Türküler

Mehmet Ali KALKAN

Babam gençliğinde şehire gelip bir saz yaptırmış. Özene bezene sedefle de işletmiş. Dedem evde sazı görünce ebeme “alsın götürsün bunu yoksa kafasında kırarım”’ demiş. Babam üzülmüş, ama babasını da kırmak olmaz. Gündüz götürmeye utanmış, akşam delikanlı odasına bırakmış.
1940’lı yıllarda köyde delikanlıların toplandığı oda varmış ama gelip gidenlerin konaklaması için ayrıca on yedi oda daha bulunuyormuş. Bizim köy aşağı köylerin mola yeri. Şehire yayan geliyorlar bizim köyde konaklıyorlar, ertesi gün şehire geçiyorlar. Dönüşte de öyle…

Konaklamak deyince… Atalarımız tek heceli kelimelerle meraklarını anlatırlarmış, gel, git, dur, kalk, al, at… gibi. ‘’Kon’’da öyle. Sonra bu ‘’kon’’ kelimesinden konak, konuk, konut gibi kelimeler üretmişiz.

Dedem bizim köyden dört beş saat ötedeki Laçin Köyü’nde bağ kiralarmış. Köyde ebemle halam var, onlara da ‘’Bu köye gelen birisi ya da hayvanı aç kalmamalı, onların ve hayvanlarının karınlarını doyurun yoksa hakkımı helal etmem’’ diye tembih edermiş.

Babam çok istemesine rağmen şartlar böyle olunca saz çalmasını öğrenememiş, içinde bir ukde olarak kalmış. İlkokulu bitirdiğim gün bana karne hediyesi olarak bir saz hediye etti. Küçük, yaprak bir sazdı oldukça da hafifti. Muhtemelen ikinci el bir yerden alınmıştı.

Bizim türkü sevdamız böyle başlamıştı.
Türkü, Türki yani Türk’e ait demekti, türkü bizimdi.
Her şeyimizi tele dökmüştük.
Kopuzumuzdu, dutarımızdı, tarımızdı kısacası sazımızdı, sızımızdı.

‘’Bebeğin beşiği çamdan’’ diyorduk çocuk doğunca mesela… Ya da sazımızı ‘’bebe gibi’’ kollarımızda yaylattırıyorduk.
Sazımızı insanlaştırmıştık adeta. Burguları kulaktı, sapı koldu, kucağımıza aldığımız gövdeydi, önü göğüstü, arkasındaki boşluk gözdü mesela…
‘’Bebeğin beşiği çamdan’’ diyorduk.

Sonra bebeğin altını değiştirmek gerekiyordu.
‘’Eledim eledim höllük eledim’’e başlıyorduk.
Bezin olmadığı dönemlerde, tarlada toprağı eleyip bebeğin altına konandı höllük…

İçinde hayat var, can var, biz varız
Sevdadır kadına,ere türküler.
Her bir nağmesinde Türkü duyarız.
Söylenen yaşanan töre türküler.

Türkülerimiz sevdamızdır.
Kızlarımız ilik ilik sevda örer, sevgiyi oyalar. Gah başına tülbent olur, gah koyduğu yastığına yorganına nakış. Halısında kiliminde her düğümünde hasret vardır, gurbet vardır, sevgi vardır, ah vardır.
Her kadın sanatçıdır. Gönlünü işler evini donattıklarıyla. Mecnun varsa Leyla’da vardı. Şöyle der Mecnun mesela.
‘’Mecnun’um Leyla’mı gördüm
Bir kerecik baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti…’’

Bazen ‘’Yağmur yağar dereler sel alır.’’ Damla damla sevda denizine dönerdi yağmurlar…
Fethi Gemuhluoğlu Ağabey ‘’Türkülerle hüznümüz Allah’a dır bizim.’’ diyordu.
Yerde alev alev Mecnun’un izi
Gökte yağmur yağmur sevda denizi
Çokluktan sıyırıp alır da bizi
Götürür bırakır Bir’e türküler…

Unumuzdur, aşımızdır, eleğimizdir, burçak tarlamızdır.

‘’Ekin ektim yellerde de
Yoldurmadım ellere
On beşinde yar sevdim de
Sevdirmedim ellere. ’’

Kuşlar bizim simgelerimiz olmuştur. Öldükten sonra ruhlarımızın göğe yükseldiğine inanırdık, o yüzden öteki dünyaya ‘’uçmak’’ dedik. Kartaldık, şahindik, turnaydık, sunaydık…

‘’Ördek göllerde olur
Şahin göklerde olur
Yari güzel olanın
Gözü yollarda olur’’ diye söylerdik mesela.

Sudan geldiğimize inanırdık ve suya gideceğimize, hiçbir şey olmadan önce su vardı. Doğunca da ölünce de yıkanırdık. Bir yere giderken yolumuza, öbür dünyaya giderken toprağımıza yani arkamızdan su dökmeleri de bu yüzdendi.
Mevlana ‘’denize çaylar, dereler şeker olur ‘’ diyordu ya.
Türküler de bizi bir hoş ederdi. Ya da ser’imiz hoş olurdu.

Gah katık yaparız ekmeye aşa
Gah sitem ederiz gökteki kuşa
Yarını kurarken eğlene coşa
Ummanı hoş eden dere türküler.

Şarkı, yani şarki Şark’a aitti, ama oda bizimdi. Şarkı sözlerini oturur birileri yazar, birileri de uğraşır bestelerdi. Şarkının sözlerine yedi yüzün üzerinde olan makamlardan birisiyle uyum sağlamaya çalışırdı.
Ama türkü yakılırdı. Göğüs kafesi zorlanınca dışarıya çıkardı. Genellikle kadınlarımız tarafından söylenirdi, onlar yanık olurdu. Türküler irticalen ortaya çıkardı…
Gurbete gidip gelmeyince şöyle derdi,

‘’Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun?
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya gelmeye yemin mi ettin?

O da ardında şöyle diyebildi.

Gurbet elde bir ha geldi başıma
Ağlama gözlerim Mevla kerimdir
Derdim bin bir iken bin beş yüz oldu
Ağlama gözlerim Mevla kerimdir.

Doğru muydu, yanlış mıydı bilinmez işte…
Devam ederdi kadın

Ağam sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin ağaçlar meyveye durdu
Seninle gidenler sılaya döndü.

Kadın yollarına baka baka yorulurdu işte. Çocukların geçimi, evin, tarlanın işi…
Bunlardan biri Almanya’ya gidiyor, gelmiyor bir türlü. Aşık Reyhani de Almanya’ya konsere gidecek. Erzurum da bir kadın Reyhani Ağabey’e geliyor ‘’ Bizim adamı oralarda görürsen halimizi söyle diyor.’’ Kadın ne bilsin Almanya’yı köyü kadar küçük bir zannediyor.

Reyhani Ağabey Almanya’ya gidiyor. Konser verileceği salona o bahsedilen vatandaşta yanında lepiska saçlı bir hanımla geliyor.
Bizim akıncılar Avrupa içlerine kadar gidermiş. Bazıları da Leipzig’e kadar uzanıp atlarının terkilerine birer hanım alır gelirmiş. Lepiska saç oradan kalmış konumuz o değil gerçi.

Almanya’da ki adam Reyhani Ağabey’e gelip bizimkiler ne yapıyor diye sorunca ‘’ Az sonra sahneden anlatacağım, hele bekle ‘’ diyor.
Aşık Reyhani Ağabey sazını alıp sahneye çıkıyor ve başlıyor söylemeye;

BIR GELIN
Elleri koynunda pınar başında
Almanya’ya doğru bakar bir gelin.
Yedi çocuğu var dördü peşinde,
Feleğe dişini sıkar bir gelin.

Zavallıya hayat olmuş işkence,
Ona zehir olmuş zevk ü eğlence
Dışarıdan bir erke sesi duyunca
Postacı zanneder çıkar bir gelin.

Sorunca derdini söylemez dili
Yirmi beş yaşında bükülmüş beli
Hatıra aldığı kirli mendili
Gözünün yaşıyla yıkar bir gelin.

Yıkık avlusuna hasır sererek
Körpe yavrusuna göğüs gererek
Yıldızlarda haber var mı diyerek
Aksam dam üstüne çıkar bir gelin.

Çaresi yok derdi düşmüş derine
Uykusu yok hasret vurmuş serine
Kemerini vermiş borcun yerine
Belini iplikle sıkar bir gelin.

Aylar geçer senesinden habersiz
Kitap okur manasından habersiz
İplik düşmüş iğnesinden habersiz
Dikeceği yerde söker bir gelin.

Gücü yetse kanunları bozarmış
Kazma alıp toprakları kazarmış
Küçük oğlu babasına benzermiş
Umutla yüzüne bakar bir gelin

Reyhanî der gel bu gelini kına!
On yıldır elleri görmemiş kına
Sofrada Mehmed’i gelir aklına
Çorbayı yemeden döker bir gelin.

Kimleri dağların ardına attı.
Kim bilir kaç kere yara kanattı
Gurbeti ağlattı, yolu ağlattı
Gökleri indirir yer türküler…

Türkülerimiz nefes olur bize, onlarla soluklanırız. Türkülerin sözleri bizim söyleyemediklerimizdir bazen.
‘’Bin cefalar etse almam üstüme’’ deriz ‘’şirin’’ gelir dilleri çünkü. ‘’Ne sevdiğin belli ne sevmediğin’’ türküsünü söyleriz. Uzak zannettiğimiz yakınlara. Kader bazen alıcı bir kuş olur çöker üstümüze.

Bu dağlar demirdendir
Geçen gün ömürdendir
Feleğin bir kuşu var
Pençesi demirdendir.

Aşık Mevlüt İhsani’nin dediği gibi bazen kader yolumuza bir taş indirir ki ne dinamit, ne vinçin onu ortadan kaldıramaya gücü yetmez.

‘’Mevlam güldürmezse kul güldüremez
Kulun göz yaşını kul sildiremez
Lağum patlatamaz, vinç kaldıramaz
Kader yol üstüne taş indirirse…’’

Allah yolumuzun üstüne kaldıramayacağımız taşları koymaz inşallah…

Eskiden askerimiz Cezayir’de vatan görevi yaptıktan sonra, yurdun muhtelif şehirlerine dağılırmış ve Cezayir’de dinlediği türküleri söylemeye başlarlarmış. Çoğu şehrimizde Cezayir türküsünün sahiplenilerek söylenmesi bu yüzdenmiş.

Türkün olduğu yerde türkü vardır. Sınırlarımız belki Kars, Ardahan, Ağrı, Edirne, Şanlıurfa… Ama gönül sınırlarımız başka yerlerde bizim … Gün gelir atlarımız bir yerlerden şahlanır, bir yerlerden su içer, bir yerlerde dinlenir, buna inancımız tam.

Estergon Kalesi’nde su başı durak olur, Sinan heybetiyle Kırım’dan gelir. Kerkük’ün ayağından o paslı zinciri çıkaracağımız gün gelir.
İnanırız ki ötelerden yine türkülerimiz söylenmeye, güzel türküler yakılmaya devam edecek.

Göreceksiniz ‘’Tuna Nehri akarım’’ diyecek de tarih de buna şahit olacak… Daha kıyamete var. Kayı Boyu nöbette bekliyor. Gecemize sabahlar, karamıza maviler üstün gelecek muhakkak.
O gün gelecek…

Aşk kozası ördüm bir yeşil ah’tan
Yüceleri tuttum mavi sabahtan
Niyazım odur ki Yüce Allah’tan
Kıyamet gününü göre türküler…

Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen