Prof. Dr. Âmiran KURTKAN BİLGİSEVEN
Demokrasinin ve Cumhuriyet idaresinin, bazı mahzurlarına rağmen, bir siyasî ~ejim olarak diğer rejimlere üstünlüğü fikri, yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Bu kanaat, demokrasinin faydalarının mahzurlarından ağır basma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Tek partili rejimlerde bile çok defa “cumhuriyet” kavramının siperi altına alınmaya çalışılan “halk hâkimiyeti” iddiasının varlığı, demokrasinin üstünlüğünün genellikle kabul edildiğini gösteren açık bir delildir. Fertlere fırsat eşitliği verme uygulaması ise, ancak demokratik garantilerle sağlam bir zemine oturtulabilir ve seçkinlerin kapasitelerini tam manasile kuvveden fiile geçirmelerine yarayabilir. Fakat, “demokrasi”, “fırsat eşitliği’’ ve “seçkinler” olmak üzere, bu konferansın konusu içinde ele aldığımız üç kavram arasındaki ilişkileri tam bir açıklıkla ortaya koyabilmemizi güçleştiren husus, bunların herbirinin ifade ettikleri mânânın muhtelif yorumlara tâbi tutulmuş olmasıdır. Bu yorumların farklılığı, söz konusu ettiğimiz kavramlar arasındaki karşılıklı ilişkiye yönelen izahların da farklı olmasına yol açmıştır.
Fin ideal mânâda ele alındığı takdirde, demokrasi, siyaset mekanizması yardımile, her türlü sömürünün ortadan kalkmasına yarayacak şekilde, siyasî hakların ve teşkilâtlanma hürriyetinin kullanılmasına imkân veren ve böylece sınıf farklarını az çok etkisiz hale getiren bir rejim olarak yorumlanabilir. Gerçi, sınıf farklarının, ideal şartlar atlında bile tamamen ortadan kaldırılabilmesini önleyen sebepler vardır. Bu önleyici sebeplerden en önemli olan iki tanesinin üzerinde bilhassa durmamız faydalı olabilir. Bunlardan birin cisi “biyolojik kalıtım (hayâtî veraset)” farklılıklarının hiç bir yerde tamamen ortadan kaldırılamayışı ve İkincisi de her memlekette, hiç olmazsa “idare edenler” ve “idare edilenler” şeklinde belirtilebilecek olan bir tabakalaşma durumunun mutlaka mevcut olmasıdır.
Biyolojik verâset farklılıklarının değişik ferdiyet özelliklerini ortaya koyması, her yeni canlının farklı uzvî özellikler potansiyeline sahip olma şansının bir neticesidir. Ebeveynden intikal eden vasıfların, kardeşlerden her birinde ortaya koyduğu veraset karışımları değişik bileşimler halindedir ve bazı defa ancak vasat vekâlara, fakat bazen de çok üstün zekâ ve kabiliyetlere yol açabilir. Zaten, biyolojik faktörün, sosyal değişmeye yol açan dört faktörden biri olarak ele alınması da bundan ileri gelmektedir[1]. Eğer biyolojik şartlar, hep aynı kaliteler bileşimi halinde nesilden nesile intikal etmiş olsaydı vl yeni doğan insanın karakterlerini tayinde mevcut “gen” lerden yarısı tesadüfi şekilde etkisiz kalıp, diğer yarısı kuvveden fiile geçmiş olmasaydı, biyolojik faktör, cemiyetin kabiliyet deposundaki değişmeleri etkileyemezdi.
Evvelce de ifade ettiğimiz gibi, sosyal sınıf farklarının tamamen ortadan kaldırılmasını önleyici nitelikte olan ikinci sebep, her cemiyette hiç olmazsa “idare edenler” ve “idare edilenler” şeklinde göze çarpan bir ayırımın mevcut olmasıdır. Bu ayırım, hâkimiyetin “halk meclislerinde” olduğu ör.e sürülen rejimlerde dahi tam manasile ortadan kalkmış olamaz. Çünkü herkesin nazarî olarak eşit ö’çüde söz sahibi olduğu küçük bir toplantıda bile herhangi bir karar alınacağı zaman yapılan konuşmalarda, mutlaka, söz konusu meselede bilgi, tecrübe ve kâbiliyet sahibi oldukları meydana çıkan fertler, gittikçe, grubun geri kalanına hâkim olma durumuna geçerler. Böylece ferdî seçkinliklerini gösterebilen bu fertler, o küçük grubun fiilî yönlendiricisi veya idarecisi olma statüsüne sahip kılınırlar.
Büyük bir topluluk olan cemiyetin idaresinde de azınlık teşkil eden bir “seçkinler” zümresinin varlığına ve faaliyetlerine ihtiyaç duyulacağını inkâr edebilmeye imkân yoktur. Şu halde, siyasî idarecilerin, bazı ayırt edici vasıflara sahip olmaları gereklidir. İdare edenleri seçkinlerden sayan düşünürler bu hususu dikkate almaktadırlar. Ancak, her idarecinin mutlaka seçkinlerden sayılamayacağı ve seçkinlerin de sadece idarecilerden ibaret olamayacağı hususu, bilinen bir gerçektir. Elite teorilerinde genellikle belirtilen husus, seçkinlerin (yani elitler kagetorisinin) idareci olan ve olmayan seçkinler olarak ikiye ayrıldığı gerçeğidir. Diğer taraftan, bazı siyasî idarecilerin demagog olma özelliğine işaret eden sosyo’oglar, demagojinin, seçkinlik niteliğine sahip olmayan fertlere “seçkin” görüntüsünü bahşeden bir vasıta rolünü oynayabildiğini de belirtmişlerdir.
Gökalp’e göre, cemiyetin şuurunu billurlaştırabilen fertler gerçekten seçkin olan liderlerdir. Onlar, siyasî bir mevki’e sahip olsalar da olmasalar da, halkm temsilcisidirler. Çünkü onlar, halkın hislerini ve düşüncelerini dile getirebilirler. Böyle olduğu için de seçkinlerin adetâ bir “manevî hükümet” teşkil ettiklerini, siyasî liderlerin ise oniara nispetle bir icra organının üyeleri durumunda kaldıklarını ifade edebilmek mümkündür[2]. Gökalp, cemiyet şuurunu büyük bir liyakatle billurlaştırabilme kudretinde olan seçkinlerin dâhi olduklarını öne sürer. Gökalp’e göre, tabiî ve güzel olan fakat teknik bakımdan iptidaî ve kusurlu halde bulunan halk san’atlarmm yarattığı millî hars ile, diğer milletlerin de ulaştıklar en yüksek san’at merhalesinin tekniğini kendi kabiliyet potasında birleştirebilen san’atkâr dâhidir.
Burada biz deha kavramını biraz daha derinlemesüıe ele almak lüzumunu hissediyoruz. Seçkinler den ne anlamamız gerektiği hususunu ancak bu suretle açıklayabiliriz. Acaba, millî harsa beynelmilel ifade tekniklerini mezcetme hususunda kendi sahasında en başarılı olan bir insanı dâhi bir sanatkâr sayabilir miyiz? Yoksa dehânın kendine has ayrı bir sahası mı vardır? Siyasi liderler’in ve âlimlev’in durumu nedir?
Büyük siyasi liderlerin, seçkin âlim ve kâşiflerin mutlaka dâhi olmaları gerekmez. Siyasette, bir takım müesseselerin çizdiği çerçeveler içinde hareket ederek, belirli gayelere ulaşma başarısını gösterebilen siyaset adamları, sosyal uyum kabiliyetlerini kullandıkları ölçüde seçkin fert olabilirler. Fakat dehâ, alışılmışın ötesinde, alelâdeliğin üstünde bir fevkalâdeliğin ifadesidir. Buna rağmen dâhi olan fert, beşerilik vasfı en kuvvetli olan insandır. Çünkü dehâ, zamansız ve mekânsız, fakat bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerli, hissi, felsefî ve sosyal hakikati yakalamaya muvaffak olan ve onu bir ifade kalıbına aktarabilen bir ferdiyet gücüdür. Bu aktarma işinde akıl ve bilgi (yani biyoloji ve çevre faktörleri) rol oynayabilir. Fakat ilham hususunda rol oynayan faktör, aklî değil ruhîdir. Ne var ki herhangi bir dâhinin psikolojik durumunu incelemekle dehâ’nın izahını yapabilmeye de imkân yoktur. Çünkü bu izah, sadece rûhî veçhenin incelenmesile anlaşılması mümkün olabilecek tek taraflı bir ameliye olmaktan uzaktır. Onda, ezelî ve ebedî (zamansız ve mekânsız) bir gerçekle temasın izi vardır. Sanki dehâ eninde sonunda bütün insanların mutlaka takdir edebileceği ölümsüz hakikat ve güzelliğin ister san’at veya felsefe, ister din parıltısı halinde olsun (arz kabuğunu elverişli noktalarda delip fışkıran bir lav seli gibi) ancak belirli bir ruh yapısına sahip fertlerde açığa çıkan bir taşma ve taşırma halidir. Gerçi, dâhilerin çoğu başlangıçta pek az kimse tarafından anlaşılmışlardır. Yunus Kâzım Koni dehâ hakkındaki eski bir yazısında şunları öne sürer :
“Cemiyet, dehâ’da mevcudiyetini bozucu bir tehlike sezdiği (böyle bir tehlikeyi vehmettiği) için, ona daima, bilerek bilmeyerek düşmandır. Hiç bir peygamber kendi yurdunda itibar görmez sözü de bu mânâda doğrudur. Esasen dehâ da, cemiyete karşı (veya daha doğrusu cemiyetin köhnemiş ve bozulmuş müessesele- rine karşı) bir sempati beslemez. Dehâ’nın karakteroloji bakımından istisnasız bir vasfı (köhnemişliğe duyduğu antipatisi itibarile) gayri – İçtimaî olmasıdır. Dehâ, İçtimaî vasatın mahsulü olmak şöyle dursun, tamamen gayri – İçtimaîdir. Dâhilerin hal tercümelerini gözönüne getirmekle bu fikir tasdik edilir. Her gayri – İçtimaî tip dâhidir veya dâhi olabilir demek istemiyorum. Demek istiyorum ki, dehâ sahipleri bilâ – istisna İçtimaî kayıtlara boyun eğemezler, muvaffakiyete kadar intibaksızlık (uyumsuzluk) içindedirler”. [3]
Yine Köni^ıin aynı makalesinde şu ifadeye de rastlanılmaktadır :
“Dâhi, zaman ve mekân dışındadır. Hâfız Acemlerin, Şekspir Ingilizlerin şairi değildir. Hâfız ve Şekspir sadece şairdir. Hâfızın Acemce, Şekspir’in İngilizce yazmış olmaları, onları beşeri olmaktan men etmez. Bu sözlerle mililet realitesini inkâr etmek aklımdan bile geçmemektedir. Demek istiyorum ki, Hâfızı okuyan bir kimsenin anlaması için Acem olması kâfi değildir. Bir Acem Hâfız’dan hiç bir şey anlamaz da, bir İngiliz daha iyi anlar. Bu, o İngilizin Acemleşmesi değildir. Bu anlama Hâfızlaşma ile olur”; “Dehâ eseri kâinatın fâmiliğine karşı beşeri bir cevaptır. Bütün bu söylediklerimizin neticesi şu ki; Dehâ’yı dehâ’dan başka birşey izah etmez. Dehâ’nın endividüel psikolojisi yapılmalıdır”. [4]
Fakat dâhi’nin ferdî psikolojisini nasıl anlayacağız ve bu yoldan dehâ’ya nasıl nüfuz edeceğiz Eğer dehâ, matematik kadar zamansız ve mekânsız bir tecrit (bir soyutlama) kudretinin yaıdı- mile her zamanın ve mekânın gerçeklerini derinlemesine tahlil edebilen bir ölümsüz kıymet ise, onu ortaya koyan psikolojiyi, ölümlülerin psikolojisi ile nasıl kıyaslayabilecek ve anlayabileceğiz? Kö- ni’nin yer yer çok güzel olan makalesindeki düşüncelerin tezatlı yönünü (psikolojinin tamamen dışında olan bir konuyla matematik konusuyla ilgili şu cümlelere yansımasından) takip edelim : “Riyazi mevzular da zamanın dışında mevcut değil midir? Dünya daimî bir değişme arzeder. Fakat âlemde hiç değişmeyen ve daima aynı kalan şey, riyazi kıymetler gibi dehâ’nın eseridir”[5].
O halde, dehâ’yı dehâ yapan şeyin ferdî psikoloji vasıtasile anlaşılabileceğini nasıl öne sürebiliriz? Dehâ dediğimiz bu güç (ezelî ve ebedî hakikatleri ve güzellikleri, hissetme, yakalama ve belirtme gücü), muhakkak ki, sadece ferdî psikoloji hali değildir. Bil’akis tıpkı matematikte olduğu gibi, bir soyutlama, her türlü ferdî psikolojiden kendini tecrit edebilme halidir. Yani, bize göre, dehâ’nın ortaya çıkışı, ferdî psikolojinin tamamen yok oluşu denilebilecek kadar nisbî mânâda önemsiz kalışıdır. Zamana ve mekâna göre değişmeyen ölümsüz gerçeğin ve güzelliğin insan beynine aksedip, fışkırarak kelime ve eserlerde donuklaşan maddileşmiş bir manevî lav gibi, görünür ve hissedilir hale gelmesine imkân veren psikolojik mahiyette bir muvakkat yok oluş halının, ezelî ve ebedî gerçeğe bir geçit vermesidir ki, dehâ’yı ortaya çıkarır.
Böyle olduğuna göre dehâ’yı biyolojik verasetin de, çevre faktörünün de oluşturmaya yettiğini iddia edebilmeye ünkân yoktur. Gerçi, meselâ, geri zekâlı anne ve babadan dünya’ya gelmiş ahmak bir ferdin veya sosyalleşmeye dahi imkân bulamayacak kadar, çevrenin yetiştirici etkisinden mahrum vaziyette (meselâ doğduktan hemen sonra bir hayvan tarafından kaçırılıp, inde) büyütülmüş bir kimsenin dehâ seviyesine yükselemiyeceğini kesinlikle ifade edebiliriz. Fakat bu ifademiz, dehânın daha ziyade biyolojik veraset ve çevre faktörleri tarafmdan şekillendirildiği anlamma gelmez. Biyolojik yapı bakımından elverişli bir verasetten veya çevrenin uygun tesirlerinden mahrum bir ferdin şahsiyet (yani cemiyet taleplerine asgarî müştereklerde uyan standart tip) haline geçemeyeceği ve iyi sosyalleşemeyeceği malûmdur. Hele şahsiyetin ferdiyet haline gelmesinde (yani kültüre katkıda bulunabilecek duruma yükselmesinde) yine bu iki faktörün elverişli birleşimlerinden doğan etkilere ihtiyaç vardır[6]. Bundan ötürü ferdiyet kapasitesi normal fertlerden üstün olan alelâde büyük adam’ın gücü dehâ’ya nazaran mahduttur ve bu iki faktörün etkisine önemli ölçüde tâbidir. Fakat dâhi, öyle bir ferdiyet tabakasında yer alır ki, artık bu seviyede ferdiyetin biyolojik veraset ve çevre faktörlerinden aldığı etki, ilhama açık ruhî güç faktörüne, (kısaca ruhî faktöre, veya başka bir deyişle ferdî psikolojiden soyutlanarak ezelî ve ebedî gerçeklere ulaşabilme gücüne) kıyasla, sözü edilemeyecek kadar önemsiz kalmaktadır. Aslında bu üç faktör, yani “biyolojik veraset”, “çevrenin yetiştirici etkisi” ve “ilhâma açık ruhî güç” faktörleri, şahsiyetin gelişmesi bakımından bütün insanlar için söz konusudur. Ne var ki, bunların dozu, sonuncusu lehine önemli ölçüde ağırlık kazandığı zaman karşılaştığımız tip dâhi’dir.
Su halde dehâ hakkındaki izahlarımız, “dâhi sayılamayacak büyük adamlar”ın, “diğer seçkinler”in ve hatta “alelâde fertler”in, söz konusu edilen üçüncü faktörden hiç etkilenmedikleri şeklinde anlaşılmamalıdır, Aslında bütün fertler tarafından yapılan işlerde, o işi başaranın müsait çevre şartlarının yardımile sadece (az veya çok eğitilmiş) beyin gücü (veya zekâ veraseti) olamayacağını ve olmadığını ve faaliyetlerimizde ruhî’ faktörün önemli bir rol oynadığını bir ilim adamımız çok güzel izah ediyor :
“Sherrington, eline, elektrik akımı veren stimülâtörünü (uyarıcı âletini) aldı ve beynin orasına burasına dokundurdu. Bazı yerlerden bir takım hareket ve his cevaplan elde etti, “uyarılabilir beyin kabuğu” artık keşfedilmişti. Senelerce uğraşıldı, araştırıldı, daha 1972 yılında ölen Kanadalı büyük âlim Wilder Penfield ve çalışma arkadaşları, Jasper ve diğerleri, bu uyarma tecrübelerini çok ileri götürdüler. Beynin şakak bölgelerinin belli bir kısmının uyarılmasile insanın bir takım geçmiş hatıraları tekrar yaşadığını gösterdiler, buranın bir “hafıza ve hatıra deposu” olarak vazife gördüğünü ispat ettiler. Nihayet beynin içinde, orta yerde, omuriliğin üst kısımlarına kadar uzanan ağ cismi (retükiler madde) ve bunun uyanıklık hâli ile ilgisi gösterildi. Ama hiç kimseye, hiç bir yerini uyararak meselâ ceketinin düğmesi ilikletilemedi. Beynin elimizle, kolumuzla, parmaklarımızla ilgili bölgeleri uyarılmak suretiyle parmaklarımıza, elimize, kolumuza maksatsız ve kaba bir takım hareketler yaptırılabilir, ama bir düğmeyi iliklemek veya” bir sigarayı yakmak gibi, gayeye yönelik bir hareketi hiç bir yeri uyararak temin edemeyiz. Burada biz, piyanonun karşısına geçmiş ve piyano çalmasını bilmeyen bir müptediye (bir acemi piyaniste) benziyoruz. İşte bu noktaya gelince, beynin ötesinde “başka bir kuvvet”in tıpkı piyanoyu çalabilmek için bir piyanistin mevcudiyeti gibi, var olduğunu kabulden başka çare yoktur. Bu halde ve şartta ise beyin her şeyin (her düşüncenin, her fikrin) başlangıcı olma sıfatını ve kendi kendine yeter bulunma vasfını kaybeder. O da bir âlet, bir vasıtadır, tıpkı kendi kendine çalamayan piyano gibidir. Onu harekete geçiren, ona hükmeden (ister bir “enerji”, isterse onun arkasında ve dışında bir “ruh” olsun) bugünkü araştırma metodlarımızla “erişilemeyen” bir kuvveti görmezlikten gelemeyiz. Beyin hiç bir zaman kendi kendini aşamayacak ve ruh meselesini insanoğlu çözemeyecek, halledemiyecektir”.
“Çünkü beyinle, ondan üstün olan bir kuvveti idrak edemeyiz”’[7]. Tıpkı görme uzvu olan fakat kendi kendisini göremeyen göz gibi, anlama uzvumuz olan beyin de kendi ilhamlarını anlama, kendi muammasını çözme kudretinden yoksundur.
Bundan çıkarılması gereken neticelerden birincisi, dehâ’nm, hiç bir fırsat eşitliği tedbiri ile ve hiç bir demokratik rejim çerçevesi içinde, fertlere âdil bir şekilde sağlanması mümkün bir karak- terstk olmadığım kabule mecbur bulunmamızdır. Fırsat eşitliği elbette çok faydalıdır, ama dehâ’va ulaşmak için yeterli değildir.
ikinci olarak şu hususa işaret edilebilir; son zamanlarda bazı ülkelerde tatbikatına bağlandığını işittiğimiz sun’î dölleme gibi bb yolojik bir tedbir vasıtasiie seçkin kadın ve erkeklerden elde edilen sperm ve yumurta hücrelerinden yetiştirilen çocuklarla, bir seçkinler topluluğu meydana getirme gayretlerinin hiç birinde, dehâ’- ya ulaşabilmenin gmantisi mevcut değildir. Bu yoldan belki, büyük adamların nispeti oldukça yüksek bir nüfus kategorisi elde edilebilir. Fakat dehâ, beynin mükemmelliğinden daha fazla bir şeydir ve o nda beyni bir vasıta gibi kullandıran ilhâmın insana bahşettiği ruhî güç en önemli ölçüde rol oynayan faktördür. Bunun için dehâ, sadece çevre şartlarının ve biyolojik verasetin ıslâhı yolile ulaşılabilecek bir hedef değildir. Gerçi biyolojik veraset ve çevre faktörlerinin rolünü tamamen inkâr edebilmeye de imkân yoktur.
Buraya kadar, dehâ ve dâhi hakkında yaptığımız izahlardan büyük adam doktrinini asla müdafaa etmediğimiz herhalde anlaşılmıştır. Çünkü tek sebepli izahların terkedildiği bir sosyoloji çağında tarihin seyrini sadece büyük adamların idare ettiği fikrine katılmamız elbette mümkün değildir. Ayrıca, dâhilerle diğer büyük adamları, seçkinler kategorisinin aynı bölümünde mütalâa etmenin de doğru olmadığını belirtmiş bulunuyoruz. Çünkü dehâ’- da ruhî faktör son derece ağır basmaktadır. Dâhi, çok defa değeri sonradan anlaşılan bir fikir adamı da olabilir. Lâkin bu takdirde bile tarihe yön veren tek kuvvet olma karakterini taşıyabilmesi imkânsızdır.
Acaba, seçkinler kategorisinin diğer unsurları hangi tiplerdir ve söz konusu ettiğimiz üç faktör bu tiplerin ortaya çıkışını ne suretle etkilemektedir?
XX. asır gibi, tekniğin geliştiği, fennî keşiflerin önemli değişmelere yol açtığı, bu sebeple sosyal stratejinin de öneminin arttığı bir çağda, tabiî ve sosyal ilim sahalarında yeni buluş ve görüşlerin sahibi olarak ortaya çıkan aydınlar (intelligentsiaJ, muhakkak ki seçkinler kategorisinin önemli bir bölümünü teşkil etmektedirler.
Aydınların üstün bir ferdiyet kapasitesini kuvveden fiilen geçirmelerini sağlayan ağırlıklı faktörler, biyolojik veraset ve çevre faktörleridir. İyi bir eğitim imkânı, müsait çevre şartı olarak kabiliyetin tam mânâsile değerlendirilmesini sağlayabilir. Böylece eğitim sayesinde bilhassa büyük bir potansiyel zekâya sahip fertlerin kuvve halindeki kabiliyet deposu tamamen fiili zekâ haline getirilir. Fakat elverişsiz bir kabiliyet deposu devralabilmiş olan gençlere iyi çevre şartlarının sağlayabileceği imkânlar, bu biyolojik verasetle sınırlıdır. Bundan ötürü “çevreler arasındaki daha tesirli (daha büyük) farklar, düşük potansiyel kabiliyetlere sahip varlıklar üzerinde pek az bir tesire sahip olabildiği halde, bunlara daha iyi aksülamelde bulunabilen (daha uyarlı cevaplar verebilen) varlıklar için daha büyük bir ehemmiyet taşır”[8]. Kıt potansiyel kabiliyete sahip gençlere sağlanacak iyi eğitim ve çevre şartlarına bu gençlerin verecekleri cevap, şartlardaki İslahatın derecesi ölçüsünde olmayacaktır. Buna karşılık, biyolojik verasetin çok elverişli olduğu gençlerde, çevre şartlarmdaki ıslahatın en küçük bir dozu dahi çok önemli semereler verebilecek demektir.
Bu noktada demokrasinin ve fırsat eşitliğinin bilhassa az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için taşıdığı önem açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü sosyal sınıf değişkeninin araya girmesile, biyolojik verasetin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde taşıdığı önem farklı olmaktadır. Fırsat eşitliğinden faydalanma imkânları biyo: lojik verasetten ve bu da sosyal sınıf değişkeninden etkilenmektedir. Gerçi, eğitimde fırsat eşitliğinin, en gelişmiş ülkelerde bile ancak yakın zamanlarda ele alman bir konu olduğu söylenebilir. Çünkü, sanayi inkılâbından önceki devrede meslekî ve teknik eğitim, ancak küçük sanayi işletmeleri içinde, ustadan çırağa bilgi nakli suretile vukubulmaktaydı. Bu türlü faaliyetlerde bulunmaya ihtiyacı olmayan yukarı tabakadaki çocuklara verilen okul eğitimi ise, ancak terbiye kurallarını öğretme, konuşma ve yazma hünerini kazandırma gayesine yöneltilmiş bulunan (yani hayatı kazanma bilgilerini vermek gayesini taşımayan) bir eğitimdi. Sanayi inkılâbından sonra ortaya çıkan büyük sanayi işletmelerinin bünyesi, (büro personeli, idareciler ve mühendisler gibi) beyaz yakalı aydınlara duyulan ihtiyacı çok aşırı bir ölçüde arttırdığı için, orta ve alt tabakalardan yetişecek genç nesillere eğitimde fırsat eşitliği sağlanması ihtiyacı doğmuştur.
Fakat, fırsat eşitliği tedbirlerinin uygulanmasile meselenin tam bir çözüme ulaşamayacağı hususu daha sonraları idrak edilmeye başlanmıştır. İngiltere’de fırsat eşitliği sağlayan kanunların ve çeşitli tedbirlerin işlerlik kazanmasını takiben, bazı çevrelerde yapılan ayrıntılı araştırmalar, alt tabakaya mensup işçi çocuklarının orta tabaka memur ailelerinden gelen çocuklara nazaran, bir yukarı eğitim müesseselerine yükseliş imkânlarında çok daha başarısız olduklarını ortaya koymuştur[9].
Sorokin de bu hususa işaret etmişti. Sorokin’e göre, yukarı ve orta sınıflarda ebeveynden evlâtlara intikal eden biyolojik vasıtalar alt tabakaya nazaran çok daha mükemmeldir. Orta ve yukarı tabakalarda yer alan çocuklar ebeveynlerinden, alt tabakadaki çocuklara nazaran daha fazla girişkenlik, daha iyi muhakeme, karar verme ve teşkilâtlanma kabiliyeti devralmaktadırlar[10].
Fakat Sorokin’in genel mahiyette olan bu görüşünün, az gelişmiş ülkelerin alt tabakaları için hakikatin bir ifadesi olamayacağı muhakkaktır. Çünkü, az gelişmiş (veya gelişmekte olan) ülkelerin alt tabakalarında çevre şartları (milli gelirin yeterince sosyal adalet sağlanmasına imkân vermeyecek kadar yetersiz olması dolayısile) İslah edilememiştir. Bu sebeple biyolojik vasıflar bakımından elverişli durumda olan pek çok ailenin çocukları, yukarıya doğru hareketlilik kazanamamaktadırlar. Şu halde, az gelişmiş ülkelerde, sosyal yardımlarla çevre şartlarının (ve eğitim imkânlarının) İslah edilmesi neticesinde, kabiliyetleri sayesinde orta tabakaya yükselebilecek pek çok fert vardır. Bu durumun ortaya çıkardığı netice, demokrasi ve fırsat eşitliği’nin az gelişmiş ülkeler için taşıdığı önemin daha da büyük olmasıdır.
Seçkinler kategorisinin önemli bir bölümünü teşkil eden yaratıcı (yani ibda gücüne sahip) aydınlar, muhakkak ki en elverişli biyoloji ve çevre şartlarının bir araya gelmesinden yararlanarak ferdiyet kapasitelerini kuvveden fiilen çıkarabilen kimselerdir. Fakat dehâ sahibi fertlerde olduğu kadar değilse bile, ilim adamları’nda dahi, tabiat sırlarını veya sosyal hayatın genel birer kanun niteliğindeki intizamlarını ortaya koyma bakmamdan içe doğma (sezgi) faktörü, yine de bir role sahiptir.
İçe doğma (sezgi, intuition), zihinden anî olarak gelip geçen bir aydınlatıcı fikir olarak tarif edilebilir[11]. Bu fikir, ilim adamına bazı defa, fiilen müşahade edilen realitenin de ötesine geçme imkânını verebilir[12], ilim adamının, sezgiye hiç müracaat etmeksizin; bulucu veya keşfedici aydın niteliğini kazanabilmesi mümkün değildir. içe doğma (intuition), bazı şartların gerçekleşmesinden teşvik görür[13]. Bu şartlardan birincisi, zihnin, üzerinde düşündüğü meselede tam mânâsile yoğun bir meşguliyet kurması ve sezgiye hazır hale gelmesidir. Böylece ilim adamı, başka bütün rakip düşünceleri asıl hedefi olan düşünce uğruna terkedebilmiş olmalıdır. Zaman itibarile de bu alâkanın kesiksiz olması faydalıdır. Bu arada (okuma, yazma, dinleme gibi) entellektüel temaslar zihnin aynı konuda faaliyetlerini yoğunlaştırmasına yardım edebilir. Bütün bu şartlar ilim adamının müşahade ve tecrübe gibi faaliyetler yanısıra yeni bir fikre ulaşmasında içe doğma faktöründen yararlanmasını sağlayabilirler. Fakat Beveridge’e göre, içe doğan fikirler zihne gelir gelmez, bir daha ele geçmeyecek şekilde hemen kaybolurlar. Bu sebeple derhal yazı ile tespit edilmeleri lâzımdır. Ayrıca Beveridge, içe doğmaların çok defa problem üzerinde çalışılırken değil, fakat diğer zamanlarda gerçekleştiğini de belirtmektedir.
Bu durumda, bazı fertlerin, bütün fikrî yoğunlaşmalarına rağmen, üstelik kabiliyetli de oldukları halde, içe doğma halini yaşayamayışları, değişik İlmî iştiyak seviyelerinde ifadesini bulan rûhî farklılıklardan başka meyle izah edilecektir? Zihinde parlayıp hemen kaybolan ilhamlar, beynin ürettiği ve bizzat idare ettiği bir güçten kaynaklansaydı, hemen kaybolacak yerde beyin tarafından derhal hafıza deposuna yerleştirilmez miydi?
Ayni şekilde, seçkin kumandanlar da, sadece askerî bilgi zekâ ve kabiliyetlerde değil, fakat bunlara eklenen ve ilhamlara açık elan bir ruhi güçle, olağanüstü askerî stratejileri plânlayabilme kudretine ulaşmaktadırlar. O halde, sadece dahilerde değil, fakat askerî ve sivil hayatın faaliyetlerinde olağanüstü yaratıcılık gösterebilen ilim adamlarında ve kumandanlarda da biyolojik veraset ve çevire faktörlerinin etkisine ilâveten, hatasız bir sezgiciliğe imkân verecek bir mertebeye yükselişi sağlayan ruhî güç vardır.
San’atkârlara gelince, san’atın alelâdeliğe büsbütün tahammülsüz olduğunu kabul edebiliriz. Fakat, buna rağmen, haberleşme vasıtalarının son derece yaygınlaşmış olduğu XX. asuda, değişik kültürlerde parlayan dehâların, az gelişmiş ülkelerdeki, ilhamdan yoksun takipçileri, yabancı ve fevkalâde olan orijinalin yerli kültüre aktarılan kötü taklitçileri haline gelebilmektedirler. Müzikte, nesirde, şiirde, dansta ve diğer san’at dallarında yabancılaşmanın aynı zamanda kalitesizleşme ile atbaşı giderek millî kültürü yozlaştırdığı hallerde durum böyledir. Fakat hiç bir kültür, tamamen kendi içine kapalı kalmakla olgunlaşamaz. O halde, seçkin san’atkârlara düşen vazife, kendi kültürünün aslında ve özünde tabiî ve güzel olanı görebilmek ve gerektiğinde yabancı ifade tekniklerinden de yararlanmak suretile, fakat daima kendi ilhamlarına uyarak, kültüre katkılar yapabilmektir.
Seçkinlerin içinde bilhassa seçkin idareciler kategorisi için Sosyolojide pek çok fikir öne sürülmüştür. Herşeyden evvel idarecilerin bir hâkim sınıf (hükmedici sınıf) meydana getirmeleri ile “demokrasi” kavramının bağdaşıp bağdaşmayacağı meselesi sözkonusu edilmiştir. Çünkü, demokrasi kavramı esas itibarile fertlerin eşitliği prensibine dayalı bir kavramdır. Bundan ötürü idareciler azınlığının, çoğunluk üzerindeki hâkimiyetinin, demokratik eşitlik anlayışına zıt düştüğü öne sürülebilir[14]. İkinci olarak da, seçkinler kavramının hiç olmazsa biyolojik kabiliyet potansiyeli itibarile eşitsizlik temeline dayalı bir kavram olduğu söylenebilir. Bu eşitsizliğin de eşitlik rejimi olduğu iddia edilen demokrasi içn yaratabileceği mahzurları dikkate almak gerekecektir.
Bu iddialardan birincisine (yani azınlığın çoğunluk üzerinde hâkimiyet kurması iddiasına) verilen cevap genellikle şudur: hükümette doğrudan doğruya faal olmayan vatandaşlar, hiç olmazsa belli süreler için kendi arzularını gerçekleştirmeye namzet idarecileri seçme hakkına sahiptirler. Biyolojik kabiliyet eşitsizliğinin bir hâkim sınıf yaratacağı iddiasına da seçkinler devri daimi (circulation of elites) gerçeği öne sürülmek suretile karşı çıkılmaktadır. Seçkinler, bir defa hâkim sınıf haline geçtikten sonra, kapalı ve istikrarlı bir sosyal sınıfa dönüşmemekte, fakat daima bir deverandan (bir sosyal dolaşımdan) etkilenmektedirler. Yukarı tabakada seçkinlerin boşalan yerlerini daha alt tabakalardan yükselen seçkinler almakta, gençlerin ihtiyarlığa ve çocukların gençlik dönemine ulaşmaları ve kabiliyetlerini kullanmaları ile bu dolaşım, seçkinlerin kapalı bir sömürü sınıfı olmalarını da bir ölçüde önleyebilmektedir. Bu dolaşımın, fırsat eşitliğinin varlığına bağlı olduğu açık bir gerçektir. Mamafih, gelişmiş ülkelerde, fırsat eşitliği ne kadar iyi sağlanmış olursa olsun seçkinler dolaşımının vuku bulduğu sosyal mesafe (tabakalar arası mesafe), az gelişmiş ülkelerdekinden daha da kısa olmaya mahkûmdur. Çünkü, gelişmiş ülkelerde hem piramit bizzat yüksekliğini bir ölçüde kaybetmiştir, hem de herhangi bir ülke, ne kadar gelişmiş duruma gelirse, alt tabakaya sağlanan sosyal hakların o nispette artması mümkündür. Bu durumda, alt tabakada olup da, biyolojik veraset yolile iyi bir kabiliyet potansiyeli elde edebilmiş olan fertlerin hemen hepsi (çevre ve eğitim imkânlarının ıslahı dolayısile) zamanla orta tabakaya yükselmiş olurlar. Böyle olunca, evvelce de işaret etmiş olduğumuz gibi ,alt tabakada hiçbir fırsat eşitliğinin kendilerini “seçkinler dolaşımı’ria dahil edemeyeceği ölçüde kabiliyetsiz kişiler kalır. Hal- buk az gelişmiş ülkelerde fırsat eşitliğinin sağlayabileceği “seçkinler dolaşımı”nm mesafesi daha büyüktür ve piramidin tabanından itibaren başlar. Çünkü tabanda bile üstün kabiliyetler vardır. Fakat bunlar çevre şartlarının elverişsizliği dolayısile tabanda yer almaktadırlar.
Böyle olmakla beraber, memleketin kaderine hükmeden lider tiplerinden geleneksel hâkimiyet’e dayanan liderlerin alt tabakadan çıkmaları ve seçkinler dolaşımına katılmaları nâdirdir. Bilhassa “feodal” bir yapıya sahip olan memleketlerde geleneksel hakimiyeti ellerinde tutan liderler daha ziyade yukarı tabakadan gelen kimselerdir. Hukukî Hakimiyet ve bilhassa karizmatik hâkimiyet ise, fırsat eşitliğinden daha fazla etkilenen lider tiplerini ortaya’ çıkarırlar.
Max Weber’in hukukî, geleneksel ve karizmatik hâkimiyet tipleri ile birlikte ortaya koyduğu üçlü lider tasnifinden karizmatik lider in vasıfları üzerinde duran Karl Leowenstein, zamanımızda da, karizmatik liderlerin etrafa yaydığı adetâ sihirli bir radiasyo- nun seçimleri etkileyerek düşünceleri şekillendirip reyler haline dönüştürebileceğini ifade etmektedir[15]. Fakat, bu etkinin gerçekten karizmatik bir güçden (cemiyeti bağlayıcı, bütünleştirici ve lidere istekle tâbi kılıcı nitelikte bir kudretten) kaynaklandığının garantisi nedir? Sosyologların çok defa belirttikleri husus, siyaset alanında kitleleri peşinden sürükleyebilen liderlerin bu sihirli etkisinin bazen demagoji yapabilme kabiliyetlerinden kaynaklandığı hususudur. O halde, “demagoji’ ile “karizma” arasındaki farkı ayırt edebilmek nasıl mümkün olacaktır? Max Weber, “karizmatik hâkimiyet” kavramı ile bilhassa “dehâ”nın büyük ve çarpıcı nitelikteki etkisini ifade etmek istemiştir. Fakat, siyaset sahasında bu tip bir dehâ, gerçekten pek nâdir rastlanan bir olaydır.
Bundan ötürü, “karizma” kavramının, hele siyaset sahasında, sağlam bir ilmi tahlile dayanabilecek nitelikte olup olmadığı hususu, önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasî lider, plebisitle (halk oylaması ile) iş başına gelmişse, ona, plebisit lideri denilmektedir. Plebisitle iktidara gelen liderin (anayasal ve diğer hukukî garanti ve müesseselerin elverişsizliği yüzünden) dikta idaresine yönelmesi halinde Sezaristik lider tipine döndüğü ifade edilmektedir. Halbuki, karizmatik lider, tamamen farklı bir tiptir Plebisitle iş başma gelse de, gelmese de, onun, resmi liderlik sıfatından daha kuvvetli olan bir tabiî liderlik sıfatı vardır, insanın değişmez tabiatına, vicdanına ve sosyal hayatm kanunlarına (yani sosyal realitedeki sabit, sebep – netice ilişkilerine) nüfuz edebilen karizmatik lider, siyaset sahasına hâkimse, siyasî felsefesi ile ölümsüzleşerek dehâ seviyesine ulaşabilir. Böylelikle sadece sosyal piramit içerisinde değil, (bizim fikrimizce) zaman boyutu itibarile de bir dolaşım gürüne sahip olabilir, yani sonraki asırlara da etkisini ulaştırabilir.
Fakat, Lckvenstein, meseleyi, siyaset sosyolojisinden ayrı kabul edip, psikolojinin konusuna çekiyor. Ona göre, kaçınılmaz gerçek, karizma’nın, karizmatik liderin şahsında mevcut olduğu hususudur. Yine Lowenstein’e göre, bu kaynak (yani karizma), bunu kendilerine yönelttiği şahıslardan (liderin müstesna kabiliyeti hakkında) inanç ifade eden bir cevap bir karşılık) doğduğu zaman fiili duruma geçer. Bundan ötürü karizma, kitle ve sosyal psikoloji sa- halarile ilgili bir kavramdır. Böylece, ilk iki lider tipinin siyaset ve sosyoloji ilimlerinin çerçevesi içinde ele alınmaları uygun olsa bile, karizmatik siyaset adamı (Lovvenstein’e göre) ancak sosyal psikoloji ve psikoloji ilimlerinin tahlil anahtarlarile çözülebilecek bir tiptir. Çünkü Lovvenstein, siyasî liderlerdeki karizmanın objektif olarak ispatına yarayacak standartlardan ve kriterlerden mahrum olduğumuzu öne sürmekte ve bunu, bizce hiç de uygun olmayan bir misali (Sezar misalini) ele alarak izaha çalışmaktadır[16].
Halbuki bize göre, eğer, kitleleri peşinden sürükleyebilen lider, takipçilerinden, sırf demagoji yapabilme kabiliyeti ile, bu inanç tutumunu bir cevap olarak alabiliyorsa, mesele hakikaten sosyal psikoloji ve psikoloji ilimlerinin konularını ilgilendirir. Çünkü bu takdirde, çarpık bir ikna (inandırma) kudreti ile kitleden ona gelen bir cevap mahiyetindeki çarpıtılmış inanç söz konusudur. Fakat, lider ile kitle arasındaki sosyal münasebetler sahasının (ki, sosyal münasebetler sosyolojiyi ilgilendirdiğine göre bu saha sosyolojiye aittir, işte bu sahanın) tıpkı fizik ve kimya ilimlerinde olduğu gibi bazı sabit ve genel kanunlara sahne olduğu gerçeğini kabul edersek, herşeyden evvel sosyolojinin ilim olma hüviyetini tasdik etmiş oluruz. Ayrıca, bu takdirde, sosyal intizamı çözebilen ve gösterebilen liderlerin bütünleştirici karizmatik gücünün, psikoloji ilminin değil, sosyolojinin konusuna girdiğini de açıklayabilmiş oluruz. Aksine hareket etmekle sadece siyaset sahasında zaman ve mekân duvarlarını yıkarak her zamanın her türlü cemiyetine nüfuz edebilme kudretine sahip karizmatik liderlerin varlığını inkâr etmekle kalmayıp, sosyolojinin ilim olma hüviyetine de halel getirmiş olacağınız pek tabiîdir. Çünkü zaten her ilimde, İlmî gerçek, ispat edilmiş imandır. Her sosyal araştırma, bir faraziyeye, yani bir îmâna, bir inanca dayanır. Araştırma bu inancın (bu faraziyenin) doğruluğunu ya tasdik eder, ya da reddeder. Fakat her iki halde de ulaşılan sonuç, müspet veya menfî mânâda, yine bir düşüncenin ispatıdır, ilk düşüncemizin araştırma tarafından tekzip edilmesi halinde dahi, bu defa düşüncemizin yanlışlığı hususunda ispat edilmiş bir îmâna sahip oluruz. O halde, sezgiye açık bir rûhî kapasiteye sahip olan siyaset adamının sezgici dehâsı ona bir sosyolog niteliğini de verebilir.
Bu durumda siyasî liderliğin, boş bir îmân yaratma hünerinden (demagojiden) kaynaklanan tipi ile, gerçek karizmatik liderlik arasındaki farkı bilmemiz gerekir. San’ata dayanan karizma gücü de bir îmân (güzellik îmânı) yaratır. Fakat ideale uygunluk îmânını yaratamaz. Halbuki san’at âleminden farklı olan «iyaset âlemi, reel ile ideal7in birleştirilmesinde veya reel’in ideal’e yakınlaştırılmasında çok daha fazla başarı elde edebilecek karizmatik liderlerin ortaya çıkabilecekleri bir sahadır. San’atta ideal’in zirvesini, reel br misalle tayin edebilmek mümkün değildir. Meselâ bir bestecinin dâhi sayılabilecek bir müzisyen olduğunu öne sürebiliriz. Fakat onun bir zirve teşkil ettiğini iddia edebilmemiz üç sebepten ötürü mümkün değildir.
Önce, sanatın ölçülebilir nitelikte olmaması dolayısile zirveye daha yakın olan san’atçıların kimler oldukları hususu zevklere göre fertten ferde bazı değişik görüşlere yol açabilir ve münakaşaya elverişli olan bir husustur. Bundan ötürü sosyoloji ve siyaset ilimlerindeki ölçme metodlarının san’at sahasında uygulanması mümkün değildir.
İkinci olarak, (Donald G. MacRac’ın öne sürdüğü bir sebep üzerinde durarak) diyebiliriz ki, her fert, her zaman, mevcut san’atkârların kendisine göre en mükemmel olanının bile san’atına şu veya bu bakımdan ilâvesi mümkün özellikler tahayyül edebilir, Şu halde, san’atta ideal tip’in anahtarı bu tahayyül olmaktadır[17].
Nihayet bize göre, üçüncü bir sebep daha vardır ki, bu da san’attaki ideaVin, insan tarafından tam olarak idrak edilemeyecek kadar hudutsuz bir ifade derinliği içerisinde yer almasıdır. San’at, sonsuz bir kaynağın, sanatkârın ruhî kapasitesi ile hudutlu olan alma isteğine, onun alma gücü ölçüsünde verilmiş bir cevaptır. Bundan ötürü, san’atta ideal’in ne olduğu hiç bir zaman tam mânâsile bilinemez. Bu sebeple de, san’at sahasında herhangi bir surette idealin tam olarak gerçekleştiği iddia edilemez.
Halbuki, sosyal hayat ve sosyolojik intizamlar bakımından söz konusu edilebilecek durum farklıdır. Max Weber’in büyüklüğü bu dünyanın bizim dünyamız olduğunu ve bizim anlayışımıza açık bulunduğunu kabul etmiş olmasıdır. O halde, her zaman için, her yerde geçerli olan sosyolojik kanunları arayabilir, bulabilir ve sosyal münasebetler sahasında bunlara göre bir politika çizebiliriz. Bu politikanın temelinde bir inanç olarak birlik fikri ve onun İlmî ispatı da yer alabilir. Zaten Weber, beşeriyetin ruhî bir vahdet olduğunu zımnen kabul etmiştir[18].
O halde, her zaman, her yerde geçerli sosyal kanunları görebilen ve karizmatik bir ifade gücü ile gösterebilen liderler, reel ile ideal’in kesişme noktasında yer alan mümkün ,olan en uygun bütünleşmeye fertleri sevkedebilecek liderlerdir. Mümkün olmayanın (meselâ doğuştan mevcut farklılıklara rağmen tam eşitlik sağlayacak bir düzenin) tahayyül ve izahı ya san’at veya ideoloji kadrosuna girer. Mümkün olanın bilhassa insanlar arasındaki ruhî vahdette ifadesini bulan ideal’den uzak hatta ona ters düşecek şekilde uygulanması ise, ya açıktan açığa adaletsizlik, bölücülük ve zulümdür, veya adaletsizliğin, bölücülüğün, zulmün demagoji ile ambalajlanmış bir siyasî tatbikatıdır. Siyasetçi bu iki aşırı uç arasında (idealin tam uygulanması sayılmasa bile) mümkün olan en uygun reel – ideal birleşimini sunan sosyal bütünleşme şekillerini denemelidir. Siyaset adamı, en mükemmele gönül vermenin vecdini taşıyacak kadar heyecanlı, fakat, bir sosyolog gibi de gerçekçi olmalıdır. Böylece o, sosyal meselelere devamlı bir alâka ile kendini vermenin neticesi olan buluşlara, çare ve ilhamlara açık olduğu kadar, reel sosyal münasebetler sahasının sosyolojik gerçeklerine de vakıf olmak suretile, demagojiden tamamen farklı olan gerçek ikna gücünü kazanabilir ve karizmatik bir lider karakterine bürünebilir.
[1] Bk. Maclver and Page, Society, Macmillan and Co. Ltd, 1962, cilt III, sf. 514,
[2] Bk. Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, çeviren Cemil Meriç, Sebil Yayınevi, İstanbul 1980, si. 48.
[3] Bk. Yunus Kâzım Koni, Dehâ Hakkında Bir Deneme, İnsan Dergisi, Cilt I, sayı 6, Başarı Basımevi, İstanbul 1938, sf. 498
[4] Bk. Yunus Kâzım Koni, Aynı Makale, sf. 499.
[5] Bk. Koni, aynı makale, sf. 500.
[6] Şahsiyet ve ferdiyet kavramları için bk. Amiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, II. Baskı, İktisat Fak. Neşriyatı, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1976, sf. 142-148.
[7] Bk. Prof. Dr. Ayhan Songar, Beynimiz ve Sinirlerimiz, Yeni Asya Yayınları, İlim ve Teknik Serisi, No. 4, İstanbul 1979, sf.
88-90.
[8] Bk. R.M. Maclver ve Charles H. Page, Cemiyet, Cilt I, çeviren : Amiran Kurtkan (1000 Temel Eser, No. 2), M.E. Basımevi, İstanbul 1971, sf. 162-163.
[9] Bk. Amiran Kurtkan, Sosyolojik Açıdan Eğitim Yolu ile Kalkınmanın Esasları, İktisat Fakültesi Neşriyatı, Fatih Gençlik Matbaası, II. Baskı, İstanbul 1977, sf. 96.
[10] Bk. Pitirim A. Sorokin, Social and Cultural Mobility, The Free Press of Glenooe, 1959, sf. 208 ve sonrası.
[11] Bk. W.I.B. Beweridge, The Art of Scientific Investigation, Mercury Books, Londra 1964, sf. 68-72.
[12] Bk. Adrian D. De Groot, Methedology, Mouton and le Mouten, the Hague, 1969, sf. 125.
[13] Bk. W-I-B. Beweridge, aynı eser, sf. 80-81,
[14] Bk. T.B. Bottomore, Elites and Society, Penguin Books, C. Nic- hells and Co. Ldt., Middlesex 1964, sf. 15-16.
[15] Bk. Karl Loewenstein, Max Weber’s political Ideas in the perspective of our Time, Almancadan İngilizceye çevirenler : Richard and Clara Winsten, The University of Massachusetts Press, US.A, 1966, sf. 74-79,
[16] Bk. Kari Lowenstein, aym eser, sf. 80.
[17] Bk. Donald M. Macrae, Max Weber, The Viking Press, New York, 1974, sf. 71.
[18] Bk. Donald Mac Rac, aynı eser, sf. 78.
—————————————————-
Kaynak:
Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı: 18, 1980, Sf. 51-68