Muharrem DAYANÇÜniversite okumaktan ümidini kesmiş ve askere gitmeyi göze almış bir genç, cep harçlığı biriktirmek için, inşaatın en tepesinde pek de tekin sayılamayacak bir noktaya konuşlanmış, kurumuş betondan tahtaları, tahtalardan paslı çivileri sökmeye çalışıyor. Bir ses onu, daldığı hayal dünyasından uyandırıyor:
-Hadi, in aşağıya, kazanmışsın! Üniversite sınav sonuçlarının, ‘’sınav gazetesi’’ aracılığıyla duyurulduğu yıllar. Erkenden kalkıyorsunuz, şehre gidiyorsunuz, bir gazete bayii buluyorsunuz, hatırı sayılır bir ücret ödüyorsunuz. Sonra mı? Saatlerce numaranızı (t)arıyorsunuz gazetede. Umut bu, ilk bakışta bulamadıysanız, bir kere daha gözden geçiriyorsunuz ‘’sınav gazetesi’’ni. Benimki bu sefer kolay olmuştu, çünkü arkadaşım hemen numaramı ve kazandığım yeri göstermişti bana. O İstanbul Teknik’i ben Trakya’yı kazanmıştım. Dokuz çocuklu ailede üniversiteyi kazanmak… Otuz yıl öncesinden bahsediyorum, üniversitede öğrenci okutmak kolay değildi, işin ekonomik boyutu kara kara düşündürüyordu ailemi, ama bununla bitmiyordu acabalar… Ya bu çocuk kötü niyetli insanlara kanar, siyasete bulaşır, zararlı ideolojilerin tuzağına düşerse tedirginliği de vardı. Az konuşulmadı, az tartışılmadı konu. Bütün akrabalarım başta babam olmak üzere ailemi aydınlatma sorumluluklarını yerine getirdiler. Sonuç hiç de sürpriz değildi aslında. Askere gitsin, döndükten sonra bir iş bulsun, komşu köylerden birinden de… Tam, maceraya gerek yok diyecektik ki, Münevver Ablam girdi devreye, işin bütün sorumluluğunu üzerine alarak, ‘’sonuç ne olursa olsun, ben kardeşime inanıyorum, güveniyorum, kardeşim okuyacak’’ dedi. Yıl, 1986; ay, eylül. Bavuluma neler doldurdum hatırlamıyorum, ama Karaçam’dan uğurlandığım gün, içinde bocaladığım ruh hali, annemle, babamla, kardeşlerimle ve beni uğurlamaya gelen akrabalarımla tek tek vedalaşmam, bir ayna gibi gözümün önünde hâlâ apaydınlık durur. Dilimin ucunda Faruk Nafiz’in ‘’İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık/Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık’’ mısraları. Ailemden ve yakın çevremden uzaklaştıkça içe doğru bir seyahat gerçekleştirdiğimin de farkındayım. Aslında gurbet insanın kendine doğru yaptığı yolculukmuş bunu yaşıyorum. Hele hele Edirne merkezdeki postaneden evdekilere haber vermek için yazdığım kartpostalı zarfa yerleştirirken gözümden düşen iki damla yaşı hiç unutmayacağım. ‘’Ne zormuş’’ dedim içimden, ‘’ayrılık, gurbet ne zormuş ve hele bir de bunu belli etmemeye çalışmak’’… Okulumuz, o günün Edirne’sinin hemen girişinde, otobüs terminalinin karşısında, kapalı spor salonunun arkasında, liseden bozma bir binaydı. Sınıflar da, sıralar da, kantinler de, lise öğrencileri için düzenlenmişti. Okul içinde ve dışında sosyal tesis olarak nitelendirebileceğimiz bir yapı, bina, tesis yok gibiydi. Durum böyle olunca, insanın bütün dikkati, rikkati, eğlencesi başka insanlar üzerinde yoğunlaşıyordu. Edirne’ye gelirken tek hedef belirlemiştim kendime: İstanbul’a yatay geçiş yapmak! Bunu gerçekleştirebilmek için de elimden ne geliyorsa sonuna kadar zorlamak. Bu tam bir konsantrasyon haliydi, hâsılı dikkatimi dağıtacak hiçbir yan faktör ve faaliyete izin vermemeliydim. Ben böyle düşündükçe ve davrandıkça beni bu şehre bağlayacak güzellikler de peşi sıra geliyordu. Nehirleriyle, (hele hele Tunca ve Meriç’yle), söğütlükleriyle, çay bahçeleriyle, tarihi eserleriyle (Selimiye ve Eski Camisi’yle) ve güzel insanlarıyla kısa sürede benim şehrim olmuştu Edirne. Bunlara bir de hepsi bir birinden sıcak sınıf arkadaşlarımı ve Hocalarımı da eklerseniz, İstanbul idealimin nasıl zor bir dönemece girdiğini rahatlıkla anlayabilirsiniz. Sadece yurda gidiş gelişler biraz sorundu. Ama olsundu. Benim gibi kuzine sobayı bırakıp üniversiteye gelen öğrenciler için beş yıldızlı otel mesabesindeydi bu yurt. Binalar yeni, petekler sıcak, etüt salonları pırıl pırıl, sosyal tesisler cıvıl cıvıldı. Kısaca aradığım her şey vardı burada. Daha ne isteyebilirdim ki? İlk derslerden biriydi. Hayatımda ilk defa bir profesör görecektim. ‘’Allah allah’’ dedim içimden profesörlük böyle bir şey miymiş? Bu insan hiç de uzun boylu değildi. Yüksek perdeden konuşmuyor, her şeyi ben bilirim edası taşımıyordu. Bize sinek muamelesi de yapmıyordu hani. Soru sorduğumuzda dinliyor, konuştuğumuzda söylediklerimize değer veriyordu. Bizi siyasetle ilgili konularda hep uyarmıştı ya büyüklerimiz, aman ha demişlerdi ya, bizim dünya görüşümüz de umurunda değildi bu insanın. Böyle profesör mü olurdu ya? Yine ilk derslerden biriydi, üç soruya cevap vermemizi istedi; ‘’hangi şehir, hangi lise, hangi edebiyat öğretmeni…’’ Adapazarı Ticaret Lisesi, Meral Göl, dedim. Tek cümlelik soruyla yerime mıhladı beni; ‘’Oğlum senin bu bölümde ne işin var?’’ Ticaret Lisesi’nden sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. O kadar doğaldı ki bu soru, kızamadığım gibi, ne demek istediniz Hocam da diyemedim… Bu adamı her gün biraz daha seviyor, bu insana her gün biraz daha ısınıyordum ki çok ilginç bir şey daha oldu. Necmettin Hoca (Hacıeminoğlu) benim Hocam oldu. Beden Eğitimi dersimizi yaptığımız bir kapalı spor salonumuz vardı bu küçük kampüs içinde. Hangi bayramdı tam hatırlamıyorum ama millî bayram veya günlerden birinin Edirne toplantısı burada yapılacaktı, ‘’Hoca’nın da konuşması var’’ dediler. ‘’Kaçmaz’’, dedim. Çaktırmıyordum ama kendimce puan veriyordum Hoca’ya. Sınıfı geçtiği söylenemezdi benden. Tören günü salondaki yerimi erkenden alıverdim. Konuşmalar uzadıkça uzadı, dikkatler dağıldıkça dağıldı. Son konuşmacılardan biriydi Hoca. Nefesimi tutmuş kürsüye çıkışını izlemeye başlamıştım. Ağır adımlarla kürsüye yürüyordu. Kürsüye çıktıktan sonra siyah kaşları ve kalın camlı gözlüğüyle şöyle bir salonu süzdü. Sol kolundaki metal saati itinayla çıkardı, hızlı bir şekilde masaya koydu. Bütün salonla göz göze gelmek ister gibi bir hali vardı. Ve ilk cümle:
-Bayrama, törene, insanlara, gençlere saygı duymak onların zamanına saygı duymakla başlar. Rütbeniz, unvanınız, makamınız, kurumunuz ne olursa olsun her şeyden önce insanlara ve onların zamanlarına saygı duymayı öğrenin beyler!!! Salona âdeta bomba düşmüştü. İşte o gün, o saat, o dakika benim biricik Hocam olmuştu Necmettin Bey. Söylenmemiş, söylemişti. Hem de bütün açıklığıyla, netliğiyle. Yüreğinin bedenine galebe çaldığını gözlerimle görmüştüm. Bir daha da peşini bırakmadım Hoca’nın. Artık Hoca’nın gönüllü kâtibiyim. Edatları tahtaya yazıp birer örnek veriyoruz. Bir edat daha yazıp bu edatla ilgili örneği de verdikten sonra Hoca kısa bir açıklama yapma ihtiyacı hissediyor. ‘’Çocuklar’’ diyor, ‘’Tevfik Fikret bu şiirinde (Tarih-i Kadîm) hâşâ Allah’ı inkar noktasına kadar varmıştır…’’ Hemen silgiyi kapıyorum, mısraların tepesine dikiliyorum: ‘’Silelim o zaman Hocam’’ diyorum. Kızıyor Hoca, hem de bayağı kızıyor: ‘’Sana ne canım’’ diyor ‘’sana ne?’’ ‘’Adam söylemiş’’… Aynı cümleyi birkaç kere daha tekrarlıyor, ama sonraki tekrarlarda ses tonunu yumuşatıyor, bakışlarına tebessümden bir hoşgörüyü de katıyor, gönlümü almayı ihmal etmiyor… Yine bir gün soruyorum; ‘’Hocam’’ diyorum ‘’Ne olacak bu memleketin hali?’’ ‘’Bu kadar yetişmiş insanımız var, sizler varsınız, ama problemler bir türlü çözülmüyor, çözülemiyor?’’ Şöyle bir duruyor Hoca ve şu cümleyi kuruyor:
-Kalbi rahatsız olan bir hastanın ayağına batan dikenle uğraşıyoruz da ondan evladım! Hocam rahmet istedi.
İkinci Dönem Bölümümüze Bursa’dan bir Hoca daha geldi. Daha ilk derste çarpılmıştık. Hiç unutmuyorum o ilk dersi ve o ilk konuşmayı. Ayaklarını ve kollarını makas gibi açarak vecd halinde konuşuyordu:
-Nasıl bir şehirde yaşadığınızın farkında mısınız çocuklar? Dün yolda yürürken bir yere geldim ki kendimi tarihin tam ortasında hissettim. Sağımda Selimiye vardı, solumda Eski Camii, önümde üç Şerefeli. Büyülendim. Bu kadar değeri, bu kadar muhteşem eseri aynı noktaya toplayabilecek kaç medeniyet var dünyada, kaç şehir var? O konuştukça başımız öne düşüyordu. O günden sonra Arif Nihat’ın görev yaptığı Edirne Lisesi’ne bakışım da değişti, Selimiye’ye göz atışım da. Süreyya Bey (Beyzadeoğlu) gözümüzdeki perdeyi kaldırmıştı. Tam da o günlerdeydi, Selimiye’deki ters lâleyi fark etmem ve ilginç bir konuşmaya tanık olmam. Rektör Bey (Prof. Dr. Ahmet Karadeniz) Selimiye’yi ziyarete geliyor ve sıkıştırdıkça sıkıştırıyor buradaki görevliyi, soru şu: ‘’bu camiyi eskiden nasıl ısıtıyorlardı?’’. Din görevlisi, bir türlü Rektör Bey’i ikna edecek bir cevap bulamıyor. O esnada Karadeniz’den geldiği her hâlinden belli olan sakallı bir dede konuşmaya tanık oluyor. Uzun süre sabrediyor, bakıyor olmayacak, Rektör Bey’in koluna şöyle bir dokunduktan sonra; ‘’Beyefendi Beyefendi’’ diyor konuştuğu insanın kim olduğunu bilmeden, ‘’eskiden burayı cemayetle isitayilerdi da!’’ Süreyya Hocam bize eski kültür ve edebiyatın ruh yönünü yaşattı. Yüzlerce beyit ezberledim onun yönlendirmesiyle. Hâlâ öğrencilerime seve seve okurum bunları. Bir gün bir beyit şerhinden sonra Hoca’ya itirazda haddimi aşmıştım: ‘’Ben hayatımda böyle bir konuyu hiç duymadım’’… Hoca önce güldü, sonra lafı gediğine koydu: ‘’Benim küçük bir kızım var, o da bana sık sık aynı cümlelerle itiraz eder, ona, sen daha ne gördün ki kızım derim, sen daha ne gördün ki?’’ Hâlâ yüzüm kızarır.
Kışını da sayarsak fırtına tadında geçti Edirne’de 1986 yılı. O yılın kışı tam anlamıyla kara kıştı çünkü. Oraya gidişim de, bir yıl kaldıktan sonra oradan ayrılışım da bu fırtınaya dâhildir. Yıllar sonra tekrar gördüğüm Edirne’yi kabından taşmış buldum. Hatıralarımın birçoğunu da kökünden söküp uzaklara taşımış bu sel. Ne terminal eski yerindeydi, ne okul. Ne de kaldığım yurt eskisi gibiydi. Tutunmaya çalıştım, ‘’yabancı gibi bakmayın bana’’ dedim. Rüzgârın kulağına ‘’Edirne’den biz de geçtik’’ diye fısıldadım. Duydu mu bilmem ama fırtına dindi şimdilik, içimdeki fırtına.