Şahver ÇELİKOĞLU
Müslümanların ve tüm insanların gerçek anlamda mutluluğu, İslâm’ı aslına uygun anlamak ve yaşamaktan geçer. İslâm sâdece âhiret için değil, dünyâ hayâtı için de yaşanmalıdır. Çünkü İslâm dîni, hem ruhsal hem de bedensel yapıyı dikkate alarak, bu iki varlığı ayakta tutan dengeyi sağlamıştır. Sâdece dünyâya yönelerek yaşamak da İslâm’a uygun değildir. Esas olan iki yapı arasında dengeyi kurmaktır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’i tanımak, İslâm’ın yaşanacak din olduğunu anlamak için şarttır. İslâm’ın hayat ilkeleri O’nun hayatıyla daha iyi anlaşılabilir.
İslâm hayat ile iç içedir. Hayâtı İslâm’dan, İslâm’ı hayattan soyutlamak mümkün değildir. Gerçek anlamda îman, huzur veren ibâdetler, ahlâkî ilkeler, hak, hukuk, sosyal adâlet, düşünce, anlayış, insanlık, özgürlük, hoşgörü gibi evrensel değerler İslâm’da vardır. İslâm insanlara, nasıl inanacaklarını, kulluk görevlerini nasıl yerine getireceklerini gösterdiği gibi, dünyâ işlerinde başarılı olmanın ilkelerini de göstermiştir.
İslâm, insanları, sonsuz bir mutluluğa eriştirecek ilkelere sâhiptir. Çağımızda müslümanların en önemli mes’elesi, İslâm’ı doğru anlamak ve yaşamaktır. Yüce Allah: “Ey îman edenler! Topluca barış ve güvenliğe (İslâm’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır” buyurmaktadır.
İslâm’ı doğru anlamanın yolu, onu, hurâfe ve bâtıl inanışlardan tamâmen arınmış olarak tanımaktan geçer. İslâm’ı yaşamak yüce Kur’ân’ı ve açıklayıcısı olan sahih sünneti anlamak, araştırıp tanımakla mümkündür.
Gerçekte insana hedefini gösteren dindir. Dinde çözülme, dînî, millî, insânî idealleri öldürür ve yerini hudutsuz bir kazanç ve keyif hırsına bırakır.
Kendi kültürünün mahsûlü olan ilim, teknik ve teknoloji; bir milletin hizmetine sunulmuş değerlerdir. Onu, dışarıdan emânet olarak vatanımıza getirdiğimiz ve getirmeye devam ettiğimiz müddetçe, hür olduğumuzu iddiâ edemeyiz. Bu tür davranışlar, aşağılık duygusuyla tutuşan nefislerimizi, gösteriş yarışıyla tatmin etmeye yöneltir. O takdirde din, ilim, san’at ve teknoloji iyi yaşamak ve zengin olmak ihtirâsına terk edilip, sun’îleşir.
Din, millet kültürünün, tefekkürünün, san’atının, ilim ve irfânının yoğrulduğu bir hamurdur. Onu bu değerlerden tecrid etmek, sonsuzluğa uzanan irâdemizi ve idealimizi öldürür. İslâm’ın özünü teşkil eden ilâhî rûhu kaybettiğimiz takdirde, dînimizi menfaat sistemi hâline getirmiş oluruz.
İslâm dîninin gâyesi, insanda mevcut fıtrî kâbiliyetleri ortaya çıkarmak, insânî özellikleri kuvvetlendirmek, hayvânî derekeden melekî derecelere yükseltmektir. İnsan, canlı ve cansız hiçbir varlığın sâhib olamadığı imkânlara mâliktir. Bütün bu değerlerine rağmen insan, kendini hayvanda arayan; kökündeki büyük mânâ ve imkândan habersiz, maddeyi emri altına alan ve aşan dehâsıyla, maddeye esir, muammâ bir varlıktır.
Yeni ve meçhûl şeylere gösterilen aşırı tutkunluk, bunların fayda ve zararlarını iyi bilmemekten doğar. Kurtuluşu, bir milletin din, kültür, medeniyet ve irfânını terk etmesinde aramak, selîm aklın harcı değildir. “Mânevî vatan” milletlerin yaşadığı topraktan daha üstün tutmaları gereken bir değerdir. Maddî vatanı istilâya uğramış milletler, arâzisini değil, dînini, kânun ve âdetlerini kaybettiği için hürriyetlerinden olurlar. Millî ve mânevi değerlerini kaybetmiş milletler, üzerinde yaşadığı toprağı terk etmediği halde, esâretten kurtulmuş olamazlar.
İslâm’ı sâdece şekil ve kalıp olarak görmek yanlıştır. Eskilerin “ehl-i rusûm” tâbir ettikleri şekilci zihniyet, marka müslümanlığı, bizleri gerçeğe ulaştıramaz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir hadislerinde: “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize bakmaz; fakat kalblerinize ve amellerinize bakar” buyuruyor.
Şekil, rûhun maddeye inkılâbı ve onun madde içinde görüntüsü olarak değer kazanır. Rûh estetiği olmayan milletlerin, şekil estetiği de olamaz. İslâmî değerlerle mücehhez ulvî ruhların ortaya koyduğu şekiller de, bu rûha paralel bir tarzda ortaya çıkar. İslâm san’atında temâşâ edilen tevhîd özellikleri bunun bir netîcesidir.
İnsan tek başına yaşayamaz; o, cemiyet içinde varlığını korur. Gökyüzündeki yıldızlar nasıl câzibe kânûnu sâyesinde bir arada yaşıyorlarsa, insanları da birbirine bağlayan bu kânundur. Bu câzibe gönülden gelirse tabiî, nefisten gelirse sunî ve aldatıcıdır. İnsanları birbirine bağlayan ulvî idealler, fedâkârlık ve ferâgatkârlık gibi güzel hasletleri besler. Menfaat ise, insanlar arasındaki güveni sarsar, dostlukları devamlı değildir.
Benliğin terbiyesi için üç merhale kabul edilmiştir. Allâh’a kul olmak, itaat ve nefsin zabtı. Her iki dünyâda saadete ulaşmak isteyen insan, Hakk’a hizmetten ve O’na itaatten zevk almalıdır. Kendi nefsine hükmünü geçiremeyen kimseler, başkalarına kul olmaktan kurtulamazlar. Müslümanın mal, mülk, mevki ve rütbe ihtirâsı, onu Hak’tan uzaklaştırır. İhtiraslar başkalarının kapısına yüz sürme alışkanlığı kazandırır. Bu duruma düşen insanlar gerçek secdenin zevkini tadamazlar.
Tek idealde birleşmiş toplumlar arasında birlik, berâberlik ve sevgi kuvvetlenir. Îman delil ister. Onun delîli insanların, inandığı şeylere karşı fedâkârlığıdır. Kendisi için yaşayan insanlar ideallerini ve hâfızalarını kaybederler.
Medeniyet, teknik ve ilim durmadan ilerlemektedir. Çok kısa sayılacak zamanlar zarfında, asırlara sığmayacak derecede büyük ilerlemeler olmaktadır. İnsanoğlu, maddeyi hâkimiyeti altına almaya başlamıştır. Fakat, maddenin yanı başında bir de rûh ve mâneviyat hakkındaki bilgilerimiz bin sene öncekinden daha ileri gidememiştir. İnsan, teknikte çok ileri gitmiş olmasına mukâbil, insanlık vasıflarını gereği gibi kullanamamıştır.
İnsanı, insan yapan ilim ve fen değil, rûh, mânâ ve mâneviyattır. Târih tedkik edilecek olursa, görülür ki, insanlar mâneviyâta bağlı kaldıkları zaman medenî; mâneviyattan uzak kaldıkları müddetçe de vahşîleşmişlerdir. Demek istiyoruz ki, teknik ilerleme başka, medeniyet ve insanlık başkadır.
İnsanoğlu, en korkunç silahları keşfederek rakiplerini mahvederken, hiç tereddüt etmemektedir. Dünyâda, medenî olarak geçinen bir çok milletlerin, başka ülke ve halklarına yapmadıkları zulüm kalmamıştır. Canavarlar gibi yurttaşlarını boğazlayanlar olmuş ve olmaktadır. Milletler ve cemiyetler içinde, akla-hayâle gelmeyecek çeşit çeşit işkenceler, cinâyetler işlenmektedir. İşte bütün bunlar, insanoğlunun ilim ve teknik sahada ilerlemiş olmasına rağmen, rûh ve mâneviyat sahalarında geri kaldığının delilleridir. Bu bakımdan insan, mes’ud da değildir. Günün iktisâdî, sosyâl ve siyâsî cereyanları onu her gün perîşan etmekte, huzursuz, huysuz bir mahlûk hâline getirmektedir. Halbuki insan, her şeyden evvel insan olmalıdır.
İnsanlara, insanlığı öğretecek bir mektep yoktur. Bu, “dînin” yapmış oluğu telkinler, güzel örnekler ve bir de iyi örf ve âdetler sâyesinde öğrenilir. Ancak, âdetleri ibâdet hâline getirmedikçe, onun da faydası görülemez. Çünkü, örf, âdet, gelenek ve görenek, her zaman sâbit bir kıymet ifâde etmez. Bir cemiyette iyi sayılan, başka bir muhitte iyi sayılmayabilir. Dün iyi olarak bilinen bir âdet, bugünün yaşayışlarına uymayabilir. Dolayısıyla, insan terbiyesinde, insan ahlâkının kemâl bulmasında, istînad edebilecek yegâne mercî, din ve mâneviyattır.