Muzaffer METİNTAŞ
Rektörlük seçimlerinin kanun hükmünde kararname ile kaldırılması kamuoyunda pek ses getirmedi. Türkiye’de son dört ayda öyle değişiklikler oldu ki, artık birçok şey beklendiği kadar dikkat çekmiyor, önemsenmiyor.
Üniversiteler, Türkiye’de de gelişmiş ülkelerdeki gibi bilginin kaynağı, cemiyet için var olmanın en önemli kurumu olarak kabul edilseydi ya da gerçekten öyle olsaydı, bu karar çok çok tartışılır, tabir yerinde ise öğretim üyeleri, öğrenciler, aydınlar, yazarlar, çizerler arasında yer yerinden oynardı. Ama Türkiye’de öğretim üyelerinin etkinlik sorunu, onların gerçekte özgün ve yönlendirici bilgi üretememeleri, üniversiteleri de onların düzeyine çektiği için, üniversitelerle ilgili gelişmeler cemiyet içinden ses getirmiyor. Dahası askeriyede ve yargıda olan değişikliklerin yanında rektörlük atamalarındaki değişiklik pratik hayatta da fazlaca bir anlam taşımıyor.
Türkiye üniversitelerinde rektörler başka hiçbir ülkenin üniversitelerinde olmayan yetkilere sahip; kadrolarda, işe alma veya çıkarmalarda, mali harcamalarda, görevde yükseltmelerde tek söz sahibi otorite rektör ya da rektör yetki verirse bir yere kadar rektör yardımcıları. Bölüm, fakülte, üniversite kurullarının tavsiye dışında hemen hemen hiçbir yetkisi yok. Rektörleri de onların atamasında başat olan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) denetliyor. Hal böyle olunca, rektör için seçmen olmak, öğretim üyelerinin elindeki tek güçtü. Bu güç kağıttan bir güçtü ama yine de bir miktar dikkate alınmak zorunda kalınıyordu. Rektörler ilk dönem atandıklarında, ikinci dönemde oy kaybetmemiş şekilde YÖK ve sayın Cumhurbaşkanı karşısına çıkabilmek için öğretim üyelerinin oyuna önem veriyor, nispeten de olsa, haklı istekleri karşılıyorlardı. Gerçi bu durumların da sakıncaları vardı ama, seçim rektör için ilk döneminde dikkat etmesi gereken çok önemli bir konuydu. Çünkü oyu azalmış rektörün atanması pek makbul karşılanmıyordu. Rektörün ikinci (son) döneminde ise, yanına bir şekilde yerleşmiş rektör adayı olacak rektör yardımcıları bu dikkati gösteriyor, dengeyi sağlıyordu. Peki şimdi öğretim üyesinin elinde idaresine karşı ne kaldı? Rektör ve rektör adayı şimdi kime karşı hassas olacak?
İşte mesele yukarıdaki iki sorunun cevabında anlam kazanıyor. Öğretim üyesinin elinde artık hiçbir şey kalmadı. Gelişmiş ülkelerdeki gibi “Öğretim üyesi işini yapsın yeter ona !” anlayışı ortaya sürülebilir. Ama bizim coğrafyamızda bu anlayışın iki nedenle geçerliliği yoktur: 1. Türkiye’de öğretim üyesi ürettiği bilimle değerlenmiyor. 2. İdare çok güçfü, ama içeride öğretim üyesi adına onu kontrol edecek bir mekanizma yok. Rektör adayının da beklentisine kimin karar vereceğine bakarak hareket etmesi normal bir durum. Şimdi şeytanın avuklatlığını yapalım. Faraza muhal, bir ülkede, bir rektör adayı, kendini atayacak iradenin bir siyasi partiden geldiğini görüp, o siyasi parti o iradede etkili olabilir diye düşünürse eğer, işte kritik eşik o anda aşıldı demektir. Artık o bölgede iktidar partisinin ilçe başkanı da, delegesi de öğretim üyesine göre rektör nezdinde daha değerli olmaz mı? Bu risk yok mu? Muhal benzetme ama hiç kuşkusuz pratik değeri var.
Bir kısım şüpheci insan rektör atamalarındaki değişikliği, bir dizi kurumsal değişikliğin uzantılarından bir olarak yorumluyor, ama tabii bunlar marazi şüpheler olsa gerektir.
Peki doğru olan neydi? Hemen her kesimin, başladığı günden beri karşı çıktığı rektör atamalarında ne, nasıl değişseydi de ilgili kesimler bu değişimi kolaylıkla kabul edebilseydi ve hatta içselleştirebilseydi? İşte burada hep konu edilen ama bir türlü Türkiye’de işlediğini göremediğimiz “liyakat” kavramı karşımıza çıkıyor ya da çıkmalı. Rektörlük için belli liyakat kriterleri getirilmeli. Rektör, her şeyden önce bir öğretim üyesidir, öğretim üyesi de bilgi üretmekle görevlidir; yani o bir bilim insanıdır. Bilim insanı da bilim ile tartılır. Öyleyse rektör adayları ürettikleri bilgi ile, evrensel nitelikli bilimin uluslararası mahfillerdeki kariyeri ile tartılmalıdır. Onların uluslararası indekslerde kabul gören makaleleri, aldıkları atıflar, h-indeksleri, uluslararası görevleri ve tanınırlıklarından üretilen kriterler… Bu kriterleri taşıyanlar rektör adayı olarak başvurur, bu adaylardan YÖK üç tanesini değerlendirir, seçer ve sayın Cumhurbaşkanına sunar, sayın Cumhurbaşkanı da atamayı yapar. Bilimsel olarak üretken öğretim üyeleri, bilimin onurunu ve gücünü üstünde taşıdıklarından, dünya görüşleri ve siyasi anlayışları ne olursa olsun, onu bilim ve eğitim hayatına yansıtmazlar. İşte bu kişiyi bulabilecek sistem meseleydi; o da aslında açıkça ortadaydı; “liyakat” ve liyakatı gösteren “kriterler” . Ama liyakat çoktandır Türkiye’de pek işlemeyen anahtar… Ve ne yazık ki sorunlarımızın temelinde de büyük ölçüde bu anahtarın işlememesi var.
Bu yazı okunurken konuyla ilgili daha önce yayınlanan Türkiye’de Akademisyen Sorununa Akademiden Bakış başlıklı yazımızın da okunmasını öneririz.