Muharrem DAYANÇ
2000’li yılların başı.
Eskişehir’e geleli birkaç yıl olmuş. Haftada altmış saat derse giriyorum. Hem de gıkım çıkmadan. Hiçbir maddi beklentiye girmeden. “Mecburuz.” diyor Saadettin Yıldız hocam, “Yeterli elemanımız yok!” Böyle hasbî bir insan karşısında ince hesap yapılmaz gereği yapılır. Hem de seve seve.
On saat dersten sonra havanın karardığını bile fark etmeden okuldan çıkıyor, eve doğru yol alıyorum. Yorgunluğumu alır düşüncesiyle çocuklara küçük küçük hediyeler götürüyorum. Hediyeleri kendi dilleriyle onlara takdim ettikten sonra sevinçlerini gözlemlemeye başlıyorum. Bu seyir, günün bütün kara deliklerini uçuruyor. Kızıma aldıklarım içinde çok sevdiği küçük bir çerez de var. Hemen açıyor, yemeye başlıyor. Hayran hayran onu seyretmem, onda canımın çerez istediği düşüncesini uyandırıyor;
-“Baba sen de ye!” diyerek çerezi bana doğru uzatıyor.
-“Teşekkür ederim kızım” diyorum, “Sen devam et!”
-“Çerezimden almadın ki, niçin teşekkür ediyorsun?”
…
Öylece kalıyorum.
Nasıl anlatabilirim ona davranışının inceliğini. “Senin için çok değerli olan bu çerezi, benimle paylaşmak istemen bile çok güzel! Sırf bu hareketin binlerce teşekküre değer! Bu yaptığının örnek bir davranış olduğunu sana saatlerce…”
“Ama çocuk…” diyorum, “Nerden bilsin.” “Aferin!” diyerek yanaklarını okşuyorum. “Baba, niçin aferin dedin, ben aferini hak edecek bir şey yapmadım ki!” demesinden korkarak. Bir anlık dalgınlıktan sonra ekliyorum:
-“Sen devam et kızım, ben yemeyeceğim.”
Hem oynuyor hem aydınlık gözleriyle beni süzüyor. Belki de kendisine niçin teşekkür ettiğimi anlamaya çalışıyor. İçimden, “Büyüyeceksin, kocaman bir kız olacaksın, Türkçeyi bütün ayrıntılarıyla öğreneceksin ve bana sorduğun sorunun cevabını kendin bulacaksın!” diye mırıldanmayı da ihmal etmeden…
…
Yine o günlerde, yaşadığım bir başka olay, tersinden tamamlıyor yukarıda özetlemeye çalıştığım durumu.
Sevdiğim, Türkçe konusundaki dikkatini/hassasiyetini bildiğim bir öğrencim bu sefer olayın başkahramanı. Bir gazetede muhabir olarak çalışıyor. Okulun kapanmasına az bir zaman kala kendisi ve mezun olacak sınıf arkadaşları için bir yazı yazıyor. Yazının dergide yayınlanması için editör kontrolünden geçmesi ve yazıya “yayınlanmasında bir sakınca yoktur” kaydının düşülmesi gerekiyor. Öğrencim, yazdığı yazıyı, büyük bir heyecanla önemli bir makamda bulunan yetkiliye götürüyor. Edebiyatın inceliklerini en az edebiyatçılar kadar bildiğini açıkça ifade etmekten çekinmeyen biri çıkıyor karşısına. Rahatlıyor. “Zaten edebiyat sadece edebiyatçılara bırakılmayacak kadar ciddi bir sanat/bilim dalı değil midir?” diye de geçiriyor içinden. Çok geçmeden büyü bozuluyor. Bir noktaya takılıyor yetkili. Dört yıl boyunca paylaşılanları, iyi ve kötü günleri, geceleri, sabahları anlatabilmek için şuna yakın ifadeler geçiyor yazıda: “Aynı çorbayı kaşıkladık, aynı yollarda yürüdük, aynı şarkıyı söyledik, sınav stresiyle aynı gecelerde uykusuz kaldık, aynı kaygıyla sabahladık, akşamladık…”
“Aynı çorbayı kaşıklamak” ifadesi beğenilmiyor ve öğrencime “Derhal bu ifadeyi buradan çıkar!” deniyor yüksek bir sesle, peşi sıra yağan emirler. Şaşırıyor öğrencim, “Niçin Hocam?” diyebiliyor kısık bir sesle. Bu kısa ve kışkırtıcı sorunun peşinden retorik bir nutuk devam ediyor kaldığı yerden: “Bizim öğrencilerimiz bu kadar fakir mi, hele hele aynı tastaki çorbayı kaşıklamak da ne demek. Bu eski zaman kalıntısı ifadeleri yazıdan çıkar. Çıkarmazsan…” Öğrencim, aldığı bu cevap sonrasında ciddi bir şok yaşıyor. “Sayın Hocam, siz benim burada ne demek istediğimi anlamadınız!” demeye kalmadan, Hoca daha da geriyor ortamı ve ders vermeye devam ediyor; “Hem bizim yemekhanemiz yeni bitti. Çok da modern bir yemekhanemiz var, ayrıca bizde farklı tabildotlarda her gün dört çeşit yemek çıkar…” Yetkili, yapımı yeni tamamlanan yemekhaneyi, yemekhane kültürünü, yemek yeme adabını uzun uzun anlatıyor. Sıkıldıkça sıkılıyor öğrencim, daraldıkça daralıyor…
“Aynı çorbayı kaşıklamak” ifadesi beğenilmiyor ve öğrencime “Derhal bu ifadeyi buradan çıkar!” deniyor yüksek bir sesle, peşi sıra yağan emirler. Şaşırıyor öğrencim, “Niçin Hocam?” diyebiliyor kısık bir sesle. Bu kısa ve kışkırtıcı sorunun peşinden retorik bir nutuk devam ediyor kaldığı yerden: “Bizim öğrencilerimiz bu kadar fakir mi, hele hele aynı tastaki çorbayı kaşıklamak da ne demek. Bu eski zaman kalıntısı ifadeleri yazıdan çıkar. Çıkarmazsan…” Öğrencim, aldığı bu cevap sonrasında ciddi bir şok yaşıyor. “Sayın Hocam, siz benim burada ne demek istediğimi anlamadınız!” demeye kalmadan, Hoca daha da geriyor ortamı ve ders vermeye devam ediyor; “Hem bizim yemekhanemiz yeni bitti. Çok da modern bir yemekhanemiz var, ayrıca bizde farklı tabildotlarda her gün dört çeşit yemek çıkar…” Yetkili, yapımı yeni tamamlanan yemekhaneyi, yemekhane kültürünü, yemek yeme adabını uzun uzun anlatıyor. Sıkıldıkça sıkılıyor öğrencim, daraldıkça daralıyor…
…
Büyük bir hayal kırıklığıyla çıkıyor odadan. Kaçmak istiyor, terk etmek istiyor bir süreliğine bulunduğu yeri, şehri. İnsanın insanda çaresiz kalmasını yaşıyor. Neden sonra yanıma gelmeyi akıl ediyor, benim de dergide küçük bir görevimin olduğunu hatırlayarak.
Odama girer girmez anlıyorum bir şeylerin ters gittiğini. Bana patlıyor. O soğuk Şubat günlerinde kendini özel konumda, durumda hisseden yetkililere ne söylenebilirdi ki. Neye yarardı ki.
Anlat diyorum öğrencime anlat, bütün çıplaklığıyla anlat, bütün ayrıntılarıyla anlat. Bardaktan boşanırcasına anlatıyor. Fırtınanın, bir ağacı gövdesiyle topraktan sökmesi gibi anlatıyor. Dalgaların, çaresiz ve istemsiz bir şekilde beton duvarları dövmesi gibi anlatıyor. Rahatlıyor mu bilmem ama konuştukça açılıyor, açıldıkça konuşuyor:
“Nasıl anlatabilirdim ona, insanlar bazen aynı çorbayı kaşıkladık derken duygudaşlığa vurgu yaparlar. Aynı kaderi paylaştıklarını söylemek isterler. Burada çorba hayat, kaşık insan, aynı çorbayı kaşıklamak dostluğu imleyen metaforlar,…”, “Hem ‘aynı çorbayı kaşıklamak’ Türkçemizde yaygın olarak kullanılan bir deyim,…” Gözleri nemleniyor. Yetkilinin, kendi sözlerinden, “öğrencilerin yoksul, üniversitenin yetersiz olduğu” sonucunu çıkarmasını bir türlü içine sindiremediğini anlıyorum. İsyan ediyor, “Bu kadar da olmaz!” diyor. “Olur” diyorum içimden “Olur.” “İzansız da olur, Türkçesiz de olur.”
Kızım geliyor aklıma, kızımın bana sorduğu sorular geliyor… “Bu da benim kızım…” diyorum… Tersinden ne kadar benziyorlar birbirlerine. Neden sonra, bu topraklarda benzerine sıkça rastlanan bir düşünce sarmalı peşimi bırakmıyor; “Acaba kızım da böyle hocalarla mı karşılaşacak?” Türkçeyi bilmeyen, mecazı bilmeyen, metaforu bilmeyen, ama unvanı-karizması-yetkisi tavan yapan.
Bu yıl sınava girecek kızımı bir an için böyle bir ortamda düşünüyorum. “Yok yok aradan geçen on beş sene bir şeyleri değiştirmiştir.” diye avutuyorum sonra kendimi.
İnan Haluk, ezelî bir şifadır aldanmak, mısraı dolanıyor dilime. Her geçen gün Fikret’e biraz daha hak veriyorum sanki.
Kıssadan hisseye gelince:
Kendimi merkeze koyarak söylüyorum, çocuklar bizden daha iyisini hak ediyorlar. Ama hak ettiklerini, hak olarak aramayı/istemeyi öğrenene, bilinç ve kültür seviyelerini toplu olarak yükseltene kadar beklemek zorundalar. Ne kötü. Bizim için de, onlar için de, ülke için de.
(Not: Yukarıda kendisinden bahsettiğim, adı bende saklı olan öğrencim, 26 Ekim 2016 Çarşamba günü, son görüşmemizden on yıl sonra ESOGÜ’deki odamda beni ziyaret etti. Yazıyı baskıya göndermeye karar verdikten birkaç gün sonraya denk geldi bu ziyaret. Zamanlama manidardı anlayacağınız. Ziyadesiyle mutlu oldum ve konuyu öğrencime açmak zorunda hissettim kendimi. Okuması için yazıyı öğrencime uzattım. Öğrencim, yazılanların hepsinin doğru olduğunu bir kere daha teyit etti. Bilginize.
Saygıyla ve Türkçeyle kalınız efendim.)