyetçilik arasında değildir. Balibar’ın (1991a, s .67) belirtmiş olduğu gibi, milliyetçilik/ulusalcılık ile ırkçılık arasındaki ilişkide de basitçe bir “sapma” sorunu değil, bir “tarihsel eklemlenme” sorunu vardır ve milliyetçilik ile ırkçılık arasındaki belirlenimde her zaman karşılıklılık söz konusudur. “Irkçılık, milliyetçiliğin bir “dışavurumu” değil, milliyetçiliğe bir ektir; ona oranla her zaman aşırıdır; ama onun inşası için her zaman gereklidir” (Balibar, 1991a, s.70). Bu durum istisnai bir gelişme ya da talihsiz bir anomali de değildir. Ulusalcılık/Milliyetçilik ve ırkçılık birbirleriyle derinden ilişkilidir ve modern demokrasilerin ayrılmaz özelliğidir (Torfing, 1999, s.191).

[6]   Connor’da Etnonationalism: The Quest for Understanding (1994) kitabında milliyetçilik ve etnik milliyetçilik ayrımına dair önemli bir meydan okuma gerçekleştirmiştir. Connar’a göre millet, aynı Atadan geldiklerine inanan insanların meydana getirdikleri bir grup, milliyetçilik de kişinin bu şekilde tanımlanan milletle özdeşleşmesi ve ona olan sadakatidir. Bundan dolayı, etnik milliyetçilikteki “etnik” kelimesi gereksizdir. Çünkü tüm milliyetçilikler/ulusalcılıklar, değişen ölçülerde de olsa, doğası gereği, etniktir (Akt.,Yıldız, 2001, s.32).

[7]   (Ulus-devletlerde) eşitlikçi bir yasal toplumun evrenselciliği ile köken ve kaderin tanımladığı kültürel bir toplumun öncülüğü arasında bir gerilimin mevcut olduğunu vurgulayan kuramcılardan Habermas, bu gerilimin çözülebilmesinin şartının “anayasa, insan hakları ve demokrasi ilkelerinin ulusun siyasal öncesi bir varlık olarak etnik-merkezli yorumlanmasının karşısında ve üstünde vatandaşlardan oluşan bir ulus olarak kozmopolit bir ulus anlayışına öncelik tanıması” olduğunu ifade etmektedir (Habermas, 1996).

[8]   Ezilenlerin milliyetçiliği ile ezenlerin milliyetçiliği, kurtuluş milliyetçiliği ile fetih milliyetçiliğinin birbirleriyle özdeşleştirilemeyeceğini ifade eden Balibar’da (1991a, s.62) bu ayrımın her ikisi arasında ortak bir unsurun olmadığı anlamına gelmediğinin altını çizer. Balibar’a göre bunun en uç örneği, kurtuluşu amaçlayan milliyetçiliklerin tahakkümü amaçlayan milliyetçiliklere dönüşmesidir ve “bu durum her türden milliyetçiliğin baskıcı potansiyelleri konusunda kendimizi sürekli sorgulamaya mecbur kılmaktadır.”

[9]   Ulus/millet anlamına gelen İngilizce’deki “nation” kelimesi, Latince’de “doğmak” anlamına gelen “nasci” fiilinin ortacından türetilmiştir. Latince’de “nationem” kelimesi soy ya da ırkı çağrıştırır. Bu asli anlamda ulus, ortak kan ve soy bağı fikrini ifade eder. Günümüzde, milletin/ulusun bu asli anlamı görünür olmaktan çıkmıştır (Yıldız, 2001, s.27).

[10] Boş gösteren; muğlak, oldukça değişken, belirsiz ya da varolmayan gösterilenlere dair bir gösteren olarak tanımlanabilir. Bu tip gösterenler farklı insanlar açısından farklı anlamlar taşır. Yani, bu gösterenler birçok gösterilene karşılık geldiği gibi, herhangi bir gösterilene karşılık gelmeyebilir de. Gösteren ile gösterilen arasındaki bu radikal bağlantısızlık durumunda, boş gösterenler, yorumlayıcıları her ne anlama gelmelerini istiyorlarsa o anlamı taşıyabilirler.



[i] Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü. e-mail: [email protected]

——————————————————————————-

Kaynak:

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (Anadolu Unıversıty Journal Of Socıal Scıences), Cilt/Vol.:7- Sayı/No: 1 : 279-298 (2007)

[ii] Bu çalışma Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 2004 yılında kabul edilen doktora tezimin 1. bölümünü kapsamaktadır

Yazar
Emre GÖKALP

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen