Haddi aşmamak için; “hadd”i bilmek, hakkında fikir sâhibi olmak lâzım. Câhil politikacı tiplemesinde ifâde edilen “saded de kim ola?” çıkışması, eblehlikde rütbe saydırıyor.
İnsan, fıtratında taşıdığı kaabiliyet hacmini ölçebildiği ve bu ölçüye uygun hareket edebildiği müddetçe kendi cinsinin temsîlcisidir. Değilse, hep haddini tecâvüz suçu işleyecektir. Aynı durum, milletler ve devletler için de söz konusu. Mülkiyetindeki mânevî varlığın envanterini çıkaramayan ülkeler, başkalarının ayakları altında paspas muâmelesi görür..
2010 yılında, İstanbul Avrupa’nın kültür pây-ı tahtlarından biri oldu. Bunu, hemen her muhîtde fahriye sebebi ilân edenler, bu, memleket ebâdındaki koskoca şehirde, doğru-dürüst bir kütüphâne olmadığını, akıllarının kenârına bile getirmiyorlar. Bâyezîd’deki Devlet ve Taksim’deki Belediye kütüphâneleri, modern kütüphâne sayılmanın o kadar uzağında ki, çeteleye gelmez hâldeler. Diğerlerini bu hükme göre siz tahayyül edin. Kütüphânesiz bir kültür pây-ı tahtı düşünebiliyor musunuz?
Islak gözlerimizi sildikçe, dramatik takılmaya devâm ediyoruz. Bunu alışkanlık hâline getirmenin, millet hayâtımızdaki menfî tesirleri, uzun mu uzun bir liste tutuyor. Dâimî yaşlı gözlerle etrâfa bakmak, ağlamayı da kanıksanmış fiiller zümresine katar. Oysa ağlama nedretdendir, mebzûliyeti kesel verir.
Cemiyet defterimizin sayfaları, âhir zamanda âile içi cinâyetlerle doldu, taştı. Hoş, bahsedilen vak’alara “cinâyet” demek, mes’eleyi hafife almak olur, ama insan yine de başka sıfat bulamıyor. Analar, babalar evlâdını; -cinsiyetler arasında rekor kırma hırsı varmışcasına- evlâd ana ve babasını; kardeşler birbirini; nihâyet, uzak-yakın demeden bütün hısım-akrabâ ve tekmil vatandaşımız yekdiğerini boğazlama iştâhı ile yanıp kavruluyor.
Yazılı ve görüntülü basın, normal akışını kaybetti, bu cinâî hâdiselerin “nerde kalmıştık?” bölümünü yayınlar duruma düştü. Yürekleri paramparça doğrayan dehşet-engîz sahnenin adı, biraz acı belki, ama “cinnet”dir. Evet, öteki milletlere sâdece bu husûsda ayak uydurabildik ve “toplu cinnet” moduna geçtik. Bu kabil haberleri yaymak, okumak iyi de, çâresi üzerinde hiç kafa yormamak neyin nesi? Sanki, gladyatör dövüşü seyreden Romalılar gibi, arena trübünlerini doldurmuşuz, “sırada hangisi?” sorusunun keyfini çıkarıyoruz. Kocaman bir manevî boşluk, kendi içiyle berâber büyük Türk milletinin bugününü ve istikbâlini de karartıyor. Çâre, o boşluğu doldurmakta gizli…